17 NİSAN, SALI, 2018

Dünya Klasiklerine Bugünün Seslerinden Önsözler

Dünya edebiyatının önemli eserlerinden beşi senenin ilk ayında edebiyatımızın önde gelen yazarlarının yazdıkları önsözlerle yayımlandı. Zülfü Livaneli, Şebnem İşigüzel, Nedim Gürsel, İsmail Güzelsoy ve kapakların tasarımını yapan Geray Gençer’le klasikleri, onlardaki karşılığını ve eserlerin bugüne neler söyledikleri üzerine konuştuk.

Dünya Klasiklerine Bugünün Seslerinden Önsözler

Kütüphanelerin en önemli üyeleridir klasikler. Yazarları tarafından tüm dünya edebiyatına armağandır onlar. Doğan Kitap, yılın ilk aylarında beş önemli klasiği, günümüz edebiyatından beş önemli yazarın önsözüyle ve Geray Gençer’in yeni kapak tasarımlarıyla yayımladı. Her yazar, kitapla ilgili kendi edebi ve kişisel deneyimlerinden yola çıkarak okuma keyfini daha ilk adımda yukarılara taşıyan önsözler kaleme aldı. Bu sayede okura, Fyodor M. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserini Zülfü Livaneli; Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı adlı eserini Şebnem İşigüzel; Jack London’ın Beyaz Diş adlı eserini Hakan Günday; Nikolay V. Gogol’ün Ölü Canlar adlı eserini İsmail Güzelsoy; Gustave Flaubert’in Madam Bovary adlı eserini Nedim Gürsel önsözlerini okuyarak başlama imkânı sunuldu. 

Zülfü Livaneli: “Klasikler ulu dağlar gibidir”

Sevgili Zülfü Livaneli her kitap okunduğu her yaşta okuyucusuna farklı şeyler anlatır. Suç ve Ceza’yı ilk olarak ne zaman okuduğunuzu ve size o zamanlar ne hissettirdiğini hatırlıyor musunuz? Ve elbette şu anki siz, bu kitabı okuduğunuzda neler düşünüyorsunuz?

Dediğiniz doğru, yaşla kitapları algılama arasında çok yakın bir ilişki var. Suç ve Ceza’yı lise çağlarımda okumuştum ve olay örgüsü beni kendine o kadar çekmişti ki başka bir şeye dikkat edememiştim. Yıllar sonra tekrar (iki kez daha) okuduğumda yapıtın kurgusu, yazış biçimi, ritmi ve felsefi yapısı gibi ögeleri daha derinden kavradım. 

Yayınevinin Suç ve Ceza için önsöz ricası üzerine “... güneşin altında Dostoyevski üzerine söylenmemiş bir söz kalmış mıydı ki?” dediğinizi söylemişsiniz. Sizin için bir klasiğe önsöz yazmak nasıl bir deneyimdi?

Böyle bir şey hiç aklıma gelmezdi. Bu yüzden “söylenmemiş söz kalmadı” diye düşünüyordum ama yazarken gördüm ki hâlâ varmış. Klasikler ulu dağlar gibidir. Herkes bir yüzünü görür. Belki değişik bakış açılarını eklemek, genç okurda farklı bir okuma biçimi yaratabilir. 

Elbette klasik hâline gelen kitaplar yazıldıkları dönemler içine sıkıştırılamazlar; 19. yüzyıl Rus edebiyatının kurucularından Dostoyevski bu kitabıyla bugünün dünyasına ne söylüyor sizce?

Dostoyevski bir kâhin gibi geleceği görmüş, günümüze çok uygun yapıtlar vermiş bir dâhi yazar. Suç ve Ceza, bir gazete haberinden çıkarıldığı halde, yazıldığı dönemde Rusya’da “Bizde böyle tipler yok, uyduruyor” diye dudak bükülmüş. O müthiş Ecinniler romanı da aynı biçimde karşılanmış. Oysa bugüne ve bugünden geriye baktığımızda, Dostoyevski’nin yaklaşan suç toplumunu anlattığını görüyoruz. Raskolnikov, bir anlamda Norveç’te katliam yapan Breivik gibi, insan öldürerek ideallerini gerçekleştirmek isteyen birisi. Ecinniler ise bizdeki “sandık cinayeti” dahil o kadar çok olayı hatırlatıyor ki; yazarın denizdeki balık gibi toplumdaki her yönelimi, her kımıltıyı fark edişi karşısında hayranlık duyuyorsunuz.

