Büyülü gerçekçilik akımında yazdığı kitabındaki ucu açık metaforlarla bizi kendine bağlayan; senarist, eğitimci, akademisyen ve yazar Aylin Oflaz ile ilk kitabı Murakami’nin Kedisi ve yazma üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra, senaryo eğitimi alan Lise Defteri, Kırık Kanatlar, Galip Derviş gibi birçok sevilen dizinin senaryo ekibinde bulunan Aylin Oflaz, geçtiğimiz aylarda Doğan Kitap aracılığı ile ilk kitabı olan Murakami’nin Kedisi’ni yayımladı. Daha önce karşılaşmadığımız bir dili olan Oflaz’ın kitabı bizim de dikkatimizi çekti ve kendisiyle Murakami’ye olan ilgisini, senaryo yazarlığından kitap yazmaya geçiş sürecini ve yedi kitaplık bir serinin ilk kitabı olan Murakami’nin Kedisi kitabını konuştuk.
Kitabınızı bir çırpıda okudum. Akıcı ve sürükleyici bir diliniz var. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Neden başka bir yazar değil de Murakami?
Bundan 11 sene evvel, Murakami’nin Sahilde Kafka kitabını okuduğumda benim için bir dönüm noktası olmuştu. Türkiye’de senaristlik yapan biri olarak gündelik hataya dair, herkesin bildiği hikâyeleri yazma pratiğinden neredeyse yazma hevesim körelmek üzereydi. Murakami’nin öylesine özgürce, hayal dünyasına hiç sınır koymadan anlattığı hikâyeleri okuduğumda bana büyük ilham verdi. Hayallere sınır koymak bir çeşit kaynakla bağını kesmek gibi. Bu manada Murakami’nin bende yeri özeldir.
Latin Amerika ve Uzakdoğu edebiyatında bolca karşılaştığımız “Büyülü Gerçekçilik” akımında, Murakami’ye yakın bir tarzda yazdığınızı görüyoruz. Büyülü gerçekçilik akımının artık Türkiye’de de bir temsilcisi daha var diyebilir miyiz? Türkiye’de kendi tarzınıza yakın gördüğünüz yazarlar var mı?
Evet, en yakın olduğum tür büyülü gerçekçilik; çünkü benim karakterlerim yaşadıkları fantastik olayları her an sorgular vaziyetteler. Kedinin hikâyeler yazmasını, bitkinin balık yemesini, eterik bedenli varlıkların zuhur etmesini karakterleri sarsan birer olgu olarak veriyorum. Gündelik realitenin süzgecine takılıyor anlattıklarım. Yalnız türden önce içerikle ilgileniyorum ben; Türkiye’de büyülü gerçekliğe yakın isimler arasında Latife Tekin, Nazlı Eray gibi çok değerli yazarlarımız var. Bu manada eserleri tür üzerinden birbirine yakın tutamayız; içerikler çok farklı. Büyülü gerçekliğin temsilcisi olmak yerine, edebiyat tarihinin hayal âlemine giriş biletini sunan kişi olarak anılmak isterim.
Daha önceden Batı Dilleri ve Edebiyatı bölümünde senaryo dersleri verdiğinizi öğrendim. Ancak ilk kitabınızda Uzakdoğu’dan bir yazarla okuyucuyla buluştunuz. Haruki Murakami’ye olan ilginiz Uzakdoğu kültürüne olan ilginizden mi geliyor? Uzakdoğu edebiyatını yakından takip ediyor musunuz?
Uzakdoğu kültürüne girişim 1998 senesinde yazdığım sosyoloji teziyle olmuştu. Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı üzerinden ‘ölüm bilinci’ üzerine bir tez geliştirmiştim. O zamandan beri de insan bilinci ve farkındalığımızın sınırlarını genişleten her bilgi, her disiplin, her yolculuk ilgi odağım oldu. Murakami, Japon olduğu için değil, iki dünya arasında özgürce hareket edebildiği için ilgimi çekmiştir. Murakami’den sonra en ilgimi çeken yazar, yarı Japon yarı Amerikalı olan Ruth Ozeki oldu. Gerçekten sıra dışı bir yazar; aynı zamanda da Zen rahibiymiş. Ben Uzakdoğu edebiyatından çok Huang Po, Lao Tzu, Sogyal Rinponche, Dr.Suzuki gibi ustaların Zen ve Tao üzerine yazdığı metinlerle hemhal oldum. Bunların hepsi şiirseldir zaten. Tao Te Ching’teki şiirsel dil her edebiyatçıya ilham olabilir. Bir de Japon şiiri haiku’yu çok severim.
