13 EKİM, CUMA, 2017

Dünyayla Yaralı: Nilgün Marmara

"Bazıları ölüme daha çok yaşayarak çalışır, bazıları ise daha çok yazarak çalışır ölüme. İlkinin yaşaması, ikincinin yolculuğu uzun sürer." Haydar Ergülen'in arkadaşı Nilgün Marmara için kaleme aldığı bir yazı. 

Dünyayla Yaralı: Nilgün Marmara

İçine kanatlandığı günün ertesinde Nilgün’le Kağan’a gidecektim. Nilgün, Kağan diye yazıyor. Çok yalnızdım ve başka yalnızlar gibi, başka yalnızlarla birlikte sık sık Kızıltoprak’taki eve gidiyordum ben de. O yalnızların başında elbette Ece Ayhan gelir. Cemal Süreya gelir, birbirinden iki yalnız gelir. İlhan Berk, Tomris Uyar, Tevfik Akdağ’ı da görmüşümdür orada. Sonra Nilgün’ün arkadaşları gelir, öyleyse şimdi onlara ‘Nilgün yalnızları’ ya da ‘Nilgün’ün yalnız bıraktıkları’ demek gerekir: Gülseli İnal, Ahmet Soysal, Lale Müldür, Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, ben, bazen Akif Kurtuluş, Mustafa Irgat, Boğaziçi’nden Cemal. Şimdi edebiyat yapıp Boğaziçi Üniversitesi’nde Nilgün’ün oturduğu Umutsuzlar Merdiveni'nden mülhem Yalnızlar Merdiveni'ne sıralanırdık demek mümkün, ama yeri değil, hem de öyle değil.

Bazı insanların aramıza bıraktığı bir ‘anı’dan fazla bir şeydir, başka bir şeydir. Hem ‘olma’yı hem de ‘olmama’yı seçmiş, demek ki aslında ‘olmayacak’ şeyi seçmiş insanların ‘anı’sı bir yolculuğa dönüşür. Böylece bir anı olarak zamanla küllenecek o şey, ara sıra karıştırılarak bir yaşantılar avlusunun kapısını yeniden aralar, aramızda olmayanı uzun bir yolculuğa çıkarır. O yolculukta gözü olsa da/kalsa da, o yolu, o yolculuğu, belki de o yolcuyu göze alamayanlara mahsus bir yolculuktur onunkisi. Henüz buradayken, dünyadayken başlamış, ilk adımlarını atmış, yolculuğu hecelemeye durmuştur aslında.

Sylvia Plath çalışıyordu, şiirlerini çalışıyordu, ölümünü çalışıyordu, ölümüne çalışıyordu: ‘Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratır?’ diye soruyordu. Bazıları ölüme daha çok yaşayarak çalışır, bazıları ise daha çok yazarak çalışır ölüme. İlkinin yaşaması, ikincinin yolculuğu uzun sürer. Ölüme çalışmanın başka biçimleri de vardır elbet ve yazarak çalışanlar onlardan da beslenir. Ne kadar kalabalık olursan yaşarken, ölüme de onca yalnız gidersin, ölüme giderken yalnızlığını çoğaltırsın belki böylece.

Eylemi ‘aradaki’ gerçekleştirir. ‘Arada’ sonsuza kadar kalınamaz çünkü, ‘arada’ olmanın/kalmanın böyle bir durum olmadığını en iyi ‘aradaki’ bilir. ‘Aradakinin Bilinci’ ya da ‘Ara Bilinç’ diye bir şey olmalı bu. Daha doğrusu başkalarına ‘arada’ görünen şeyin kesinliği, çarpıcılığı, sertliği diyelim buna: “Hep yürüyen biri olmak istenmez, yürümek sürekli izlenimdir, duraklamak ve düşünceyi beklemektir yolun varlık kanıtı. Dural bir yol isterim, öyle bir yol ki hem yürüyüş duyumunu yaşatacak hem de duruk” diye yazmış 21 yaşında. 23 yaşında “Borçluyuz daha çok yaşamaya!” demiş, 24’ünde ise ‘arada’ olmaya isyan etmiştir: “...Burada daha ne kadar öleceğim? Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu haraca kestiğimiz yerde? Ben size alışamam.” Onu sokakta da, meyhanede de, evinde de görenlerden Cemal Süreya’nın farklılığına yakıştırdığı adıyla ‘Zelda’, yine onun sözleriyle  “Bu dünyayı, bir başka dünyanın bekleme odası olarak görüyordu.”