Zülfü Livaneli

Şebnem İşigüzel: “Bir kitap okurunu nasıl ele geçirebilir?”

Sevgili Şebnem İşigüzel, Gurur ve Önyargı’yı “Elinizde tuttuğunuz kitap zamana direnmiş bir mucize” olarak nitelendiriyorsunuz. İlk kez okuduğunuz gençlik yıllarınızda hayatınızda dönüm yaratan eserlerden biri olmuş. O yıllardan bu yıllara Gurur ve Önyargı’nın sizdeki karşılığı nedir?

“Bir yazar nasıl özgün olabilir ve nasıl özgün bir dünya yaratabilir?” Eserin bende şimdiki karşılığı bu. Ancak romanı ilk okuduğumda elbette yarattığı okuma mutluluğundan etkilenmiştim. “Bir kitap okurunu nasıl ele geçirebilir?” Sanırım bu soruyu sormama, düşünmeme yol açtı. Çünkü ilk okuduğumda teslim olmuştum. Bütün kendi hâlinde okurlar gibi okuduklarımı sevmiştim. Bende derin hisler yaratmıştı.

Dünya edebiyatında Jane Austen çözümlemesi ve erişilmesi zor bir dehaya sahip, güçlü bir yazar. Yayınevinden Austen’ın “My own darling child (benim canım çocuğum)” dediği Gurur ve Önyargı’ya önsöz yazmanız istendiğinde ne düşündünüz? Bir klasiğe önsöz yazmak nasıl bir deneyim?

Artık yaş aldığımı düşündüm ve bundan mutlu oldum. Nihayet bir klasiğe önsöz yazabilecek kadar büyüdüm dedim içimden. Ama ben kendimi hep Gurur ve Önyargı’yı okuduğum yıllardaki kadar saf bir okur, içe dönük bir kişilik olarak değerlendirip bu değişmeyen özelliğimle gurur duydum. İçsel hayatımı hep korudum. Bunda yazmaktan çok edebiyat okuru olmanın yardımını gördüm. 

Genel geçer bir yargı olarak Jane Austen evrensel ve özellikle kadına dair yazında zamanlar üstü bir yazar. Peki Jane Austen bugünün dünyasına neler söylüyor sizce?

Nabokov, Edebiyat Dersleri’ndeki Jane Austen değerlendirmesinde “Dehası olan yazar için gerçek hayat diye bir şey yoktur. Onu kendi yaratmalı ve sonra sonuçlarını yaratmalıdır,” diyor. Bence kendi icat ettiği zamanda sonsuza kadar yaşayabilecek bu eser, insanın iç dünyasına dair çok şey söylüyor. 

Şebnem İşigüzel

Nedim Gürsel: “Önsöz yazmak da bir bakıma yazarla okurun arasına girmektir”

Sevgili Nedim Gürsel, kaleme aldığınız önsöze Madam Bovary ile tanışmanızın oldukça erken yaşlarda gerçekleştiğini anlatarak başlıyorsunuz. Kitaplarını elinize ilk aldığınız günden bugüne Flaubert oldukça iyi tanıdığınız ve anladığınız bir yazar olmuş. İlk tanışmanızdan bugüne baktığımızda, Madam Bovary’yi elinize aldığınızda onda neyi yeniden keşfettiniz?

Önsözde de belirttiğim gibi, bu kitabı ilk okuduğumda Galatasaray Lisesi’nde yatılı öğrenciydim. Daha sonraları, Paris Sorbonne Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı öğrenimi yaptığım yıllarda yeniden okudum. Daha doğrusu okumak zorunda kaldım; çünkü üzerine ödev hazırlamam gerekiyordu. Ergenlik çağımın birikimi, bir roman kahramanı olarak Madam Bovary’nin dünyasına girmem için yeterli değildi. Onun psikolojisini anlayabilmem, bir ölçüde ruhunun derinliklerine nüfuz edebilmem için aradan zaman geçmesi gerekti. Romanı üçüncü kez okuduğumdaysa, ardında kırk kitap bırakmış, yaşlılığa merdiven dayamış bir yazardım. Ve Flaubert’in öldüğü yaşı da çoktan geride bırakmıştım. Emma Bovary’nin yaratıcısı ölmüştü ama roman kahramanı hâlâ imgelememizde yaşıyordu. İntiharının nedenleri de toplumsal düzey de pek geçerli değildi artık. Dünya değişmiş, kadının cinsel özgürlüğü gündeme gelimişti. Ne var ki, Emma Bovary’nin intiharı yine de etkiliyordu bizi. 

