Edebiyat Gardırobu’nun kimi nesnelerinin ne onla ne onsuz hısım akrabası gırladır. Duras’ın pembe erkek şapkasıyla Vladimir’in yegâne şapkası, Sabina’nın cüretkâr siyah melon şapkasıyla Lucky’nin elinden alınıp duran melon şapkası uzaktan akrabadır mesela. Her eşya pembe erkek şapkası kadar ailesinden bağımsız yaşamaz bu gardıropta.
Öyle eşyalar vardır ki ne denli biricik olsalar da aileleriyle canciğer kuzu sarma kalmışlardır. Varoluşları, etle tırnak gibi değilse de yürekle akıl gibi akrabalarına bağlıdır. Oğuz Atay’ın ince eleyip sık dokuduğu beyaz manto, Gogol’ün elinden çıkmış Akakiy Akakieviç’in paltosunun sadık torunu, Sabahattin Ali’nin tasavvuru Madonna’nın kürk mantosunun içli evladıdır.
Dede-torun, anne-çocuk ilişkisine benzer kadim bir sevgi ve saygıyla bağlılardır birbirlerine. Öyle ki bu beyaz manto, huzurla, Akakiy Akakieviç’in paltosunun ve Madonna’nın kürk mantosunun varlığının bilgisiyle, Oğuz Atay’ın edebiyata aidiyetini pekiştirir. Tam da bu sebeptendir ki öykünün baş kişisi olan beyaz mantolu adam, topluma değil yalnızca beyaz mantosuna ait hisseder kendini.
Her Oğuz Atay yapıtında olduğu gibi yazarıyla öykü kişisi, öykü kişisiyle edebiyat, edebiyatla toplum, toplumla yazar arasındaki bağın özdeşliği, ironinin eseridir. Bir metni Oğuz Atay’a ait kılan ironiyse, Beyaz Mantolu Adam’ı eşsiz bir edebiyat harikası kılan da ironidir. Çünkü “rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı” beyaz manto, mucizevi, gaipten, feminen, “uzun ve aydınlık” doğası gereği sembolik değil, ironik de değil, saf ironidir.
Otuz yılı aşkın bir süredir Edebiyat Gardırobu’nda yaşamasına karşın, beyaz manto hep biraz ıslaktır. Öykü, okurun hafızasından silinemeyecek o sonsuz denizde beyaz mantolu adamın intiharıyla sonlanacaktır çünkü. Öykü boyunca, ona yönelen tüm sataşma, yakıştırma, aşağılama, riya, acıma, acımasızlık, zalimlik, yakınlık, ilgi, merak, baskı karşısında hiçbir şey yapmayan beyaz mantolu adamın öykü boyunca yaptığı tek şeyin, gerçekleştirdiği tek seçime dönüşen eylemin yaşamına son vermek olduğu akıldan çıkarılamadan yoklanmalıdır beyaz manto.
Kendini ne insana ne doğaya ne de topluma ait hissedebilen tutunamayanlardan birinin sadece bu beyaz mantoyu kendine uygun bulmasına yol veren ironi, gerçekliğini topluluk içinde yaşamak zorunda olan insanın gerçekliğinden alır. Oğuz Atay’ın derin insaniyetini lâyıkıyla karşılayabilen edebi sanatın ironi olması haliyle kaçınılmazdır. Peki, bir eşya, bir öyküye adını veren kılık, bir beyaz manto nasıl olur da ironinin ta kendisi olur?
İroni, sayısız tanım görmüş geçirmiş, hiçbirine dönüşmeyi denemeden ihtişamlı varlığıyla kendisini sürdürmüştür. Onu biraz daha yakından tanıyabilmek için üretilen iyi niyetli tanımlardan kimi de benden gelsin: İroni, olup da olmamak halidir. Sus pus kesilerek feryat figân etme tavrıdır. Göz önündeyken aynı zamanda yok olabilmek maharetidir. Bir nevi hayalettir. “Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin.” Oğuz Atay’ın beyaz mantoyu tanımladığı gibi.
“Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın, kendin içindeyken kafan dışındaysa çaresi yok kardeşim” diye beyaz mantolu adama mı demiş Murathan Mungan? Beyaz mantolu adam, öykünün ilk sözünde, okurun gözünde “kalabalık bir topluluk içinde”. Bir günde değil bir ömürde geçtiği izlemini veren öykü, içinde olma halindeki olamayan adamın resmi. Şarkısı değil, şiiri değil, resmi. Çünkü sadece görünürlüğüyle anlamlandırabildiğimiz biri beyaz mantolu adam.
