Genç öykücü Onur Selamet'in keşfedilmemiş evrenin kapılarını aralayan ilk kitabı Ölü Dalgıcın Sonbaharı üzerine bir yazı.
Ölü Dalgıcın Sonbaharı, kitapla aynı ismi taşıyan öyküyle başlıyor ve okuyucuyu hayrete düşüren bir üslupla, bambaşka dünyaların dilini bize çevireceğinin mesajını veriyor. Kısacık bir öykü kitabıyla gerçeküstünü içinizdeki zerreye kadar deneyimlemek istiyorsanız, buyurun sizi sonbaharda ölü bir dalgıcın peşindeki maceraya alalım.
Kitabı ilk kez açıp bir yarım saatlik okumadan sonra ilk düşündüğünüz şey, yazarın ne kadar cesur olduğu oluyor. Bunu söylemekle birlikte sanırım şunu da belirtebilirim; bu kitap tedirgin okuyucuya göre değil. Onur Selamet, kelimelerini gözlerimizin alıştığı cümle dizilimleri içerisinde kullanmak için eğip bükmek yerine, öyle noktalara götürüyor ki “Olay nasıl gelişti, hiçbiri bilmiyor.” Siz de aynı bu şekilde, kendinizi bu yepyeni dünyada nasıl bulduğunuza anlam veremiyorsunuz.
“Onların uzmanlık alanı dünyadan gidiş üzerine. Gidemeyiş de ilgilerini çekiyor, evet. Ama geliş kesinlikle kardeşlere göre değil.”
Onur Selamet’in de uzmanlık alanı belli ki dünyadan gitmenin bir yolunu arayanlara rehberlik etmek. Balinanın midesindeki ormana seyahat eden bir dalgıç, istasyondan artık ayrılması gereken bir şef, Aksak Karabasanlar, gökyüzündeki girdaptan hakim yaratan o mehtap, korkunç kaderinden çizgi filmlere sığınan bir kız, paten giymiş örümcekler ve ölümden dönüp kafa ütüleyen bir dayı. Hepsi bir yerlere gidiyor, gitmek istiyor ya da gitmesi gerekiyor. Gittikleri yerler bizim bildiğimiz dünyalara hiç benzemiyor. Oralarda aylar taştan değil, peynirden. Gitmek isteyip de nereye gideceğini bilemeyenler için harika bir rehber. Fakat sizi şimdiden uyarmalıyım; bu dünyalar her zaman arzu ettiğiniz kadar günlük güneşlik değil. Çoğu zaman karanlık, tehlikelerle dolu, nereden ne çıkacağını ancak yazarın bildiği çatılı ormanlardan oluşuyor.
Yazar, üslubunu ve dünyasını meşru kılmak için saygıdeğer bir çaba sarf ediyor. Haklı da. Mağaramıza indiğimizde bulduklarımızın meşruiyeti bizden sorulur. Mağarasına inen maceracılara uzaktan saygı duymaktan başka bir şey yapamayız. Ancak oradan geri dönmediklerinde; ellerimizde meşalelerle maceracıyı aramaya gideriz. Onu baygın, bitkin, üstü başı kanlar içindeyken bir zindanın girişinde bulursak, ondan bir kanıt bekleriz. Mağaraya gerçekten indin mi? Bize ne iksirler getirdin?
Selamet, bu sorulara cevap verirken hiç tedirgin değil, tüm çıplaklığıyla, mağarasını bize tasvir ediyor. İçimizdeki, var olduğumuza dair tüm sorgulamaları, bize iş düşürmeyecek biçimde kendi kendine yapıyor. Sonra da önümüze birkaç seçenek sunuyor. İşte diyor; ben mağarada bunları buldum. Hangisini seçtiğin sana kalmış. Okuyucunun karşısına böyle tüm çıplaklığı ve samimiyetiyle çıkmak, ilk kitaplarda görmeye alışık olmadığımız, biraz suçlu, biraz röntgenci, ama her anlamıyla harika bir haz yaratıyor.
“Hayat, korkunç, gaddar hayat ruhumuzu kuruttu, en derinimizdeki Ben’imizi çaldı; acımıza dayanamayıp sürekli haykırmamak, ne kaybettiğimizi unutmak için en çocuksu takıntıların peşine düşüyoruz... Sırf unutmak için.” – Gustav Meyrink, Kardinal Napellus
Öykülerine seçtiği alıntılarla, Selamet, âdeta öte dünyalardan bizlere makaleler hazırladığını kanıtlıyor. Bu alıntılarsa onun kaynakçası görevini görüyor. Bilinçaltına açılan kapıların girişlerini temizleyenlerin yolundan elinde bir fenerle bize yol gösteriyor.
Haydi bir hikâye kuralım; gece oldu. Dolunay gökyüzünden size bir şeyler söylemeye çalışıyor. Pencereniz ya da balkonunuzdan komşularınızın horlamalarını dinlemekle uğraşıyorsunuz. Ne onları duyuyorsunuz, ne de perdelere vuran televizyon ışıklarına bir anlam verebiliyorsunuz. Dolunayı ise anlamanız mümkün değil. Neden size böyle ısrarla bir şeyler anlatmaya çalışıyor? Gözlerinizin içine bakıp da söylemek istediği şey ne?
İşte bu sorunun cevabını Onur Selamet’in Ölü Dalgıcın Sonbaharı kitabında bulabilirsiniz. “O an”larda açıp okumak için harika bir kitap sunmuş bize Dedalus.
“Dünyadan çıkanlara ne oluyorsa oluyor. Bilmiyoruz. Onları şanslı sayıyoruz. Talih kuşunun soyu çoktan tükendi ve herkes, en az bir defa çıkış kapısını zorluyor. Okullarda ya da evde öğretilmese de, kaçış fikri zihnimizin derinlerine çivili. Dünyaya kaçmak için geliyoruz.”
Kafayı dünyadan kaçmakla bozmuş bu yazar, kesinlikle kendi hezeyanlarını bize dayatmıyor. Onur Selamet’in ısrarlı çığlığı, onun değil, bir neslin çığlığı. Türkiye’nin kayıp nesli (!) sanatla dile dökülmeye başladı. Bu neslin içinde bulunduğu zindanı, fark edilecek kadar korkunç hale getiren gardiyanlarsa rahatsız. Onur Selamet, yalnız olmadığını biliyor. Bundan cesaret alıyor. Ona ilham veren, kitabın da ilk alıntısı olan Roverandom’un yazarı J.R.R. Tolkien’in, “Kaçış fikri en çok gardiyanları rahatsız eder,” sözü olmalı.
Eğer kaçış fikri sizi de rahatsız etmek şöyle dursun, heyecanlandırıyorsa, sizleri Onur Selamet’in “huzursuz çizgisini rahata erdirdiği” bu harikasına, bir neslin tünel kazma planlarına davet ediyorum.
Görseller: Claudio Grosso, Kathryn Dygon