Edebiyat Gardırobu, yüksek tavanlı bir odayı, oda olur mu, servi boylu bir caddeyi kaplayacak kadar büyük, yine de kapısı her an açılacakmış gibi duran, belli ki içi hıncahınç eşya dolu olan, oysa içinin hengâmesinin aksine bükülmez kitap kapağından yapılma gövdesi sakin, dingin, el emeği göz nuru çiçeklerle bezeli, eşi benzeri görülmemiş bir gardıroptur. Eskidir ama eskimemiştir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, ne zaman bir okuyucu eline bir kitap alır, okumaya koyulur; Edebiyat Gardırobu’nun kapısı açılıverir. Okurun üstüne elmadan evvel, o kitabı edebiyat yapan eşya düşer. Kimi okur, herhalde hayal görüyorum deyip şöyle bir silkinir ve o kıymetli eşya yere düşer. Kimi okur ise, kitap okurken hayal görmesini işin tabiatına verdiğinden, Edebiyat Gardırobu’ndan düşen o biricik eşyanın üstüne titrer.
Dünyanın sekizinci kıtası
Edebiyat Gardırobu, dünyanın henüz keşfedilmemiş sekizinci kıtasında durur. Durmak ne kelime; yaşar ki hem de nasıl! Dileyen sekizinci kıtayı kimsesiz bir çöl diye, dileyen deniz altında kalmış gizemli bir kara parçası diye, dileyense balta girmemiş bereketli bir orman diye hayal etsin. Dünyanın keşfedilmiş kıtalarının iflah olmaz okurları kitap okudukça Edebiyat Gardırobu sapasağlam var olacaktır. Dünyanın kimi uyumsuzları edebiyat tadı veren kitaplar yazdıkça da Edebiyat Gardırobu biraz daha biraz daha dolacaktır.
Anna Karenina’nın kırmızı çantasının Suat’ın eldiveniyle ağlaştığı, Alis’in çay partisinden dostu Çılgın Şapkacı’nın çılgın şapkasının Kırmızı Başlıklı Kız’ın kırmızı başlığına en uçuk akılları verdiği, Füsun’un küpe tekinin yalınayaklı küçümen delikanlının hiçbir zaman sahip olamadığı ipekli mendiliyle hayallerini takas ettiği, Madonna’nın kürk mantosunun Akakiy Akakiyeviç’in paltosuyla hüzünle flört ettiği, Beyaz Mantolu Adam’ın beyaz mantosunun Oblomov’un sabahlığıyla dertleştiği şu sıralarda Marguerite Duras’ın Sevgili adlı romanını okuyan benim üzerime Edebiyat Gardırobu’ndan pembe bir erkek şapkası düştü.
Öykülerin özneleri olduğu kadar nesneleri de vardır. Kimi öykülerin nesneleri, bütün nesnellikleriyle öykünün bir köşesinde başarılı figüranlar gibi usulca durur. Kimi öykülerin nesneleriyse yerlerinde duramaz, öykünün öznesinden hatta öykücüden rol çalar. İşte bu nesnelerdir, Edebiyat Gardırobu’nun yerlileri. Marguerite Duras’ın Sevgili ile Edebiyat Gardırobu’na yerleştirdiği nesne düz kenarlı, geniş, yumuşak ve pembe erkek şapkasıdır. Bir şapkanın edebiyat için ne denli mühim bir hal alabileceğini görmek üzere, gelin, Sevgili’nin şapkalı sahnelerinde dolaşalım...
Belirleyici bulanıklık
Duras, Sevgili boyunca hayatına dair öyküler anlatır. Öykülerin merkezinde ilk gençliğine ait bir aşk öyküsü yer alır. Bu ana öykü, genç kızın kendisinden yaşça büyük bir adamla tanışma sahnesiyle açılır. Yabanıl ırmaklardan, bitimsiz düzlüklerden geçip denize, rüzgâra varmıştır genç kız. Vapurdadır. Birazdan sevgilisiyle tanışacaktır.
Anlatıcı, uzun uzun üzerindeki gösterişsiz giysiyi betimler. Ardından lame pabuçlarını. Uyumlu bir kombinasyon canlanmaz okuyucunun gözünde. Yazar hiç vakit kaybetmeden okuyucunun hayal gücüne “O gün küçük kızın kılığında acayip, aykırı kaçan pabuçlar değil” diyerek müdahale eder ve asıl aykırılığın şapkaya ait olduğunu belirtir: “Görüntünün belirleyici bulanıklığı bu şapkada.”
Genç kızın görüntüsünün yani kendine has modasının bulanıklığına neden olan bu şapkaysa, su da bulanmadan durulmazsa elimizdeki ilk tanıma daha uzun bakmalı. İlk bakışta iki önemli özelliği göze çarpıyor şapkanın: Erkek şapkası ve pembe olması. Şapkanın niteliğinin sadece erkek şapkası olmasını engelleyen, kadını çağrıştıran hatta dişi anlamına gelen pembeliği. Alacalı kırmızıyla masumane beyazın karışımı olan pembe. Anlatılan herhangi bir genç kızın öyküsü değil; pembeye boyalı erkek şapkalı kızın öyküsü.
