İrem Uzunhasanoğlu ile okurları 90’lı yıllara götürerek belleklerini harekete geçirdiği, 20 yıl birbirinden ayrı kalmış iki eski dostun, Öykü ve Firuze’nin hikâyesiyle tanıştırdığı romanı Evvel Bahar’ı konuştuk.
İrem Uzunhasanoğlu üçüncü romanı Evvel Bahar’da uzun süredir görüşmeyen iki dostu buluşturup hikâyelerini bize aktarırken zemheri kışlarının er veya geç bitip evvel baharların geleceği vurgusunu yapıyor. Kendisiyle Evvel Bahar odağında yaptığımız söyleşide aynı hayat gibi bir parçalanmadan ziyade bütünlenmeye vurgu yapmak istedik.
Evvel Bahar ilk olarak ismiyle etkiledi beni. Öykü ve Firuze’nin yirmi yıl süren ayrılıklarından sonra, yirmi yıl önceki dostluklarını tekrar kurmaya çalışmalarının hüzünlü hikâyesi hepimize tanıdık gelebilir. Toplumsal belleğimizde bilerek veya bilmeyerek bulunduğumuz zaman içerisinde ortak hikâyeleri yaşayıp, ortak duyguları paylaştık. Çünkü zemheri kışlardan sonra evvel baharların hatırası her an filizlenecek şekilde hepimiz için oradaydı.
Yüksek öğreniminize baktığımızda ve akademik kariyerinize edebiyat baştan sona ve hâlihazırda devam eder şekilde hep var. Edebiyat üzerine planlanmış bu yapının başlangıç noktasını merak ediyorum. Edebiyatla olan ilk temasınız ne zamandı?
Benim hatırladığım tek bir gerçeğim var, o da çok erken yaşlarımdan beri odama kapanıp kitap okuyup, yazı yazdığım. Anneannem İstanbul’da edebiyat fakültesinde okumuş, Yahya Kemal’i, Reşat Nuri’yi tanımış, onlarla ilgili anılarını anlatırdı. Büyüdüğüm aile evimizde de bir kütüphanemiz vardı, annem tarih romanlarına çok meraklıydı, bir roman okur, sonra bana tavsiye ederdi. İlk ve orta okul yıllarım hep günlük tutarak ve kitap okuyarak geçti. Lise yıllarımdaysa tiyatroya merak sardım, hem oynuyor hem de oyun yazıyordum, denemeler ve öyküler kaleme alıyordum. Yabancı hocalarımız sayesinde İngiliz ve Amerikan edebiyatıyla tanıştım. Matematiğim ve fen derslerim her zaman zayıftı ama söz konusu Türkçe ve İngilizce edebiyat olunca akan sular duruyordu. Üniversitede filoloji okumaya karar vermiştim zira kazandım da. Birçok insan “Edebiyat okuyunca ne olacaksın?” diye sordu. Bense sadece bir hissikablelvukuyu takip ettim, bir tutkunun peşine düştüm. Edebiyat benim sığınağım, limanım, büyülü ormanımdı. Dışarıda fırtınalar eserken, içeri kaçıp sığındığım korunaklı dünyamdı. Peter Pan’in penceresi, Alice’in tavşan deliği gibi büyülü hayatlara açılan bir patikaydı.
Evvel Bahar’dan önceki iki kitabınız Gitme, Gül Yanakların Solar (2015) ve Ufkun Öte Yanı (2018) sizin edebiyat arenasına çıkış kitaplarınız. İlk kitabınız mübadele yıllarını, o yıllara ait insanların taşıdığı yükleri; ikinci kitabınız bir yazar ile hayranı arasındaki gizemli sırrı ve bu sırrın sancılı yüklerini konu ediniyor. Bu iki kitabınız Evvel Bahar’a doğru olan yolculuğunuzun başlangıç etapları sanki. Evvel Bahar ile sizi buluşturan bu yolculuğun duygularının nasıl oluştuğuna dair bir yorum istesem sizden… Nasıl anlatırsınız bu süreçleri?
