Alman müzisyen Stefan Pohlit ile müzikte kullanılan teknikleri kurguya yansıttığı, sürrealist bir dille adaların 1960-1980 yılları arasındaki sosyal tarihini edebiyata aktardığı ve Türkçe kaleme aldığı romanı Münzevi Adası üzerine konuştuk.
Şafakların Cihangiri adlı kanun konçertosu ve Peşrev adlı orkestra eseriyle müzik dünyasının dikkatini çeken ve Türk kültürüne olan ilgisiyle bilinen Stefan Pohlit müzisyenliğinin verdiği ilhamı bu kez edebiyata taşıdı. Stefan Pohlit'in "İrfan" müstear ismiyle yayımladığı Münzevi Adası romanı raflardaki yerini aldı. Postmodern literatüre büyülü gerçekçilik ve üstkurmaca tarzında yaklaştığı romanında yazar bu kitabında; eski Yunan felsefesinden beri tüm dinlerde bilinen beşliler çemberi sembolizmine vurgu yapıyor.
Öncelikle anadiliniz dışında bir dilde edebi metin yazmak zor muydu? Türkçeye hakimiyetiniz nasıl gelişti bu süreç içerisinde? Yazarken zorlandınız mı?
Her yazar, kişisel bir stil geliştirip, hikâyesinde serbest dolaşmak istiyor. Romanın tonu genel anlamda mizahi olsa bile doğaüstü yanları ve son bölümde belirginleşen sürrealist bir yaklaşım var. Onun için hangi dilde yazılırsa yazılsın birtakım teknik ve estetik sorunlarla uğraşmam gerekiyordu. Diğer bakımdan, özgeçmişim oldukça karışık. Yıllar içinde birçok dil öğrendim. Bir süre Fransa’da ve Arap ülkelerinde yaşadım ve tam 11 yılım Türkiye’de geçti. Akademik dilim ise İngilizce. Kısacası yazarlığa başladığım zaman kendi anadilime iyice yabancılaşmıştım. Kafamdaki diyaloglar İstanbul’da karşılaştığım “halk ağzı” tarzında şekilleniyordu. Bu ifadelerin Almanca eşdeğerini bulmak zor geldi. Romanı Türkçeye çevirirken bazı detayları yine değiştirdim. Eşim Fadime çeviriyi art arda gözden geçirip bana çok yardım etti.
Bu romanı yazma fikri ilk nasıl doğdu? Sizi harekete geçiren duygu neydi?
Adalarda yaşayan insanlarla kaynaşırken onların hikâyelerini dinledim. Adalarda yaşayan farklı inançtan insanların olması bana çok iyi bir deneyim kazandırdı. Bunun yanı sıra Batı ile Doğu arasında yayılan klişeleri yıkmak istedim. Evrensel çağa evrensel bir insan da gerek. Medeniyetlerin özelliklerine sevgi ve saygı duyarak değişik geleneklerle birlikte düşündüm. Tecrübelerimi hikâyeye dönüştürerek ortaya bir roman çıkarmak istedim.
Siz de hayatınızın bir dönemini Büyükada'da geçirdiniz. Merkeze Büyükada'yı almanızda kişisel hayatınız ne derece etkili oldu?
Çocukluğum hem doğada hem de çeşitli sanatsal aktivitelerin içinde geçti. Çevreci tarafıma önem veriyorum: Motorlu arabayı değil, at, inek, orman ve eski taşları seviyorum. İstanbul’da doktora öğrencisiyken adalara taşındım. Şehirde Julien Jalâl Ed-Dine Weiss adlı dünyaca meşhur bir kanun sanatçısının icat ettiği akortlama sistemini araştırıyordum. (Bu sistemden dolayı musiki ustalarının arasında çıkan kavgayı olduğu gibi romanın hikâyesine aktardım.) Aynı zamanda manevi eğitimimi, özellikle düşünce gücümü ilerletmek için bilerek “inzivayı” seçtim. Adalar tam kendime göre bir ortam sağladı. Gerçi, çok ciddi para sıkıntılarım vardı, bu yüzden çocukluğumdan beri çözemediğim korkularla yüzleştim. Tasavvufta söylendiği gibi: “Hiç” olup bunların çaresini ada ormanlarında buldum. Hakikatten muhteşem bir dönem geçirdim. Romanda anlattığım “ruhsal uyanışı” aynı şekilde yaşadım. Zamanla ilgimi çeken eski karakterlerin yaşam koşullarını da kendi kendime denedim.
Büyükada'da yaşamış eski karakterlerden esinlendiğinizi biliyoruz. Bu isimler kimler? Bu isimlerle ilgili nasıl bir araştırma yaptınız?
