Ütopyalar insanlığa sunulmuş, vaat edilmiş tatlı bir düş ise, distopyalar birer karabasandır. Belki de insanı harekete geçiren en temel duygulardan biri korku olduğu için, distopyaların etkisi ütopyalardan daha güçlü olmuştur. Bilinmezliğiyle insanı hem büyüleyen, hem de korkutan dünyanın geleceği üzerine en çok yazarlar kafa yormuşlardır belki de. Büyüsü bozulmuş dünya, artık sadece ruhlara değil, zihinlere de dehşet salıyor.
Distopyalar, yayınlandıkları andan itibaren şimşekleri üzerlerine çekmişlerdir. Çoğu, politik eleştirilerin de hedefi olan distopyalar bana kalırsa, fantastik edebiyatın muhalefet etme yönünü en çarpıcı şekilde gösteren eserlerdir. Bu yazıda, ütopyalardan beni en çok etkileyen ikisine değinmek istiyorum yalnızca. İlki, Thomas More’un Ütopya’sı diğeri de Ursula Le Guin’in Mülksüzler’i. Distopyalardan ise adlarını mutlaka anmak gereken, edebiyat çevrelerince “Kara Dörtleme” olarak da anılan; Biz, 1984, Fahrenheit 451 ve Cesur Yeni Dünya, üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Düşler
Thomas More’un 1516 yılında yazdığı “Ütopya”, yok ülke kavramını edebiyata kazandırırken, bize hiç kimsenin özel mülk kavramını bilmediği bir ülke anlatır. Aynı tarzda, kilitsiz evlerden oluşan bu ülkede herkes istediği eve girebilir. Zaten 10 yılda bir evler değiştirilir ki aidiyet duygusu oluşmasın. Evler gibi kıyafetler de benzerdir. İnsanların çalışma süreleri sadece 6 saattir. Hiç kimsenin kendine ait bir şeyi yoktur fakat herkes zengindir bu olmayan ülkede. Ütopya’da havyaları insanlar değil, onların köleleri öldürür. Böylece insanlar bu vahşi eylemden uzak tutulmuş olur! Sadece zorunlu hallerde savaşa girilen bu ülkede, altın ve gümüş savaş günleri için saklanır. Her ne kadar ilk anlatımda tüm bunlar insana cazip gelse de, yine tek tipleşmeden kaçınmak mümkün değildir. Ayrıca eşitlikçi bir anlayış gibi gözüken bu sistem, altını kaldırınca soyluları ve bilgeleri kayırır. Yine de yazıldığı yıl için tam bir başkaldırı olduğu kesin.
Ursula Le Guin, fantastik edebiyat okurlarının daha çok Yerdeniz Büyücüsü ile tanıdığı bir isim belki de, ama onu ülkemizde tanıtan ilk kitabı, Mülksüzler’di. “Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” cümlesiyle sizi bir anda tarafsız bir gözle anlatacağı iki ayrı dünyaya davet eden Mülksüzler, yazarın metinle kurduğu mesafeye de iyi bir örnektir aslında. Mülkiyet kavramına, kadın ve erkek açısından da bir tanımlama getiren roman, sizi ideal dünya üzerinde düşünmeye zorlar. Bugünün baskıcı ortamına da bir gönderme yapar Le Guin. Belki de bu, dünyanın her dönem bu baskılarla karşılaşacağının bir habercisidir. “Düşünceler baskı altına alınarak yok edilemez. Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir. Düşünmeyi reddederek, değişmeyi reddederek.”
Kabuslar
Distopyalardan, adını andığım dört romanın ortak bir özelliği de farklı tarihlerde kaleme alınmış olmalarına ve aradan geçen yıllara rağmen, güncelliklerini ve evrenselliklerini korumalarıdır. Her okumada sizi farklı satırları çarpar ama mutlaka çarpar! Siyasal görüşünüz ne olursa olsun, hangi dine inanırsanız inanın, bu dört roman ruhunuzdaki bir gedikten içeri sızmayı başarır ve sizi, romanda tarif edilen acımasız gerçeklikle sarsar, tersyüz eder. Bazı romanlar “cinsiyetsiz” ve “zamansız” dır.
Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in İthaki Yayınlarından çıkan “Biz” romanı, birçok distopyanın esin kaynağıdır aslında. İngilizce olarak, 1924’te yayınlanmıştır. Zamyatin’in, 1988’e kadar hiçbir eseri kendi ülkesinde yayınlanamamıştır. İnsanın birey olmaktan çıkarak, bütünün bir parçası olmasını konu alan Biz romanında yine totaliter bir rejimin yansımaları görülür. İnsanların isimlerle değil, numaralarla adlandırıldığı bu dönemi bize, D-530 anlatır zaten. Mahremiyetin olmadığı, aşırı saydam bir toplum söz konusudur. Bu, hayal gücünün bir hastalık olarak görüldüğü çağın öyküsüdür. Beni bu romanda etkileyen diğer bir yan ise, insana yaklaşımıdır. “İnsan son sayfasına kadar ne olacağı bilinmeyen bir roman gibidir.”, der Zamyatin. Betimlediği çağda, insan yüzleri düşlerin çılgınlığına bulanmamıştır. Tüm iktidarların arzuladığı ideal vatandaş tanımı, bu olsa gerek.
Aldous Huxley’in 1932 yılında yayınlanan, Cesur Yeni Dünya kitabı, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde başlar ve bizi Ford’dan sonraki 632 yıla götürür. Bize yeni dünya devletinin sloganını belirtir. “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar” Toplumsal istikrar için kullanılan yöntem, günümüzde önemi yeni yeni anlaşılan hipnopedya’dır. Bu yöntem sayesinde herkesin mutlu olduğu, çalıştığı, eğlendiği ama kendi kendine üremediği, üretildiği bir dünyadan bahseder bize. Herkes herkes içindir, sloganı ile anne ve babalığı müstehcen kabul eden bir anlayışın hüküm sürdüğü, aşksız bir zaman vaat edilir. Huxley’in 1946 yılında yeni baskı için kaleme aldığı önsözde belirttiği gibi, bu olanları gelecek altı yüzyıl sonrasına atmasına gerek yoktur, bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökecek gibi görünmektedir. Bu sınırları devletçe çizilmiş dünyada, devletin daha mutlu bireyler olsunlar diye, topluma ücretsiz dağıttığı soma’lar, şimdinin bol keseden reçetelenen antidepresan haplarıdır belki de.
George Orwell’in 1948 yılında yazdığı ve 1984 yılını düşlediği ve gelecek için yalnızca bir kâbus gördüğü romanı, Türkiye’de Can Yayınları tarafından zekice bir sunumla ilk kez 1984’te yayınlandı. Düzene, hatta sosyalizme genel bir saldırı olarak görülen kitabın basılması için yazarının epeyce uğraşması ve beklemesi gerekmiştir. Yine günümüzdeki dünyamıza çok yakın betimlemelerle, müthiş bir öngörü sezilmektedir bu romanda. Burada, toplum büyük bir gözaltındadır. İnsanların en insani yönlerini yitirecekleri, ruhlarını kaybedecekleri ama daha kötüsü, bunların farkında olmayacakları bir zamanın geleceğine dair, keskin bir uyarı yapmıştır Orwell. Bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun geleceği olabilir mi? Düşünce Suçu’nun düşünce polisince cezasız bırakılmadığı bir toplum, ne kadar da tanıdık oysa. Büyük Birader’in sürekli sizi izleyen gözleri, Biri Bizi Gözetliyor’un ilk çıkış noktası mıdır yoksa? Bu sistemde evliliğin kabul gören tek biçimi, düzene uygun çocuklar yetiştirmektir. Aşk evliliği, ciddi bir suçtur. Erotizm, daha da fena!
Kitap kâğıdının yakılması için gerekli ısı derecesi olan Fahrenheit 451 ise, Ray Bradbury’nin neredeyse günümüzdeki kitap sansürlerinin geldiği trajikomik hali görerek yazdığını düşündüğüm bir roman. Görevi evlerde bulunan kitapları yakmak olan bir itfaiyecinin, Gay Montag’ın uyanışını konu alan roman, kültür erozyonunun toplumu sürükleyebileceği en çarpıcı noktayı ustalıkla işaret ediyor. Televizyon karşısında tüketilen yaşamlara, en sert eleştirilerden biri. Yine de umutlu bir sona sahip. Bradbury, insanlardan umudunu kesmemişti belli ki. Günümüzdeki durumu görse, herhalde farklı bir son yazmak isterdi.
Kısacası ütopyalar, insanların en masum düşleriyken, distopyalar olası karabasanlardır. Her geçen gün, insanlığın kötülüğün farklı boyutlarını keşfettiği bu yüzyılda, toplumsal bir karabasan yaşamıyor muyuz zaten? Artık distopyaları hayal etmek çok daha kolay, oysa bir ütopyaya can vermek neredeyse imkânsız! Çünkü insanlık düşlerini kâbuslara teslim ediyor; hem de kendi eliyle.