Antoine Albalat’ın “Edebiyatın İsa’sı” olarak tanımladığı Flaubert’in Madam Bovary’si üzerine bir önsöz yazmanız istendiğinde ilk olarak ne düşündünüz? Dünyaca ünlü bir klasiğe önsöz yazmak nasıl bir deneyimdi sizce?

Flaubert, dolaylı biçimde de olsa yazarın, metninde yer almasına karşıydı. Onun gerçekçilik anlayışı yazarın tümüyle silinmesini, böylece yarattığı kahramanların kendi özerk alanlarında var olmalarını gerektiriyordu. Önsöz yazmak da bir bakıma yazarla okurun arasına girmektir. Ama bu aracılığın, okur açısından gerekli olmasa da faydalı bir işlevi olabilir. Okurun gözünden kaçan ya da bilgi eksikliğinden kaynaklanan ayrıntılara önsözde dikkat çekilebilir. Roman, Stendhal’in dediği gibi, topluma ayna tutmaksa o aynanın tozunu silmek önsöz yazarının görev alanına girer. Tozunu ya da buğusunu silmekten kastım, romanı yazıldığı bağlama oturtmak, derin bir çözümlemesini yapmak değil.

Kılı kırk yaran, incelikli çalışan bir yazar olan Gustave Flaubert’in eserlerinin 21. yüzyıl’a söyledikleri neler sizce?

Flaubert’i bugün hâlâ okuyorsak, kılı kırk yaran bir yazar olduğu için değil, insanın evrensel özünü kavrayıp yapıtlarında yansıtabildiği içindir. Günümüz Fransa’sında Emma Bovary’ler pek kalmadı artık ama onların hayal dünyası üzerimizdeki etkisini hâlâ sürdürüyor. 

Nedim Gürsel

İsmail Güzelsoy: “Ölü Canlar, altın çağın giriş kapısıdır”

Sevgili İsmail Güzelsoy, kaleme aldığınız ve adeta bir Gogol analizi olan bu önsözde yazarı ve eserlerini sosyolojik, psikolojik ve sanatsal açıdan harikulade bir okuma olanağı sağlıyorsunuz. Bu kadar kapsamlı bir metin kaleme aldığınız Gogol’le ilk kez ne zaman tanıştınız, okuduğunuz ilk kitabı neydi? Ve ilk okumanızda sizde hissettirdiklerini hatırlıyor musunuz?

Ortaokul yıllarında Ölü Canlar’ın çok kötü bir çevirisi geçmişti elime; adı lazım değil, o aralar merdiven altı üretim yapan bir yayınevinin işiydi. Okurken bir yandan da “Bu olmamış” duygusuna kapılmıştım zaten. Abime, “Şunu biraz okusana” diye vermiştim. Adam birkaç sayfa okuduktan sonra “Bu çevrilmemiş ki, sadece Rusça olmaktan çıkarılmış ama zavallı başka bir yere de girememiş, evsiz bu, evsiz” demişti. Böylece Gogol’a da gıcık kapmış oldum nedense. Beş altı yıl sonra, İsveççe çalışırken, sevdiğim yazarların aşinası olduğum kitaplarından bir-iki sayfa fotokopi çekip çözmeye çalışıyordum. Kafka, Orwell, Marquez ve Dostoyevski’den bir şeyler çektikten sonra gözüme Ölü Canlar’ın İsveççe çevirisi ilişti. O ilk evsiz Ölü Canlar deneyimimi hatırladım ve okurken en zorlandığım bölümü seçtim. Bir tek sayfa çektim, iki gün sonra, sözlük yardımıyla, biraz ittire kaktıra okumama rağmen etkilendim. İsveççe olarak romanın bütününü okuyamayacağımı biliyordum ama otuz sayfa kadar ilerledikten sonra Türkiye’ye dönünce nispeten iyi bir çeviri bulup okudum. O zaman Ölü Canlar’ın aslında Rus klasik edebiyat geleneğinin bütün kodlarına sahip olduğunu anladım. Beğenip beğenmemenin çok ötesinde bir şeyden söz ediyorum. Ölü Canlar’ı okuyup hayran olmayan birini anlarım ama onu okumayan birinin de Dostoyevski’nin ya da Tolstoy’un dünyasına girmesinin nispeten zor olduğunu söylemeliyim. Ölü Canlar, altın çağın giriş kapısıdır. Biraz Nabokov gibi konuşuyorum, farkındayım ama o eşiği aşınca Rus edebiyatının şifresini çözmek çok daha kolay oluyor.