Kitapta dikkatimi çeken şeylerden biri de bölüm başlıkları oldu. "Zemberekkuşu’nun Güncesi", "Bohemya Rapsodisi" ve "Deleuze Hastalığı" en çok dikkatimi çekenler ve okurken keyif aldıklarım… Kitabınız bu açıdan da çok yönlü bir okuma deneyimi sunuyor bence. Siz ne dersiniz?
Bölüm başlıkları çok önemli. Bütün tasarımın önemli bir parçası. Kendimce pek çok referansım var; kimi zaman içinde, özellikle revizyonlarda, kaybolabiliyor ama ben isimleri tutuyorum. Mesela “Bohemya Rapsodisi” Peder Yuri’nin geçmişini anlattığım bir bölümdü. Pederin gençlik yıllarındaki Freddie Mercury hayranlığından ve bir gece Prag’ta aşığıyla gittiği bir konserden bahsediyordum. O bölüm tamamen atıldı, fakat ismi Prag’taki serüvene giriş yaptığımız bir başka bölüme kaydı. Çağrışım, ucu açık bir metafor zinciri; kim ne anlamak isterse geçerli. Sorulduğunda kendi deneyimimi anlatabilirim. :)
https://www.youtube.com/watch?v=OcqWvnYlqTE
Murakami’nin Kedisi’nin yedi kitaplık bir kitap serisinin ilki olduğundan bahsetmişsiniz. Bir sonraki kitabınız da, kitabın sonunda belirttiğiniz üzere Bram Stoker’ın Masası’nda… Bunun dışında yazacağınız diğer kitaplarda hangi yazarlardan ilham almayı düşünüyorsunuz?
Evet, ikinci kitap Bram Stoker, üçüncü kitap ise Oscar Wilde üzerine… Diğerleri için Amerika ve Latin Amerika edebiyatına kaymak istiyorum. Aklımda birkaç yazar var ama şu an söylemem için erken.
Murakami’nin kedilerle olan ilişkisinden bayağı etkilenmiş görünüyorsunuz. Kitabınızın bir bölümünde Murakami’nin ağzından kedisine âşık bir adam olabileceğini ifade etmişsiniz. Bu bağlamda sizi ele alacak olursak Murakami’ye olan ilginizi nasıl tanımlarsınız? Kendisiyle bir araya gelecek olsanız kitabınızdan nasıl bahsederdiniz?
Derrida’nın “supplement/eklenti” tartışmasından, Eco’nun “açık yapıt”ından, Whitehead’in süreç felsefesinden, spin-off serilerinden, trans-media hikâyeciliğinden, fan kültüründen ve paralel evrenlerin çapraz kurgularından bahsedip kendisine bana ilham olduğu için teşekkür ederim. Kitap serimdeki ikinci ve üçüncü yazarın şu an yaşamaması sebebiyle de Murakami’yle olan ilişkimin özel olduğunu da mutlaka eklerim.
Bir röportajında Murakami, büyülü dünyalara gerçekten inandığını ifade etmiş. Sizin de ilgi alanınıza girdiğini düşünerek psişik dünya ile ilgili görüşlerinizi alabilir miyiz?
Benim için “psişik dünya” diye ayrı bir yok. Hayatın tümü insan bilincinin bir yansıması. Zihni aradan çektiniz mi, yani kaygı ve olumsuz projeksiyonları, o sonsuz bilinç her tür niyetinizi gerçek kılabileceğiniz bir kaynak sunar size. Kesin hükümlere varmadan, yargısız ve iyi niyetle ama en önemlisi de neşeyle girdiğiniz bir yolculuk sizi kolaylıkla karşı kıyıya çıkartabilir. Hiçbir zaman bırakmadığım tek yaşam pratiği kalıplaşmış düşüncelerimden arınmak. Doğduğumuz andan itibaren başkalarına ait olan fakat kendimize ait zannettiğimiz duygu ve düşünce kalıplarından arınabilirsek eğer, orijinal olan bir enerji ortaya çıkar. Sizi siz yapan, size özel olan ve dünyaya gerçek katkıyı yapabileceğiniz bir kaynaktır bu. İşte oradan beslendiğinizde psişik âlem ile dünya realitesi arasındaki keskin ayrım erimeye başlıyor.