Adalardan topladığım rivayetlerde genellikle yetmişli yıllar canlanıyordu, askeri darbeden önceki dönem. Romanın bir bölümü Aliye Berger’in 1974’teki cenaze gününde geçiyor. “Kitapçı Hrisafis”, “Madam Yvonne”, “Yumuşak Karlo” gibi adanın orijinal figürlerinin anekdotlarını duyduğum gibi aktardım. Bazı binalar da bir bakıma “karakter tarzında” yer almakta. Örneğin Şakir Paşa Köşkü. Hikâyenin başında tarihi bir konak yanıyor. Bu tür kazaları anlamak için ustalarla görüştüm.
Ana karakterim, Büyükada’nın “Viyanalı Robensonu” Franz Fischer ise, adanın arkasında bugüne dek birçok iz bırakmış bir isim. Özgeçmişi 20. yüzyılın en önemli olaylarını yansıtmakta: I. Dünya Savaşı, New York’taki “Kara Cuma”, Nazilerin Viyana’ya girişi vs. gibi. 1946 yılında İstanbul’a gelmiş. Çeşitli kaynaklara göre Menderes döneminde trajik bir kayıp yaşamış, ardından medeniyete küserek Büyükada’nın arkasında inzivaya çekilmiş. Ünlü Rum tarihçisi Dr. Akylas Millas ona perişan hâlinde rastlayan ilk adamdı. Yaklaşık yirmi yıl boyunca Fischer, “Kamil Kaya” ismiyle (romandaki terzi Lütfü’nün söylendiği gibi): “Adalarda Cüneyt Arkın gibi tanınırdı“.
Fischer’in en yakın dostu, iskelede fıstık satan “Doktor” lakaplı bir cüce de çok dikkatimi çekti. Besteci Ergüder Yoldaş, Fischer’in vefatından sonra kulübesinde oturmaya başlamış. Gerçi, Yoldaş’a benzettiğim kahramanı 2012 yılında ilerleyen ana hikâyeye yerleştirdim.
Franz Fischer hakkında Milliyet ve Cumhuriyet arşivlerinde yazılı kaynaklar buldum. Sözlü tarih çalışmalarım başka insanları bulmama yardımcı oldu. Zamanla eski semt ve binaların sırlarını öğrendim. Bu konuda birçok kişiye minnet borcum var, özellikle Atilla Güner, Büyükada’nın halıcısı Necati Önel, kırtasiyeci Affan Ginçay, eski ev sahibim Sevim Deriş, doğancı Onur Emiral, dalgıç Serço Ekşiyan, Rum Yetimhanesi’nin bekçisi Erol Baytaş ve rahmetli spor muhabiri Hasan Cemali. Öbür adalar için ise, örneğin Burgazada’da Madam Martha ve Turgut Egemen’in eski dostlarını ziyaret ettim.
Aynı zamanda müzisyen olduğunuzu biliyoruz. Müzisyenliğinizin verdiği ilhamla beste yaparken uygulanan müzik tekniğini edebi bir kurguya adapte etmişsiniz. Yaratıcı bir stil olarak kulağa hoş geliyor. Bunu biraz anlatır mısınız?
Çok teşekkür ederim. Besteci olarak form ve yapısalcılığa düşkünüm. Karakterleri oluştururken Julien Weiss’in çevresinde tanıştığım müzisyenlerden esinlendim. Türkçe bilmeyen Weiss’in “Türk müziğinin yanlış hesaplanmış” olduğuna dair iddiası, musiki cemiyetinde çok sıcak karşılanmadı. Üstelik eksantrik yaşam tarzı birçok dedikodunun nedeni oldu. Weissen, bir yönüyle haklı çünkü antik dönemden beri devam eden bir tartışmayı kastediyordu. Bunu kısaca açıklayım: Orta Doğu ve Batı müziğinin temel ses sistemi on iki adımdan oluşan beşli çemberi. Astroloji ve kutsal kitaplar tekrar tekrar “on iki” rakamından bahsederken müzik, bu kozmolojinin psikolojik ifadesiydi. Ancak on iki ayın tam astronomik yıla denk gelmemesi gibi, bu gamı tam bir çembere sokmak için perdelerin arasındaki aralıkları ufak bir miktar kısaltmak gerekti. Pisagorcu filozof Platon, “tamperaman” olarak bilinen bu yöntemi birçok eserinde inceledi. İncil’de ise Hazreti İsa’ya ihanet eden 12. havari Yehuda’ya 30 gümüş para ödeniyor. 30, çemberin 360 derecesinde tam 1/12’ye denk geliyor. Bu benim kendim keşfettiğim bir detay. Hangi yönden bakarsak, irrasyonele dokunacağız. Tamperaman, tarihin ilk dijital mekanizması, “şeytanın” simgesi olarak kullanılırdı. Acaba Tanrı bir hata mı yapmış yoksa yarattığı dünya yalan mıydı? Romanın yapısı bu çelişkiyi yansıtarak onu doğa ve modernleşmenin arasındaki çatışmayla kıyaslıyor. Her bölüm “kıyamet yılı” denilen 2012’nin bir ayına denk gelirken, hikâye “13. bir ayda”, alternatif bir diyarda bitiyor. Modern yaşam gittikçe anlamsız bir “şarkıya” dönüşünce, ötesine bakabilmek için ancak sıra dışı yollara kalkmamız gerekmiyor mu?