Adını ilk kez Ece Ayhan’ın günlüklerinde, muhtemelen Yeni Defterler’de okumuştum, Gümüşlük’te Kağan’la Sysyphos Pansiyonu işletiyorlardı ve Ece Ayhan da orada kalıyordu. Sonra İlhan Berk’in “Littera Amor” şiiirleri yayımlanmaya başlandı, İlhan Berk’in deyimiyle bu şiirler ‘Büyük Nilgün’ içindi. Ece Ayhan İstanbul’a gelip Büyükada’da Sena ve Doğan Kemancı’nın evinde kalmaya başladığında hafta sonları Nilgün’le, başka arkadaşlarla Ece’yi ziyarete giderdik. Sonra Ece, Nilgün’le Kağan’ın Kızıltoprak’taki evlerine yerleşti. Ve onunla birlikte ev cumadan pazar akşamına kadar yeni bir toprak, yeni bir ada oldu.

1984, Nilgün, Ece Ayhan ve Haydar Ergülen. Fotoğraf: Doğan Kemancı.

Sena ve Doğan Kemancı’nın Büyükada’daki evinde.

Şimdi herkesin, o dönemde o eve giden herkesin Nilgün’e ‘aşık’ olduğu söyleniyor, yazılıyor. Efsanenin can alıcı bölümü burası elbette. Ben daha inanılmazını okudum internette, efsaneyi vıcık vıcık bir hale sokmak için ‘komplo teorisi’nin nasıl kurgulanabileceğine o anda inandım. Nilgün’ü kendisi gibi bir ‘müntehir’ olan şair Kaan İnce’yle birbirlerine sevgili yapmışlar ve ikisinin de ölüm nedenlerini birbirine bağlamışlar ve daha...Birisine herkes ‘aşık’ olunca aslında hiçkimse ‘aşık’ sayılmaz. Ve herkesin aşkı ‘açık’ olduğu için de, bu durumda, ancak ‘edebi’ bir aşk sayılır bu. Bence.

Nilgün'ün günlüklerinden derlenen Kırmızı Kahverengi Defter’de bir ‘kadın’lar sıralar: “Rüzgarla/Yanan kadın/Mahzun köpeğe sırtını dönen kadın/Şiir yazan, canına kıyan kadın/Kürekçi erosun kayığındaki kadın/ Çiçek kadın/Seyyah kadın/Bahçe kadını/Masa kadını/Pencere kadını/Çoğul kadın/ Çocukluk kucağında kadın/Martı tüyü kadın/Çöl zambağı kadın/Kontrat imgesi kadın/ Köpük kadın/Şafak kadın/ Durgun Hayat Kadını”. En çok hangisiydi Nilgün, belki de hepsi birdendi ve o hepsinden de fazla olduğu için eksilmek istiyordu. Şiir yazdığını bile fazlalık sayıyor ve kimseye söylemiyordu. Sonlara doğru paylaşmaya başladı. Beyaz’da yayımladı, sonra biz Şiir Atı’nda yayımladık. Hepsi bu. Gidişinden bir yıl sonra yayımladığımız Daktiloya Çekilmiş Şiirler’i bana 13 Ekim 1987’den bir ay önce getirmişti. Mahcup kadını eklemek isterim yukardaki sıfatlara yalnızca. Ve neredeyse utana sıkıla elindeki daktilo edilmiş sayfaları açarak, bunların 10 yıldır yazdığı şiirler olduğunu ve okumamı, beğenirsek Şiir Atı Yayınlarından basıp basamayacağımızı sordu. O sayfalar hala bendedir. Hemen okudum ve birkaç gün sonra telefon ederek yayımlayacağımızı söyledim. Çok sevindi, sanki üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladığını söyledi. Ben de sevindim. Hem çok şaşırtıcı şiirler vardı dosyada, hem de çok iyi bir şairi haber veriyordu.

O günlerde hayatımın ilk büyük ve uzun yalnızlığını yaşıyordum, ben askerliğimi yapmak üzere bir adaya, Kıbrıs’a, sevgilim eğitimi için uzak bir adaya, İngiltere’ye gitmişti, ben 1,5 yıl sonra dönmüştüm, sevgilim, hala ‘sevgilim’ diyordum, neredeyse dört yıldır dönmemişti. Nilgün ve Kağan’la konuştuk, ’gel bize’ dediler, 14 Ekim akşamı onlara gidecektim, doğumgünü bahane, içki içecektik. Nilgün 13 Ekim akşamı içine kanatlanıp hepimizin kabuğunu biraz daha inceltmeseydi eğer! “o, ruhunu dışarıda bırakmayan çıt-kanat/yoktu ki şehirde konacak yeri, duydum/kanatlandı içine, başkasının gövdesine/sığınan bir ruh gibi kırıldı, duydum:/.../meğer ateşli bir hastalıkmış hayat!”

13 Şubat 1958-13 Ekim 1987: O şimdi herkesin ‘efsane’si, bizimse yalnızca arkadaşımızdı. Doğum günün kutlu olsun benim güzel arkadaşım.

0
48086
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage