“Rivayete göre Yaratan, öldükten sonra herkese bir soru sorarmış:
Seni tekrar dünyaya iade edeyim mi?
Bana böyle bir soru gelmedi.”
Ayça Güçlüten’in gözlerimizin görmeyi atladığı bir çocuk kadının hikâyesini anlattığı kitabı Disko Topu üzerine bir yazı.
Kısa bir girizgah ile karşılıyor okuyucuyu Disko Topu. Adının size anımsattığı; hareketli müzikler, dans eden neşeli insanlar, renkli ışıklı yansımalar olmasın sakın. Daha kapısını açtığınız anda içerden hüzünlü çiçeklerin kokusunu sezdiriyor bile. Ancak güzel her şey gibi içinizde karşı konulmaz bir merak da uyandırıyor, bir adım daha atıyorsunuz ve “Dünya sevmek için çok küçük.” diyor Furuğ Ferruhzad.
Boşluğa doğru yol alacak hikâyesinin çok kısa zamanda unutulup gideceğini düşünen minik bir kadının hikâyesi aslında bu. Tam da ülkenin hangi köşesine baksak, her yerinden küçük kız çocuklarının kara haberlerini aldığımız günlerde bitirdiğim bir hikâye. Keşke böyle zamanlar yaşanmıyor olsaydı diyorum ama eminim ki olmasaydı da bu kitap beni yine bu kadar derinden etkilerdi. Dünyanın onca ağırlığına karşılık aklının bir kısmını değiş tokuş etmiş bir çocuk-kadının hikâyesi kime dokunmaz ki?
Annesizliği de sunuyor hayat bu kız çocuğuna, bedeni yanında olsa da varlığından hiçbir güzellik göremediği bir babayı da… Bir tek nenesi başka, nenesi sıcak. Çok kısa zaman beraber olabildiği, yanında mutlu hissettiği, bu dünyadan gittikten sonra bile hayaleti her ihtiyacı olduğunda ona güç veren, onu avutan, adeta başını okşayan… Beraber izledikleri bir filmde gördüğü, renkli bir topun altında dans eden mutlu insanlar… O disko topu, o mutluluk topu onun olmalı ve onu bulmak için önce bu evden çıkmalı.
Kaçıp gitmek istiyor çocukluğunun kasvetinden, yanına bir yoldaş vuruyor. Aslında bilmiyor bir kadının tek başına da uzaklara gidebileceğini, tek başına da hayallerinin peşine düşebileceğini. Hayata dair bilmediği çok şey var, her yol arkadaşına güvenmemesi gerektiği gibi.
Yol arkadaşının ihanetinden geriye bir miras kalıyor ellerinde, minik bir hediye. Seviyor, karşılıksız seviyor. Aşırı sevmenin, nasıl kendini sevdirebileceğine dair hiçbir şey bilmemenin telaşıyla eli ayağına dolanıyor. Yapmayı deniyor ama yapamıyor, yapamadıkça daha da sürükleniyor olamayışların girdabına…
Sokaklarda da yatıyor gün geliyor, günler geliyor nenesinin herkesten gizlediği, ölümünden sonra ona yuva olsun diye bıraktığı dört duvarı buluyor ama o dört duvarın içinde huzuru bulamıyor. Komşu bir kadın geliyor, ona ve miniğine sahip çıkan. Uzattığı elin ardından başka güvenilmez insanlar çıkıyor. Yardım edeceğini sandığı, ancak vermekten ziyade almayı bilen insanlar ve hiç beklenmedik bir şekilde bir akşam eline kan bulaşıyor.
Hapis değil, pek tabii bir hastaneye gönderiliyor. Bir zaman sonra hastaneden çıkışı, miniğini yeniden buluşu ve hiçbir şeyin –yine- hayal ettiği gibi olamayışı hayallerin belki de bitişi var devamında. Görüyor ve öğreniyoruz ki çocukken yaptığı, bilmeden sebep olduğu bir olay onun felaketlerinin başlangıcı olmuş.
En saklı hali ile anlatmaya çalıştım kitabı. Çünkü bu hüznü herkes kendi keşfetmeli. Kadın yazarlara olan pozitif ayrımcılığım bir yana, masal kitaplarından aşina bir üslubu var Ayça Güçlüten’in. Sayfalarda ilerledikçe daha da akıcı hale gelen bir anlatımı olan ve istismardan uzak ancak tüm kasveti ve o koyu renkli duyguları okuyucuya geçirebilen kelimeleri seçerek farklı bir kitap ortaya çıkarmış.
Kitap bittiğinde, okuduklarımı, bende kalanları düşündüğümde Schopenhauer’ın şu sözü geldi aklıma: “İnsan varoluşu bir tür hata olmalı. İnsan varoluşuyla ilgili şöyle söylenebilir: “Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve en kötüsü olana dek de bu böylece sürüp gidecek.” Bu çocuk-kadının hikâyesini okurken, mutluluğun tek ve güzide yaşam amacımız oluşunu, haz odaklı dünyalarımızı da düşündüm. Ve biraz insanları anlama ihtiyacımız üzerine… Biraz da tokalaşmak istemediğimiz, gözlerimizin görmeyi atladığı, bizden öteki olan herkesi anlama ihtiyacımızı.
Görseller: Brooke di Donato