Rus edebiyatını başka bir yere taşıyan hatta Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık” dediği Gogol’ün Ölü Canlar’ı için bir önsöz yazmanız istendiğinde ne düşündünüz? Dünyaca ünlü bir klasiğe önsöz yazmak nasıl bir deneyim sizce?

Bütün arkadaşlarım bilir, sevmediğim şeyi yapmam. Kendimi tanıyorum. Sevmeden yaptığım her işi yüzüme gözüme bulaştırmışımdır. Geçmişimde yarım kalmış romanlar, öyküler var. Yayıncım Ölü Canlar’ı telefonda teklif etti bana. Bir an duraksadım. Tabii benim çocukluğumda yaşadığım o ilk tatsız deneyimi düşündüğümü bilemezdi. Suskunluğumu yanlış yorumladı sanıyorum. “Hayda, neden Gogol bana düştü şimdi? O kadar mı evsiz!” demişim gibi açıklamalarda bulundu. “Tamam” dedim ama korktum da. Şanslıydım, romanımı demlenmeye almıştım, iki ay sürem vardı. Yaklaşık bir buçuk ay boyunca Rus klasik edebiyat tarihi çalıştım. Gogol üzerine yazılmış çalışmaları, Nabokov’un hiç barışamadığım kitabını okudum. Tabii bunca yıldan sonra üçüncü kez Ölü Canlar’ı okuyup, yeniden düşündüm. Kendi adıma büyük keşifler yaptığımı söyleyebilirim. Elbette bunlar kısa bir önsöze sığacak şeyler değildi ama benim eksik kalmış bir hesaplaşmamı tamamlamama vesile oldu. Önsöz bir bakıma bu hesaplaşmanın kısa notlarıydı.

Şimdi bir şeyi çok iyi biliyorum ki, bir klasiğe önsüz yazmak bir cüret işidir ama okur da sizin cüretkarlığınız arkasında bir ortak okuma çabası olduğunun farkındadır. Yani klasik okuyan biri, benim yazdığım önsüzün ya da bir eleştiri metninin o romana yeni boyut katma girişimi olmadığını çok iyi bilir. Hatta bir okuma kılavuzu bile değildir bu. Sadece mütevazı bir takdimdir yaptığımız. Hiçbir klasik eserin bir çağdaş yazar tarafından sunulmaya ihtiyacı yoktur çünkü. Zaten bu yüzden klasik olmuştur ya. Kendisini deşifre edebilecek donanıma sahiptir klasikler.

Özetlemek gerekirse, klasiklere önsöz yazmak, sadece okura bir keyifli okumalar temennisidir. 

Rus toplumunu ve coğrafyasını çok iyi bilen, bu kültürü bir imkâna çeviren Gogol’ün sizce 21. yüzyıl’a söyledikleri neler?