Göç ve yolculuk temalarıyla hâlâ hesaplaşmam bitmedi, bunu yazmaya devam edeceğim çünkü daha anlatmak istediğim çok fazla hikâye var. Ana izlek olarak çıkılan bir yolda kendini geliştiren, tekâmülünü tamamlayan karakterleri anlatmayı seviyorum. Özelde baktığımızda da; Gitme, Gül Yanakların Solar, Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesini anlatıyor. Zorunlu göçe maruz bırakılan insanların hikâyelerine, halkların dostluğuna ve politik husumetlere değiniyor. Ufkun Öte Yanı ise toplumun duvarlarını kırarak bir yolculuğa çıkan bir şifacı/yazar kadını anlatıyor. Bir rota çizip karakterlerimi yolculuğa çıkarttığım kitabımda, Dipkarpaz’daki, Meteora’daki manastırlar, Edirne’deki Şifahane gibi mekanlar öne çıkıyor. Kitabı okuyan okurlar gidip o mekânları ziyaret ediyor hâlâ. İlk iki kitabımı okuyan okur Evvel Bahar’da benzer temalar yakalayacaktır elbet ama bence, her şeyden azade, bu romanda parçalanmış, dağılmış ailelere mensup çocukları anlatmak istedim. Evvel Bahar’dan sonraki romanım yine yolculuğa çıkan bir kadını anlatacak ama bu kez bambaşka bir kurguda.
Evvel Bahar’da iki dostun geçmişten gelen ve şimdiki zamana tekabül eden (şimdiki zamanı etkileyen aslında) hikâyeleri anlatılıyor. İki dostun geçmişteki birlikteliğinden, günümüzde gerçekleşen karşılaşmalarına ilk olarak hangi karakter kapınızı çaldı? Öykü’nün bakış açısıyla ve anlatımıyla bir hikâye okuyoruz aslında ama Firuze’nin hikâyesi roman ilerledikçe öyle pikler yapıyor ki, Öykü geçmiş zaman duygularının peşinde giderken hikâyeyi asıl olarak Firuze şekillendiriyor sanki. Ne dersiniz?
Birbirinin izini kaybetmiş ve yirmi yıl sonra bir sokakta karşılaşmak suretiyle yeniden kavuşan iki dostun hikâyesini anlatmaya karar verdiğimde Öykü sanki hep vardı, hâlihazırda bekliyordu, biraz isteksizdi ama sizin de güzel tabirinizle “kapımı ilk çalan” Firuze oldu. Firuze daha atılgan, tüm duygularıyla hayatı yaşayan ve savaşçı bir kadındı. Onun hayata kafa tutması ve yaşama azmi Öykü’ye benzemiyordu. O kadar güçlüydü ki sanki tüm acıları Firuze’ye yükleyebileceğime inanmıştım. Onun tüm dünyanın acısını, derdini, tasasını kaldırabileceğine inanıyordum. Tüm acıları ona yükledim. Romanı Doğan Yayınevi’ndeki editörüm sevgili Aslı Güneş’le çalışırken bana Öykü’nün öyküsünün daha az olduğunu, tüm acıları Firuze’nin çektiğini söyledi. Kurgusal olarak baktığımızda bir denge gerekiyordu, düşündüm ve Firuze güçlü bir kadın diye tüm bedelleri ona ödettiğimi fark ettim. Romanımı yeniden çalışırken o dengeyi korumaya çalıştım.
Öykü ve Firuze’yi iki farklı zaman diliminde tanırken, iki farklı duygu akışına, hayata dair iki farklı mücadeleye dolayısıyla iki farklı duygusal belleğe, bu duygusal belleklerden kaynaklı iki farklı beklenti silsilesi ve omuzlarda taşınan ağırlığa, yani aslında hayatı algılama ve yaşama biçimlerine tanıklık ediyoruz. Bu farklılıklara rağmen bu iki farklı karakterde bir bütünü ortaya çıkarmak istiyorsunuz sanki. Ama hayat her zamanki gibi rolünü kimselere kaptırmaksızın hepimizin önünden gidiyor. Ne dersiniz?