Lisans eğitiminizi sosyoloji üzerine tamamladınız. Sosyoloji okuduktan sonra sizi senaryo yazarlığına daha sonra da kitap yazmaya iten sebepler neler?
Ben sosyoloji bölümünü de “ne kadar çok okursam o kadar iyi yazarım” gibi bir düşünceyle seçmiştim zaten. Küçüklüğümden beri felsefeye büyük ilgim var. Oruç Aruoba’yı bayılırdım. Hem felsefi hem de şiirsel içeriği olan metinler hep ilgimi çekmiştir. Üniversite yıllarında sinemaya merak salınca hem yazabileceğim hem de sinema dünyasına giriş yapabileceğim bir dal olarak senaryo yazarlığı okumaya karar verdim. Sonrasında Amerika’da senaryo eğitim alıp, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema&TV yüksek lisansında hocam olan Barış Pirhasan’la tanışınca profesyonel olarak yazmaya başladım. 17 sene dizi sektöründe çalıştıktan sonra sessiz sakin veda ettim ve kitap yazmaya başladım.
Birçok dizide senarist olarak yer aldınız. Senaryo yazarlığı ve kitap yazmak arasında nasıl farklar var? Beslendiğiniz kaynaklar aynı mı?
Beslendiğimiz kaynaklar aynı değil elbette. Türkiye’de dizi yazmak belirli şartları yerine getirmenizi gerektirir. Daha çok başkalarını memnun edersiniz. Kitap yazarken ise çok daha özgürsünüz.
Dizi karakterlerinde görsel bir gerçeklik olduğundan, hayal gücümüze yönelik bir şey kalmıyor, karakterler daha çok oyuncuyla özdeşleştiriliyor. Kitaplardaki karakterlerin ise bunun tam tersi olduğunu düşünüyorum. Kitap yazma sürecindeki karakter üretimiz ile dizi arasında nasıl değişimler oldu?
Dizi yazarken eliniz bağlı oluyor. Fantastik hikâyeler içeren birkaç proje üretmiştim aslında ama seyircinin ilgisini çekmeyeceğini düşündükleri için gerçekleşmedi. Serinin devam kitaplarında göreceğiniz üzere benim karakterler çok çeşitli. Çek, Japon, İtalyan, İngiliz, Koreli, Çinli; ne arasanız var. Kediler, kelebekler, atlar, bitkiler de karakter olarak var. Masa, palto gibi objeler de aynı şekilde karakter olarak geçiyor. İlhamın sonu yok. Bu manada kitap yazmanın tadı bambaşka.
Türkiye’deki dizi süreleri çok uzun zamandır tartışıla gelmekte. Bu sorun senaryo yazım aşamanızı nasıl etkiliyor?
İdeal dizi süresi 50, maksimum 60 dakika olmalı. Ancak ülkemizde 120-140 dakika arasında. Bu konuda daha önce sektör çalışanları çok isyan etti; bildiriler yayımlandı, yaşanan sıkıntılar anlatıldı fakat bir değişiklik olmadı. Bu anlamda her zaman iş bölümü yapılır. Çok özel isimler haricinde senaryo grupları, hikâyeciler, tretman’cılar ve diyalog yazarları olarak iş bölümü yaparlar. Bir insanın tek başına aylarca süren bir maratonda her hafta 140 sayfa senaryo çıkartması gerçekten imkânsıza yakın.
Son olarak kitabınızda bahsettiğiniz Levent Ka karakteri, birlikte çalıştığınız Levent Kazak mı? :)
Bu soru için teşekkürler. İsim babası Levent Kazak, bazı karakter özellikleri de ondan geliyor. Mesela pembe camlı yuvarlak gözlükleri. :) Ancak esas baz aldığım kişi geçen sene kaybettiğimiz ustamız Giovanni Scognomillo. Sinemaya ve korku literatürüne olan düşkünlüğü Levent Ka karakteri için biçilmiş kaftandı. Zaten kendisini o kadar sevdim ki serinin diğer kitaplarında da yaveri Hüso Sanchez ile birlikte ana karaktere eşlik edecekler.