İnsanı fiziksel eylemlerine indirgeyen toplumun gözünden odaklanıyor Oğuz Atay, anti-kahramanına. Bu amaçla hep dışardan anlatıyor beyaz mantolu adamı. Beyaz mantolu adama bir o dokunmuyor. Belki de beyaz mantolu adamı içinden anlatsa bile anlaşılamayacağını biliyor. Zaten adamdan ziyade, beyaz manto sınırlarınca özgürlüğünü yaşayabilen adamı lal eden, perişan eden toplumun saldırganlığını duyumsayalım istiyor her şeyden evvel.
Beyaz mantolu adamın içinde yaşadığı kalabalık, bir etme-bulma dünyasından çok yapma-olma dünyası. Dilenirken bile başarısız olan beyaz mantolu adam yapamadıkları nedeniyle olmadığı kimliklerde görülüyor toplumca. Kimisi sakat, kimisi kör sanıyor onu. Görülmeden de edemiyor çünkü parası yok, barınağı yok; dışarda, onların arasında. Sabırla sussa, koşup kaçsa da her yer dışarısı, her yanı insan.
Olmadığı kimliklerle tanımlandıkça, hiçbir şey olamayan adamın olmadığı şey kalmıyor: Turist, cansız, esrarkeş, gülünç, korkunç, sağır, canlı manken, yabancı, cüzzamlı, film oyuncusu, deli, saralı, hasta, sapık... Galip gelen ne toplum oluyor ne adam; galip gelen ironi. Çünkü beyaz mantolu adam ironinin canevinde yaşıyor. Adamın içinde yaşadığı ironi, üzerine geçirdiği beyaz mantodan adamın içine siniyor.
Beyaz mantosuyla adam birden tamam oluyor. Yakıcı güneşe rağmen mantoyu üzerinden çıkarmıyor. Toplumdan mantoya kaçıyor. Sıradan bir manto değil bu: “Beyaz, uzun ve aydınlık”, “geniş yakalı, serin” bir “kadın mantosu”. Kimsenin olmaya cüret edemeyeceği kadar beyaz, aydınlık, serin ve dişi. Aydınlığı, adamın zihniyetini; geniş yakası yaşama sevincini karşılıyor belki de. Beyazlığı, içini; dişiliği inceliğini, kırılganlığını, insanlığını. Kim bilir... Adam, beyaz mantoyu kendine benzetiyor olmalı.
Adam, beyaz mantosuyla öyle hemhal oluyor ki, Oğuz Atay onu boşuna beyaz mantolu adam diye tanıtmıyor okuruna. Beyaz mantoyla karşılaşınca ikizini bulmuş gibi mutlu oluyor. Ne ikizi, kendini bulmuş gibi oluyor. Hareketinden anlıyoruz bunu. “Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden.” Yalnız değil çünkü, her zaman bir çevresi var. Gülümsemesini er geç önleyecek birileri.
Beyaz mantolu adamın görmek istediği ‘onlar’ değil, kendisi. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Selim’in olmak istediği “yüzde yüz saf bir harika çocuk” olarak görüyor kendisini adam. “Çünkü yüzde yüz saf olan her şey kendinin aynıdır. Ben de kendim gibi olmak istiyorum.” Beyaz mantolu adam, kendi gözünde kendisi olabilen biri. Öyle ki beyaz mantolu adam, su birikintisindeki yansımasında, “lekesiz” görünüyor kendisini. Bu görüntüyü, derhal “irili ufaklı gölgeler” çeviriyor. Oğuz Atay, beyaz mantolu adama gölge etmekten başka işi olmayan ‘onlar’ı küçük cezalara tâbi tutmayı ihmal etmiyor:
“Mantosunu seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılamak gerektiğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinde dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.”