Öykü’nün babası doksanların bombalı eylemlerinde öldürülmüş bir gazeteci, bu gerçek belli bir yaşına kadar ondan saklansa da en sonunda hayatına bir gülle gibi çöküyor ve omuzlarında onun ağırlığıyla yaşamına devam ediyor. Hep bir çöküntü içerisinde, birilerine sığınma ihtiyacı var, psikolojik hastalığının da etkisiyle iyice savruluyor. Firuze, zengin bir ailenin kızı olmasına rağmen yalnızlığı ve kendi ayakları üzerinde dimdik durduğu bir kıtayı tercih ediyor. Yatılı okulda okudukları yıllarda birbirilerine merhem olmuşlar, birbirlerine sarılıp anne baba özlemlerini gidermişler, birbirlerinin saçlarını örmüşler, kol kanat germişler. O yıllarda acıları benzer gibi görünse de, sonrasında çok fazla sular akıp geçiyor köprülerin altından. Çocukken, aynı yatakta uyurken birbirini tamamlayan o iki çocuk, yıllar sonra yeniden bütünleşebilecek mi, yeniden yaralarını sarabilecekler mi yoksa sizin de dediğiniz gibi hayat eline bayrağını alıp ikisinin de önüne mi geçecek bunu okura bırakalım.
Roman iki karakter üzerine kurulu olmasına rağmen arka fonda Öykü ve Firuze’nin anne ve babalarının hikâyelerine, her iki kadının anne yoksunluklarına, Öykü’nün babasının bir gazeteci olarak öldürülmesine, Firuze’nin babasının kapitalizmi simgeler nitelikteki zenginliğine, 80’ler ve 90’lar boyunca süren toplumdaki sağcı, solcu çatışmalarının insanları nasıl duygusal erozyonlara maruz bıraktığına kadar toplumsal belleğimizin günümüz şartlarına da taşınan oluşumunu, etkilerini okuyoruz. Toplumsal belleğimizi iyi ve olumlu algılar üzerine inşa edemedik değil mi? Çabuk unutan bir toplum olmaya meylimiz bu yüzden olabilir mi? Böyle olmasaydı, tam tersi olsaydı mesela Öykü ve Firuze’nin hikâyeleri bambaşka olacaktı belki de.
Çabuk unutmuyoruz ama unutturuluyoruz belki de. Romanda Firuze’nin Taksim Meydanı’nda metrodan indiği ve şaşırıp kaldığı bir sahne var. O hissiyatı birebir yaşadığım için Firuze’ye de yaşatmak istedim. Bir gün Taksim metrodan indiğimde çocukluğumun en simgesel mekânlarından biri olan, gençken onlarca tiyatro, opera ve bale seyrettiğim, buz gibi soğukta bile kapının dışındaki bilet ofisinde kuyruğa girdiğim o cânım hafıza mekânım AKM’nin birkaç inşaat makinasıyla yerle bir olduğunu gördüm. o an donakaldım, gözümden yaşlar süzüldü. Bunun olacağını biliyordum, bekliyordum ama yine de hazırlıksız yakalanmıştım. Sanki hafızam silinmiş gibi hissettim. Bir yapıyı yıkıp, yenisini inşa ettiğinizde yıktıkları sadece toplumsal bellek olmuyor, anılarımız yok oluyor. Unutmaya mahkum ediliyoruz. O yüzden bunları yazmak yazarların borcu diye düşünüyorum. Kültürel miraslarımıza sahip çıkamıyor ve korkunç bir kültür yoksunlaşması hatta yozlaşmasına doğru yuvarlanıyoruz. Avrupa’da tarihi bir kafeye girebiliyor, Proust’un her zaman gittiği çay salonunda onun seyrettiği tablolara bakıyor, Simone De Beauvoir’ın oturduğu masada yemek sipariş edebiliyor, Blake’in şiir yazdığı yerde kahve içebiliyor, Hemingway’in uyuduğu yatağa dokunup orada raftan kendinize bir kitap seçip okuyabiliyorsunuz. Evet, belki Beyoğlu bu sene güzel bir hana kavuştu ama keşke Tanpınar’ın izleri silinmeseydi, tarihi doku bozulmasaydı...
Romanın açılışını Marcel Proust ile yapıyorsunuz: “Ancak tamamına sahip olamadığımız şeyleri sevebiliriz.” Bu sözün ironisi olması açısından bütünden yola çıkarak soracağım: Evvel Baharyaşanan ve yaşanacak olanlar adına ne kişiler için, olayların yarattığı farklı hissiyatlar adına ne duygular için, geçmişte veya günümüzde bitmek bilmeyen çalkantılar adına ne toplum için ikinci bir bahar şansının olmayacağı hissini uyandırıyor. Ancak şunu da belirtiyim, romanın satır aralarındaki naif detaylar asla umutsuz olmamamız yönünde mesajlar içeriyor. Ne dersiniz? Hiçbir şeyin tamamına sahip değiliz fakat yine de sevmeye devam edebilecek miyiz?