Daha önce buna benzer müzikle edebiyatı yakınlaştıran bir edebi metin ya da yazar biliyor musunuz?
Tam aynı seviyede değil sanırım: Pisagorcuların akustiğini ve maneviyatı bir araya getirdim. Bana en çok ilham veren Hans Kayser ve Ernest MacClain’in yazıları akademik cemiyetinin dışında okunmuyor. Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu da müziği antik dönemin yedi özgür sanat’ına bağlayarak estetiği metafizikle barıştırmaya çalışıyor. Bu gözlemci enstrümanın performans kurallarını makam teorisine bile benzetmek mümkün ancak Hesse, Barok müziğinin duygulanım teorisini uyguladı. Thomas Mann’ın Doktor Faustus adlı romanı, on iki ton müziğini icat ettikten sonra, (romanımdaki “Cemil” adlı karakter gibi) Şeytan’la görüşen bir bestecinin hikâyesi. Ayrıca, bir müzikoloğun oğlu olan Milan Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda birleştirdiği öykülerde hep aynı hikâyeyi anlatıyor, klasik müzikte bilinen varyason prensibi gibi.
Bunlarla birlikte, roman karakterlerimi oluştururken aklımda daha çok Claude Lévi Strauss’un yapısalcı mitolojisi vardı. (Lévi-Strauss kendisi de birçok yönden müzikten etkilenmişti.) Literatürün dışında, mutlaka Alman film yönetmeni Edgar Reitz’in Heimat (Memleket) trilojisinden bahsetmeliyim. Malzemeler orada: kolektif bilinç, köy hayatı ve bir deklasik çağdaş müzik.
Türk ve Orta Doğu kültürüne karşı bir ilginiz olduğunu biliyoruz. Bu coğrafyanın felsefesi ve kültürü kitabınızda sufizmden tasavvufa, kutsal metinlerin simgeciliğine kadar yansımış. Yazarken hangi kaynaklardan besleniyorsunuz?
Geleneklerin simgelerini birbiriyle karşılaştırarak tüm insanlığa geçerli bir hakikate varabiliriz. Avrupa’da İslam dünyasına doğru yönlendiğim zaman birtakım yazarlar dikkatimi çekti, örneğin Annemarie Schimmel, Martin Lings, Friedrich Rückert, Muhammad Iqbal... Kur’an ile hadislerin yanında bütün sufi geleneğini inceledim, tabii ki... Gerçi kitaplarda resmedilen “tasavvuf”, ülkelerde karşılaştığım gerçeğe pek benzemiyor. En çok İslam dünyasında tanıştığım insanlardan etkilendim. Bazen içimde kalıcı bir kıvılcım tutuştu. Almanya’da öğrenciyken, teori profesörüm Peter-Michael Riehm’in analitik düşünce yeteneği beni çok etkiledi. Sayesinde Rudolf Steiner’i keşfettim ve Steiner’in yazıları Münzevi Adası’nda geçen kozmolojinin temeli. Büyükada’da tanıştığım ünlü filozof Metin Bobaroğlu ise, bana birçok bakımdan Riehm’i hatırlattı. Sohbetlerde, kutsal kitaplarda gizlenen anlamları açıklarken ortamı resmen büyülerdi.
Türkiye'de sizi okuyacak okurlarınıza neler söylemek istersiniz?
Sevgili okurlarım: Türkiye benim hayatımı belli bir düzeyde değiştiren ülke ve kalbimin bir parçası her zaman aranızda kalacak. Kitabımı büyük bir gururla ilk olarak size sunuyorum. Ancak anlattığım adalar kül olmaya başlamış; faytonlar kaldırıldı, tanıdığım birçok “eski adalı” vefat etti, yıllar önce kurduğum “lockdown” ile denizin ölümü bile gerçekleşti. Zamanla muhteşem doğanıza sahip çıkacaksınız, eminim!
Sufilerin rehberi Hazreti Hıdır, Hristiyanlık’ta Saint George’e denk geliyor; Yunanca: ‘Ayios Yeóryios, Büyükada’nın koruma azizi. Takvim reformundan önce, ikisi birlikte aynı günde kutlanırdı. Bu ilişkiyi romanımda canlandırdım: Hazreti Hıdır, sezgi demek. Aya Yorgi ise, Lucifer’in “ejderha”sını yenerek tutkularımızı ehlileştiren aklı simgeler. Demek, Doğu ile Batı birleşince ancak tamanlanacak. Neale Donald Walsch’un sözleriyle: “Hepimiz biriz. Tarzımız daha iyi değil, sadece farklı.” Sevgiyle, saygıyla.