Pembe erkek şapkasıyla bir suluboya tablosunda durur gibi vapurun güvertesinde dururken genç kız, anlatıcı şapkayı önce kendisine hatırlatmak ister. Şapkayı nasıl edindiğini sorar kendine. Başta hatırlayamaz. Düşündükçe annesine kendisinin aldırdığına ikna olur. Eğer böyleyse, şapkanın kesinlikle indirimli satışlardan alınmış olacağını söyler. Bu hatırlama çabası, anlatıcının şapkaya başkalarının gözünden önce kendi gözüyle nasıl baktığını gösterir.
Demek ki anlatıcı için bu şapka öncelikle para verip satın alınan bir eşyadır. Öyleyse anlatıcı, daha genç kızken bile kişiliğinin ve öyküsünün bağlı olduğu sınıfın ekonomik kısıtlılığının farkındadır. Bu şapkayı alacaksa bir başka şapkayı alamayacaktır. Böyle bir lüksü yoktur. Şayet bu şapkaysa alacağı, epey geçerli bir nedeni olmalıdır.
Başkalaşma kararı
Anlatıcı, kendisine ilk defa şapkayla aynada bakarken neler düşündüğünü hatırlamaya çalışır ki neden illa bu şapkayı seçtiğini açıklasın: “Aykırı bir seçimi olmuş onun, düşüncenin bir seçimi olmuş. Birdenbire istenivermiş işte. Birdenbire bir başka kız gibi görüvermişim kendimi, bir başka kız nasıl görülürse öyle, dışarda, herkesin önüne sürülmüş, bütün bakışların önüne sürülmüş, kentlerin, yolların, arzunun dolaşımına sokulmuş durumda.” Anlaşılan, genç kızın şapkayı alma kararı, başkalaşma kararıdır.
Dışarıya, çevresindeki herkese, genç kıza bakacak her göze şapkasının bir sözü olacaktır bundan böyle. İlk başta da kendisine. Erkek şapkası takarak, erkeğe atfedilen özgürlüğü, gücü kendine katacak, beri yandan da şapkanın renginin
neden olduğu anlaşılmazlığa, tanımsızlığa, nev-i şahsına münhasırlığa uygun olarak davranmaya çalışacaktır.
Doğasını şapkaya uydurmaya uğraşarak değişmeyi yol belleyen genç kız, “şapkayı alalı beri onu giyebilmek için saçlarımı toplamıyorum” der. Kendisini şapkasıyla tamamlamaya, şapkanın havasına, kişiliğine bürünmeye öylesine kaptırır ki “her havada her fırsatta” şapkasıyla dışarı çıkar. Giysilerinin, cilt kreminin, ten rengi pudrasının ve kiraz rengi dudak boyasının aksine şapka, genç kızın annesine ait değildir. Doğrudan ve yalnızca kendisinindir. Genç kızın kaderinin annesininkinden farklı olması için bu şapkayı takması şarttır.
Anne ve sevgili gözüyle
Peki ya annesi nasıl karşılar kızının bu şapkayla dolaşmasını? Annesinin, kızını yeni modasına bürünmüş gördüğünde şu tepkileri verdiğini anımsıyor anlatıcı: “Sevecenlikle bakıyor bana. Ufaklığın bu imgeleminin, böyle bir giyim icat etmesinin rahatlatıcı bir gösterge olduğunu düşünüyor olmalı. Bu dul kadınlar gibi düzenli, bu eski rahibeler gibi koyu renklere bürünmüş kadın, bu soytarılığı, bu uyumsuzluğu benimsemekle kalmıyor, hoşlanıyor da bu uygunsuzluktan.”
Annenin şapkanın uygunsuzluğunu rahatlatıcı bulması da yine ailenin ait olduğu sınıfla açıklığa kavuşur: “Yoksunlukla da bir bağı var bu erkek şapkasının, çünkü eve para girmesi şu ya da bu biçimde gerekecek. Çevresini çöller sarmış, oğullar birer çöl, hiçbir şey yapamayacaklar, tuzlu topraklar da öyle, para yok olup gidecek, bitti artık. Büyümekte olan bu körpe kız kalıyor geriye, belki o günün birinde eve para getirmenin yolunu bulacak. Bilincinde değil ama anne kızının bu çocuk orospu kılığıyla sokaklara çıkmasına bu nedenle izin veriyor. Çocuk da bu nedenle şimdiden iyi beceriyor bunu, kendisine yöneltilen dikkati onun paraya yönelttiği dikkate döndürmek için.”
Anlatıcı, ancak annesinin şapkayı nasıl gördüğünü aktardıktan sonra dile getirir şapkanın sevgilisince nasıl karşılandığını. Çünkü annesinin şapkada gördüğü anlam, sevgililiklerini açıklamaya yetecektir. Şapka, kızının kendinden başka olacağına, dikkat çekeceğine, beğenileceğine, paralı bir adamı kendine âşık edeceğine ve böylece özgürleşeceğine dair umutlandırıyor anneyi. Halbuki umutsuzluk, annenin kişiliği. Toplum ne diyecekse diyecek, kızı kendisi gibi olmamayı becerecek. Anne doğru hissediyor.
Annenin ne hissettiğini yeterince açıkladıktan sonra kezlerce kestiği tanışma sahnesine döner anlatıcı. Artık söyleyebilir ki, artık anlaşılabilir ki anlata anlata yetinemediği tanışma sahnesinin duygusu baştan aşağı şapkanın rengine boyalı: “Küçük fötr şapka ırmağın çamurlu ışığı içinde, vapurun güvertesinde tek başına, küpeşteye dirseğini dayamış. Erkek şapkası bütün sahneyi pembeye boyuyor. Tek renk o.” Beyaz genç kızla zengin Çinli adam pembeye bulanmış vapur güvertesinde nihayet tanışırlar.
“Şapkasının kendisine yakıştığını, hatta çok yakıştığını, bunun... bu erkek şapkasının... özgün bir şey olduğunu söylüyor ona, neden olmasın? Öylesine güzel ki her istediğini yapabilir.” Böyle anlatıyor, sevgilisinin ilk izleniminde şapkanın etkisini. Sevgilisi rahatça tanımlayamıyor şapkanın tuhaflığını. Keşfedemiyor, açıklayamıyor ama “özgün” buluyor şapkayı. Güzelliğinin genç kızın elinde bir güce dönüştüğünü söylüyor. Genç kızın gücüyle yarışmak yerine o an teslim oluyor ona. Belki başında şapkası olmasa, sıradan bir beyaz kız deyip geçecek. Geçemiyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Bilemediği için genç kıza aşık oluyor.
Toplumca -en az pembe erkek şapkası kadar- uygunsuz sayılan ilişkileri böylece başlayıveriyor. Çok geçmeden genç kızın adı çıkıyor. Anlatıcı, ahlâk bekçiliği yapmaya bayılan toplumun üslubunca genç kızın nasıl görüldüğünü şöyle tahmin ediyor: “On beş buçuk yaşında. Olay Sadec merkezinde çabucak duyuluyor. Sırf bu kılık bile belli ediyor ayıbını. Annenin hiçbir şeyden anladığı yok, küçük kızı yetiştirme biçiminden de habersiz. Zavallı çocukcağız. Kanmayın sakın, bu şapka günahsız değil, bu dudak boyası da, bütün bunların bir anlamı var, günahsız değil, yani bakışları, para çekmek için. Bir Çinliymiş diyorlar, bir milyarderin oğluymuş, hani şu Mékong kıyısındaki köşk, mavi çinili.”
Özneleşen nesne
Yine de romanın hiçbir ânında kendisini yargılamaya yanaşmıyor anlatıcı. Yargılamak yerine, olanı olanca açıklığıyla resmediyor. Öyküsünün her ayrıntısını anımsadıkça büyüterek, çoğaltarak, derinleştirerek anlatıyor. Şapka, erkek şapkası olduğu kadar pembe. Pembe olduğu kadar erkeksi. Genç kız, şapkası gibi pervasız; bir o kadar da düşünceli. Düşünceli olduğu kadar özgür. Özgür olduğu kadar tutsak. Tutsak olduğu kadar beyaz. Beyaz olduğu kadar yoksul. Yoksul olduğu kadar annesinin kızı. Annesinin kızı olduğu kadar abilerinin tek kız kardeşi. Abilerinin tek kız kardeşi olduğu kadar yazar olmayı kafasına koymuş bir genç insan. Yazar olmayı kafasına koymuş genç insan şimdi bir yazar. Yazar olduğu kadar kendi geçmişiyle yüzleşen, yazıyla hayatını sınayan, sevdiğini hiçbir zaman kabul etmediği sevgilisine duyduğu aşkı artık görmezden gelemeyen bir yaşlı kadın: Marguerite Duras.
Sevgili’nin baş kişisi genç kız, o pembe erkek şapkasını almasaydı kendine, belki de anlatmaya değecek bir öyküsü olmayacaktı. Çünkü bazen tek başına bir öykü kişisi olmak yetmez. O öykü kişisini okura tanıtacak bir başka kişi daha olmalıdır öyküde. Yazar dışında bir kişi. Öykünün içinden gelen. Pembe erkek şapkası gibi bir nesne, bu kişi olmuş Sevgili’de. Okuyucuya yazarın anlatamadıklarını ya da anlatmadıklarını anlatan bir özne olmuş. Kenarında, yuvarlağında, renginde koca bir öykü taşıyan bir özne. Edebiyat Gardırobu’nun baştaçlarından biri.