Romanın ismi zihinlerimizde her ne kadar pozitif bir tını yaratsa da madalyonun diğer tarafında aynı döngüde sıkışıp kalmışlık hissi var. Mevsim döngüsünü kıramıyor insan, kışın soğuğundan, fırtınasından kaçıp kurtulamıyor mesela ama biliyor ki bahar ısrarcı bir şekilde gelecek. Yani fırtınalı günlerin sonunda illa ki güneş açacak. Sonra yeniden soğuklar gelecek, sonra yeniden sıcaklar... Evvel baharın ise bir aldatıcı yanı var, bahar dalları ilk ısınmayla birlikte gerine gerine açılıp saçılıyorlar, sıcağa çabuk aldananlar soğuktan donuyor. Ama yine de seviyoruz, aldansak da, aldatılsak da seviyoruz. Tamamlansak belki sevmekten vazgeçeceğiz, çocukken nereden eksilmişsek büyüyünce oradan tamamlanmaya çalışıyoruz. Tamamlanamadıkça baharları sevmeye, beklemeye devam ediyoruz.
Bir çevirmen de olarak dilimize çok önemli yazarların kitaplarını çevirdiniz. William Shakespeare, Virginia Woolf, Spencer Holst, Neil Muhherjee kitapları. Çevirmenlik edebi yolculuğunuzda sizi nasıl besledi. Sadece yazar olma kimliğiniz açısından sormuyorum. Türkiye’nin önemli eğitim kurumlarında öğretmenlik yapıyorsunuz. Çevirmenliğin sizi yaptığınız işler açısından bir bütün olarak nasıl beslediğini merak ediyorum.
Çeviri benim bir diğer kaçış alanım. Edebiyatımı besleyip geliştirdiği su götürmez bir gerçek. Bir metni okurken ya da yaratırken aldığınız haz çok farklı, çevirisini yaparken buz dağının görünmeyen kısmına kazma kürekle dalıp, onu parça parça edip yeniden birleştirmek bambaşka. Özellikle bilinç akışı metinleriyle en önemli kalemlerden biri olan Virginia Woolf’un bilincinin içine balıklama daldığımı hissettim Dalgalar’ı çevirirken. Shakespeare’in o en muzip yanını keşfettim. 1500’lerde yazılmış bir metni beş yüz yıl sonra yeniden var etmek, dilin dönüştüğüne şahit olmak çok keyifliydi. Öğretmenliğime gelince, altı senedir mesleğimi yapmıyorum. Yazın dünyasından bir el beni şiddetle çekip aldı.
Bu yıl talihsiz bir şekilde dünyayı etkisine alan bir pandemi süreci yaşadık. Ne oldu da böyle bir şey yaşadık? Ve yaşadığımız bu zor döneme istinaden ileriki yıllarda romanlar, öyküler, hikâyeler nasıl şekil alacak sizce? Birçok konuda olduğu gibi yazın dünyası da bir evrim geçirecek mi?
Pandemi hepimizi dijital bir çağın içine attı, her sektör gibi edebiyat da bundan payını alacak. Son dönem dünya edebiyatında çok fazla distopya eğilimi vardı, bunun artacağını düşünüyorum. Pandemiyle birlikte insanlar Saramago’nun Körlük’ünü, Camus’nün Veba’sını raftan indirdi, yeniden okudu, olası bir virüsle ya da olağandışı bir durumla nasıl başa çıkabileceğini anlamaya çalıştı. Madalyonun diğer tarafında da yazarlar pandeminin yarattığı mesafe ve kaygıyla cebelleştiler. Bunun edebiyata yansıyacağını düşünüyorum. Hollywood felaket senaryolarını çok severdi şimdi tüm dünya bu modaya uyacak diye düşünüyorum. Pandemi bize toplumsal bir travma yaşattı bunun metinlerimize sızacağına inanıyorum.