Dışarda, ‘onlar’la yaşarken, kendini asgari ölçüde toplum içinde hissetmek umuduyla, dışarıyı mantosunun içinden yaşamaya başlıyor adam. Manto, ona hareket gücü ve özgürlüğü veriyor. Aynı şiddette onu dışarıya karşı görünürleştiriyor. Meydanın ortasına gizleniyor adeta. Kendini teşhir ederek örtüyor beyaz mantosuyla. Bütün bakışlar beyaz mantolu adama çevriliyor: “İşsiz güçsüz takımından onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar tam orada dinlenmeyi uygun buldular.” “Sonunda ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı.”
“Kalabalık büyüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için itiştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı. ‘Ne bunaltıyorsunuz hasta adamı’ diyerek ön
sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar da. Sadece seyrettiler onu.” Adam, tam beyaz mantosunda rahat etmişken, rahatı, rahatsızlık sebebi oluyor. Özgürlüğü, üzerine çullanıyor. Beyaz mantonun ipliği, dikişi, ölçüleri ironi tabii. Nereye gitsin beyaz mantolu adam? Gidebildiği yere, diyor ironi.
Fiziksel devinimlerinden, tepkisizliğinden, biçare kısırdöngüde ilerleyişinden, kaçmaktan öte yapacağı yok beyaz mantolu adamın. Ötesi yok, peki ya içi? Sanki beyaz mantolu adamın içi de yok. Kalmamış. Kül olmuş. Buhar olmuş. Ne buharı ne külü tarif ediyor Oğuz Atay. Beyaz mantolu adam, vaktiyle vardığı bir bilinçle mi reddetmiş sözcükleri, insanları, iletişim kurmayı, yaşamayı yoksa hep böyle kayıtsız, yabancı, yaşamasız mıymış, öğrenemiyoruz. Sezebiliyoruz ama.
İncecik duyarlılığıyla, var oluşunun acizliğini ve acısını ciğerine işleye işleye beyaz mantolu adamın zaman içinde aldığı bu hal, var oluşun kendisi. Saf varoluş, beyaz mantolu adamın yaptığı. Daha doğrusu var oluş, beyaz mantolu adam ne yapamıyorsa o. Var olmak, olup olabileceği tek şey beyaz mantolu adamın.
Oysa çoğunluk öyle mi? Onlar yapıp olanlar. ‘Oldukları şey olmak’ değil onlarınki. Tanımların, kalıpların peşindeler. ‘Başka’larla başa çıkabilmenin tek yolu bu. Her tanım, ‘başka’yı ehlileştirme çabası. Ancak adını koyunca herkesin içi rahat ediyor. Beyaz manto, adamın görünürlüğünü artırdıkça görenlerin yanılgıları da artıyor. Adam beyaz mantoyu kendine yakıştırdıkça, olmadığı her şey yakıştırılıyor ona.
Böylece ‘başka’nın içi, her tanımla biraz daha bunalıyor, güçsüzleşiyor, paramparça oluyor, miskinleşiyor, inat etmekten, kaçmaktan yorgun düşüyor ve gayriihtiyari teslim oluyor. Beyaz mantolu adamı düzenlerinin bir parçası kılmaya kararlılar. İttire kaktıra vitrinde canlı manken olarak sergileniyor beyaz mantolu adam. Yerinde dursun diye, neredeyse çarmıha geriliyor. “Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştiler... Vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. ‘Cansız bu, kukla’ diyenler çıktı. Tezgahtar, kapının önünde bağırıyordu:
‘Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün. İşte, büyük fedakarlıklarla Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. ‘Saran Kumaşları’ yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!” Oğuz Atay, insanın yalnızlığını deşen, acısıyla oynaşan “herkes denilen o uydurma canavarın” hiç de uydurma olmadığını hissettirdikçe okurun canı acıyor.
Herkeslikteki ‘onlar’ öyle çoklar ki, öyle gerçekler ki nefes aldırmıyorlar beyaz mantolu adama. Dilediğince var olabilmesinin tek yolu saydığı, son bir umudu ve daimi umutsuzluğu olan beyaz manto, onu kendi çıkarları için kullanmalarına neden oluyor. Hayatını sürdürmek için yetmeyen beyaz manto, ona gerekli olan parayı kazandırıyor kazandırmasına. Ancak parayı almak için kendinden vermek zorunda kalıyor adam. Verecek sözcüğü, gücü, gülücüğü, soluğu kalmayınca gitmeyi sürdürüyor.