Gogol’un ve ardıllarının işi çok zordu. Estetik bir değer yaratmak değil, bunu yaparken aynı zamanda topluma yerel bir kimlik sunmak zorundaydılar. Batı kökenli sanat ve kültür kuşatmasının karşısına yerli ve milli bir homo-slavus ile çıkmak gibi bir misyonları vardı. Zekâ dediğimiz şeyin somut, gündelik tezahürü, engelleri birer imkâna dönüştürebilmesidir. Gogol ve ardılları, kendilerini sınırlayan bu beklentiyi bir altın çağ edebiyatı yaratma şansına dönüştürebildiler. Üstelik bunu yaptıkları coğrafya uzay sonsuzuna doğru uzanan hiçliğin vatanıydı. Pek çok bakımdan dönemin Türkiye aydınıyla Rusya aydını karşılaştırılabilir ve sahiden büyük benzerlikler tespit edilebilir ama unutmamak gerek ki bizim içinde bulunduğumuz coğrafya İpek ve Baharat yollarının bütün imkân ve zenginliklerinden beslenen çok unsurlu, çok katmanlı bir kültürel mirasın yurduydu. Hiçbir şey yapmasan bile, Osmanlı’yı oluşturan elli küsur etnik unsurun varlığı tek başına büyük bir zenginlikti. Rusya, bu anlamda çok daha soyut ve zeminsiz bir coğrafyaydı.

Tolstoy’un, Dostoyevski’nin bir sonraki aşamada evrensel insana ulaşmaları biraz buradan da anlaşılabilir gibime geliyor. Yani bir hiçliğin içinde yaratılan insan, milli ve yerli olsun diye ne kadar çabalasak da evrensel, çırılçıplak insan olmak zorundaydı. Çünkü o coğrafyada millilik de yerlilik de bir sonsuz fonun içinde eriyip giden şeylerdi. Aslında bizim yapmamız beklenebilecek bir şeyi gerçekleştirdi bu adamlar bir bakıma. Yani o evrensel insanı tanımlamak için Anadolu coğrafyası daha uygun gibi geliyor insana ama öyle olamadı. Çünkü bu topraklarda yaşayan aydının sıkıntısı hep şöyle bir şey oldu galiba: Tanımladığı şeyi tanımamak ve bunun için çaba harcamamak. Bruegel’in köylüleri resmetmek için yıllarca onlarla birlikte yaşaması geldi aklıma. Ya da Gogol’un annesine mektup yazarak Ukrayna geleneklerini öğrenmek için çabalaması... Bizde bunun çok örneği yoktur; çünkü biz tanıma çabasını bir tür zayıflık olarak görürüz. Anlama gayreti bir cahillik belirtisi gibi görülür ki tersi olmalıdır. Doğduğumuz gün her şeyi bilerek başlarız hayata ve geri kalan zamanda bildiğimizi göstermek için didinip dururuz. Bilmek ile lanetlenmişiz. Bu yüzden de bilmekten kurtulup tanımak ve tanımlamak gibi bir aşamaya varamamışız bir türlü. Bence yaşadığımız ve en çok aşinası olduğumuz şeyleri bir uzaylı yabancılığıyla anlamaya gayret edemediğimiz sürece onlara temas edemeyeceğiz. Temas edemeyeceğimiz şeyi tanımlayamayız. Tanımlayamadığımız şeyi dönüştüremeyiz. Rus yazarın yaptığı şey tam olarak buydu sanıyorum. En azından altın çağ süresince.

Gogol ve ardılları az önce söz ettiğim yordamla bir kez evrensel insanı tanımlamayı ve anlamayı başardıktan sonra onun üretim ilişkileri içinde nasıl evrileceğini, nereye savrulacağını da öngörebildiler elbette. Akıl alır gibi değil ama Raskolnikov bugünün insanıdır aynı zamanda. Yani şu anda Tarlabaşı’nda bir evde yaşıyor olabilir ve hiç tuhaf gelmez bu bize. Diğerleri de öyle. Ölü Canlar’daki bütün karakterleri bir yerlerden hatırlar gibi olmuyor musun? Zaten adamın romanı üzerine kurduğu ilkesel itirazlar da döneminden ziyade bugünün dünyasına daha uygun düşüyor adeta. O çağda böyle bir şey var mıydı? Yani Çiçikov’un kapı kapı dolaşıp ölmüş insanları satın alması tek kelimeyle “tuhaf” bir şey değil miydi? Oysa bugünün dünyasına ne kadar yakın bir fikir. Facebook’un kullanıcı verilerini satması tam olarak bu değil miydi mesela? Ya da sık verdiğim diğer örneklerden biri, kredi kartı... Ölü canların satılıp-alınması o çağ için tuhaf olabilir ve fantastik bir özellik taşıyabilir ama günümüzde, kazanmadığı parayı harcayan yani kredi kartı kullanan vatandaş tipinin bir alegorisi değil midir? Peki böyle bir kehaneti nasıl beceriyor bu adamlar? Bence bunu tam olarak anlayabilmek için az önce söylediğim şeyi ciddiye almak zorundayız. Tanımadan tanımlamaktan vazgeçmeli... Galiba sonrası geliyor.

