Öyküleri ilk kez dilimize çevrilen Miroslav Penkov’un Batının Doğusu – Öykülerde Bir Ülke isimli kitabı üzerine bir deneme.
Öteki ya gözünde büyüttüğündür ya da hor gördüğün. Yaklaşmayı denediğinde ise onunla bir olduğunu görebilirsin. Edebiyat bu yüzden evrensel. Ve Miroslav Penkov’un Batının Doğusu – Öykülerde Bir Ülke’deki öyküleri bu yüzden güzel. Çarpıcı. Şaşırtıcı. Ayıltıcı. Ve tanıdık.
Kapı komşumuz Bulgaristan tarihinden esinlenmiş öyküleriyle Penkov, dostane bir mizah ve şefkatli bir hiciv katarak edebiyatın yakınlaştırma gücünü sonuna kadar kullanıyor. Türkiye, yakın tarihinde, Kurtuluş Savaşı, kimlik politikaları ve darbelerle savrulurken aynı Karadeniz kıyılarını paylaştığımız Bulgaristan’da neler oluyordu? Sınırları içinde Bulgarların yanında Sırplar, Makedonlar, Rumenler, Çingeneler ve Türkleri barındıran, yıllarca Osmanlı boyunduruğunda kaldıktan sonra, Balkan Savaşları’yla bölünmüş, önce çarlık sonra komünizm ile yönetilmiş, Türkiye’ye toplu göçler vermiş bu Balkan topraklarında, yani Batının Doğusu komşumuzda neler yaşandı?
2001 yılında Psikoloji lisans eğitimi için Amerika’ya gitmiş ve ardından Yaratıcı Yazarlık yüksek lisansına devam etmiş ödüllü Bulgar yazar Penkov, Batının Doğusu hikâyelerini farklı kültürleri tanımış biri olarak taraf tutmadan insani duygulara odaklanarak şekillendiriyor. Psikanalizde, savaş, soykırım veya göç gibi büyük travmaların sağlıklı bir şekilde aktarılabilmesi için araya üç nesillik bir zaman dilimi girmesi gerektiği söylenir. Kitaptaki ilk hikâyesi “Makedonya” ile Penkov, üç nesli bir araya getirerek tam da bunu yapıyor. Özlemin, kıskançlığın, öfkenin ve yasın sağlıklı bir şekilde paylaşılabilmesi için kapı aralıyor. Öykülerin ortak tınısını duymak için önemli bir açılış. Öykünün ana karakteri, kendini “yürüyen bir ağrı” olarak tanıtan aksi ihtiyar, karısı ile birlikte bir bakım evinde kalmaktadır. Evini kızı, damadı ve torununa bırakmıştır. İnme inmiş ve artık konuşmaktan çok, bir şeyler geveleyen karısı Nora dışında pek de şikayet edilecek bir durumu yoktur aslında. Ta ki karısının mücevher kutusunda eski aşığına ait mektupları barındıran not defterini bulana kadar. Bu mektuplarla geçmişi daha fazla düşünmeye başlayan karakter, mektupları okuyup karısıyla aralarındaki sırlar azaldıkça kendi geçmişiyle de yüzleşir – deyim yerindeyse nesil atlar. Bu süreçten geçtikçe artık konuşamayan karısına yaklaşmanın yanında hem kızı hem de torunu ve tabii ki kendisiyle daha sağlıklı ilişkiler kurmayı deneyeceğine tanık oluruz. Hikâyenin yüzleşmeye gebe olduğunu, Penkov hikâyenin henüz başlarındayken hemen sezdiriyor. İhtiyar, aşk mektupları yollayan kişinin ismini okuyup düşüncelere dalmıştır: “Bay Peyo Spakov. Bir isim ancak bu kadar sıradan olabilir. Eğitimsiz, cahil, dar kafalı bir köylüydü herhalde. Tarla sürerek, odun keserek, sürü güderek doyurmuş olmalı karnını. Peltek ya da kekemeydi muhtemelen. Hayatı boyunca yaptığı işler yüzünden de kambur kambur yürüyordur. Aniden kendimi tarif ettiğimi fark ediyorum.” Bu ilk hikâye kitaptaki diğer hikâyelerin başlıca özelliği diyebileceğim yüzleşme (başkasıyla, kendinle ve geçmişinle) ve başkasını (komşunu) içinde bulma temasına iştah açıcı bir örnek.
Nesiller arası diyaloğu açan bir diğer hikâye “Lenin’i Satın Almak”. Komünizmin yıkıldığı Bulgaristan’da, Lenin’in komünizm mirasına sahip çıkmaya çalışan dede ile Amerika’ya gidip kapitalizmle kirlenmiş torunu, okyanuslar arası iletişimle aralarındaki nesil farkını aşmaya çalışırlar.
Onun hemen öncesindeki “Batının Doğusu” adlı hikâyede ise, ana karakter Burun, yine yıllar sonra gerçeklerle yüzleşecektir. Savaş sonrası, bir zamanlar Bulgaristan’a ait köy, sınır tayin edilen nehir ile bir anda Sırbistan ve Bulgaristan olarak ikiye ayrılmıştır. Aynı evi paylaşırken birden komşu olmuşlardır. İki kuzenden biri Levi’s blucinli ve Milka çikolatalı Avrupalı, biri Levi’s blucinsiz ve Milka çikolatasız Bulgardır artık. Vera Sırbistan, Burun Bulgaristan tarafındadır ama onları ayıran sınır aynı zamanda buluşma noktalarıdır bundan sonra çünkü beş yılda bir düzenlenen, ayrı düşmüş halkın tekrar buluştuğu Sbor adlı şenlik burada gerçekleşir, gizli buluşma noktası batık kilise buradadır ve birbirlerine yazdıkları mektuplar o nehri aşarak gelir. Önceleri sadece Levi’s pantolon yani daha zengin bir hayat demek olan Vera, kesilmeyen diyalogları sayesinde, zamanla özgürlüğü de simgeler. “İnsanı toprağa ya da suya bağlayan şey insanın kendisi de değilse nedir?” der Burun gerçeklerle yüzleştiğinde. Takip eden diğer öykülerde ideolojiler ve politika tıpkı bu hikâyelerdeki gibi hep dış ses olarak fonda bağırırken karakterler yine de iç seslerine kulak verir, yüzlerini öteye çevirmeden birbirlerine insanca bakabilirler. “Mektup” hikâyesinde hırsız çingene Maria, “Yuki’yle Bir Resim”de çocuk sahibi olmak için yollara düşen evli çift, “Haç Hırsızları”nda iki serseri arkadaş, “Gecenin Ufku”da babasının kızı Kemal ve “Devşirme”de Elli’nin babası geçmişi düşündükçe ve anlattıkça sınırları aşacaktır.
Hikâyelerin tema ve kurgusu kadar kullanılan dil de Penkov’un öykülerini güçlendiren etkenlerden biri. Mizah barındıran diyaloglar ve dolambaçsız bir seyir izleyen anlatımının yanı sıra, çeviriye başvurmadan yerel kültüre ait kelimeleri bir fincan şeker gibi okuyucuya ödünç vermesi komşuluğun pekiştirilmesinde önemli bir rol oynuyor. “Rakia”, “dechko”, “Zdrasti” veya “buhti” gibi kelimeler kitap bittiğinde belki aklımızda kalmayacak ama komşuluk duygusunu koruyacak unsurlar.
Öykücülüğe yeni bir soluk getiren Yüz Yayınları etiketi ve Kübra Kelebekoğlu’nun özenli çevirisi sayesinde tanışma fırsatı bulduğum Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke son yıllarda şiddetini yükselten kimlik politikalarına karşı komşuluğu hatırlatan, bu dünyayı paylaşma gerçeğiyle yüzleşme konusunda benim için umudu tazeleyici bir okuma deneyimiydi.
Görsel: Aurel Manea