Bu kez gitmediği yöne gidiyor. Yaşamın dışına uzanan denize gidiyor. Mantonun onu kurtarmadığının, mantonun ironikliğinin kurbanı olduğunun farkında. Yine de mantosundan vazgeçmiyor. Olmak sevdasıyla olamayışından vazgeçmiyor. Ölüme giderken bile sırtından çıkarmıyor ironisini. Onun gerçeği ironi. Kendini gördüğü gibi görülememesinin kanıtı beyaz manto. Çelişkisi, güzelliği, saflığı, garipliği.
Beyaz mantolu adam, kalabalıktan sıyrılıp denize sokulmak istiyor. Başka yer bırakmadıkları için ölüme bile halk plajından giriyor. Gözler önünde gerçekleşecek intiharı. Beyaz mantolu adam, Selim gibi incelikli bir mektup yazıp odasında bir kurşunla intihar etmeyecek. Herkes içinde yaşadığı gibi ölecek. Beyaz mantolu adamın göz göre göre öldüğünü anlayalım istiyor Oğuz Atay. Beyaz mantolu adamı anlamaları için ölmesi gerekiyor.
Öyküsündeki ‘onlar’ın beyaz mantolu adamın gerçekliğini yadsıyıp “amma da hikâye” diyeceklerini bildiği için Oğuz Atay, okuruna Beyaz Mantolu Adam’ın öyküsünü anlatıyor. Her zamanki anlaşılma arzusuyla sözcüklerin dikenli gövdesine, dalgalı derinine tutunuyor. Elinden beyaz manto kayıyor. Parıl parıl bir yıldız gibi Edebiyat Gardırobu’nda tüm beyazlığı ve yaşlığıyla hem parlıyor hem ağlıyor beyaz manto. Tıpkı ironi.
“Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.” İçimiz ürperiyor. Sokak ortasında çırçıplak hissediyoruz kendimizi. ‘Biz’ lafın gelişi mi? Kalmadı mı öyle bir şey? Yalnızlığın kuştüyü bağrına sokuluyoruz. Yapmak etmek ne kelime? Olmaktan korkuyoruz. Cesaretimizi toplamak için kendimize beyaz mantolar arıyoruz. Bulamadıkça Oğuz Atay öykülerine sığınıyoruz.
***
Can Gürses, 6 Temmuz 1989’da İstanbul’da doğdu.
2003-2007 yılları arasında yatılı okuduğu VKV Koç Özel Lisesi’nden Cervantes’in Don Kişot’u, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı üzerinden ironi-yazar-toplum ilişkisini tartıştığı tezinden tam not alarak, International Baccalaureate (Uluslararası Diploma) ile mezun oldu.
2007-2010 yılları arasında okuduğu İngiltere’de The University of Kent’te Karşılaştırmalı Edebiyat ve Film Bölümleri’ni Krzysztof Kieslowski'nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film, Mavi ve Veroniqué’in İkili Yaşamı filmleri üzerinden gerçekliğin kurmacalığını tartıştığı tezi ile en yüksek ikinci dereceyle bitirdi.
2010-2011 yılları arasında İskoçya’da The University of Edinburgh’ta Karşılaştırmalı Edebiyat dalındaki yüksek lisans eğitimini, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve Amin Maalouf’un Afrikalı Leo romanları üzerinden kimliğin Doğu-Batı ve ben-öteki parçalanmasını çözümlediği tezi ile tamamladı.
2010-2011 yılları arasında Edinburgh ve İstanbul’da En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın adını taşıyan ilk romanını yazdı.
2011-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nde “Eleştirel Düşünce” ile “İngiliz Dili ve Edebiyatı” derslerini verdi. 2013’ün ilk altı ayında “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” adlı televizyon dizisinin diyalog yazarlığını yaptı.
İkinci romanı Kırık Beyaz’ı 2013’te tamamladı.
2011-2014 yılları arasında İnce ile Uzun serisinin ilk üç kitabını küçük ve büyük çocuklar için kaleme aldı.
2011 yılından başlayarak Bir+Bir dergisinde “Edebiyat Gardırobu” adlı köşesinde yazıyor. Kitap-lık dergisinde soruşturma dosyaları yayımlanıyor.
İlk uzun metraj sinema senaryosu üzerinde çalışıyor.
Ölüyordum, Geçerken Uğradım adını verdiği üçüncü romanını yazıyor.
www.cangurses.net