​Kehanet, zannettiğimiz kadar zor bir iş değil belki de. Yaşadığın her şeyi o kadar iyi anlarsın ki onun nereye gideceğini de sezersin. Kehanet bu güçlü sezginin ta kendisi işte. Ölü Canlar günümüzün tuhaflıklarını anlatıyor. Bildiğin Çiftlikbank rezaletini açıklıyor. Çünkü orada kandırılan insanları anlama çabasıdır bir yanıyla da. Ama bize yargılamak daha kolay geliyor galiba. O yüzden de anlatacak bir şey kalmıyor elimizde. Bilme hâllerimiz hikâyemizi yiyip bitiriyor. Bilinen bir dünyanın hikâyesi yarım kalmıştır çünkü anlatmak bir anlama çabasıdır aynı zamanda.

İsmail Güzelsoy

Geray Gençer: “Klasikleri edebiyatın sanat eserleri olarak tanımlamayı seviyorum”

Sevgili Geray Gençer, hikâyelerin kapakta kendini bulması sizin için nasıl bir süreçten geçiyor nasıl bir ön çalışma yapıyorsunuz, motive kaynağınız ne oluyor?

Farklı disiplinlerden, farklı konulara duyduğum merakın, özelikle sinemaya duyduğum tutkunun bir tasarımcı olarak beni devamlı şekillendirdiğine ve motive ettiğine inanıyorum. Nitelikli her tasarım projesinde olduğu gibi tanımlama, araştırma, analiz ve geliştirme süreçleri üzerinden projenin taslaklarını hazırlıyorum yazar ve editörlerimizle bu taslaklardan birine karar veriyoruz seçilen çalışmayı geliştirip baskıya hazır hâle getiriyorum.

Yüzyıllardır süregelen bir iletişim nesnesi olan kitaplara bugüne kadar bine yakın kapak tasarımı yaptınız. Dünyanın en önemli klasikleri arasında yer alan bu beş kitap için nasıl bir yol izlediniz?

Klasikleri edebiyatın sanat eserleri olarak tanımlamayı seviyorum. Yayıncılık alanından biri olarak bu tür değerli neşriyatı ticari kaygıların çok ötesinde özenle hazırlamayı mesleki bir sorumluluk olarak görüyorum. Yayınevi olarak da bu bakış açısıyla yola çıktık. Edebiyat dünyasının başyapıtlarını özgün dillerinden çeviriler, usta yazarların önsözleri ve özel bir üretim sürecinin sonunda bir araya getirdik. Amacımız bütün klasikleri okuyucuyla buluşturmak. Buna da en bilinenlerden başladık uzun soluklu bir külliyat olacağını tahmin ediyorum.

Geray Gençer

Bugüne kadar Türkiye’de ve dünyada binlerce kapak tasarımı yapılan bu kitapların tasarımları için imtina ettiğiniz bir nokta oldu mu? Klasiklere kapak tasarımı yapmak zor denebilecek bir üretim mi?

Konu klasikler olunca herkesin hatta kitapları okumamış kişilerin bile kitaplar hakkında bir fikri olabiliyor. Daha önce sayısız kez farklı yayınevleri tarafından basılan ve farklı tasarımcılar tarafından kapakları tasarlanan bu kitaplar için özgün illüstrasyonlar hazırlamayı tercih ettim. Kitabın iç dünyası konusunda bir adım geride duran, okuyucunun hayal gücüne yer bırakan ancak güncel tasarım anlayışına uygun soyut illüstrasyonlar.

​Sert kapak, iplik dikiş gibi iyi üretilmiş bir kitabın olmazsa olmazları iç sayfalarda kullandığımız geniş marjlara sahip ferah sayfa düzeniyle bir araya gelince okuyucunun metne odaklanmasına katkıda bulunan dayanıklı ve kaliteli bir seri ortaya çıktı.

0
14860
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage