Volkan Zamanoğlu ile henüz dosya hâlindeyken Yaşar Nabi Öykü Ödülü’nde finale kalan, uzun ve çetrefilli bir yolculuktan geçerek okurla buluşan ilk kitabı Şehzadeye Rüya’yı konuştuk.
Şehzadeye Rüya’yı konuşacağız bugün ancak önce yolculuğun başlangıcından başlamak istiyorum biraz. Matematik mezunusun fakat yüksek lisansını edebiyat üzerine yaptın, -uzun zamandır da öyküler yazıyorsun tabii- edebiyatla kurduğun bağdan bahsedebilir misin?
Edebiyatla kurduğum bağ başlangıçta akademik değildi. Kitap okumayı ve deneme ya da öykü yazmayı seviyordum ama edebiyat dersleri ya da kitaplar hakkındaki ezber bilgilerin sınandığı sınavlar hoşuma gitmiyordu. Edebiyat iş ya da okul değil, sanat veya zevk olarak güzeldi. Lisede sayısal okudum ve üniversite sürecim buna göre gelişti. Bu süreçte denemeler ve öyküler yazıp dergilere ve yarışmalara gönderdim. Güzel gelişmeler yaşandı. Daha sonra edebiyatı akademik olarak da tanımak istedim. Yüksek lisansta eski edebiyat çalıştım. Üniversitede matematik okurken de sonrasında Osmanlı şiiri öğrenirken de kendi okumalarıma ve yazma çalışmalarıma devam ettim. Dolayısıyla, neyle uğraşırsam uğraşayım, edebiyatla aramda hep güçlü bir bağ vardı.
Şehzadeye Rüya’nın benim de şahit olduğum uzun bir yolculuğu oldu. Bu süreç senin için nasıl geçti, ne denli yorucuydu?
Şehzadeye Rüya, yazılış süreci üç yıla yayılmış öykülerden oluşuyor. Defalarca düzenlendi, baştan yazıldı, üzerinde oynamalar yapıldı. Artık elimden çıkmasına karar verdiğimde yayınevlerine tek tek gönderme ve onlardan haber bekleme süreci başladı. İki iyi yayınevinden altışar ay arayla çok güzel eleştiri ve dönüşlerle olumsuz yanıtlar aldım. Pandemi ve ekonomik sorunlar da etkiliydi. Hayatımdaki en önemli alanda hevesimin kursağımda kaldığını hissettim. Ama sonsuza kadar yeniden heveslenmeye hazırdım ve dosyayı Varlık Yayınları’nın Yaşar Nabi Nayır adına düzenledikleri öykü yarışmasına gönderdim. Birkaç ay da oradan haber bekledim ve yüzlerce dosya içerisinden finale kalıp değer gördüğünü öğrendim. Bu gelişmeyle beraber Şehzadeye Rüya’yı Sahi Kitap’a gönderdim, sonuç olumlu oldu. Dosyanın yaklaşık bir yıl sonra yayımlanacak şekilde yayın planına alınması, bazı olağan aksaklıklar derken üç senede bitmiş öykülerin kitap formuna ulaşması da üç yılımı almış oldu. Yazmak ve okumak ne kadar sabır pratiği yaptırsa da tez canlı biri olarak yayın dünyası için normal olan bu süreçte zorlandığımı söyleyebilirim. Kendimi defalarca teselli etmem gerekti. Ama başka yazarların, çok iyi isimlerin de benzer süreçlerden geçtiğini bildiğim için ümitsizliğe kapılmadım. Beklerken yazmaya devam ettim ve yüksek lisans tezim ile romanımın büyük bir bölümünü tamamladım. Şu an her şey yolunda.
Kitap henüz dosya hâlindeyken 2020 yılı Yaşar Nabi Öykü Ödülü’nde finale kaldı. Henüz yayımlanmadan finale kalması geleceğe dair hayallerini yeşertti mi?
Az önce de bahsettiğim gibi dosya bittikten sonra bir yıldan fazla bir süre ne olacağını bilemedim, edebî değerine dair elimde bir veri yoktu. Metinlerime inanıyordum ama bunların kabul görmesine ihtiyacım vardı. Yarışma sonucu bu anlamda iyi hissetmemi sağladı. Zira sonraki süreçte de matematikçi olmam ve yaşım dolayısıyla kitaba çekingen yaklaşan çok sayıda okurla tanıştım. Biyografiye bakıp kitabı bırakıyor, tavsiye ya da yarışma referansı ile okumaya karar veriyorlardı. Bu anlamda elimde güzel bir sonuç var. 25-27 yaşlarımda yazdığım öykülerin Varlık Yayınları ve başta çekingen yaklaşan okurlar tarafından gördüğü değer, ileride gerçekleşecek başka güzelliklere işaret ediyor diye düşünüyorum.
Bu yılın mart ayında Şehzadeye Rüya okuruyla buluştu. Böylesine çetrefilli ve yorucu bir sürecin ardından kitabı ilk eline aldığında ne hissettin?
Dergilerde yer alan metinlere dokunabilmek müthiş bir histi. Bunu senelerdir tanıyordum. Ama kitap bambaşka bir mutluluk. İlk on nüsha evime kargoyla geldi. Paketi açıp hepsini birden tuttuğumda bir fotoğraf çekip gönderdiğim yakın arkadaşlarıma “Baba oldum!” dediğimi hatırlıyorum.
Kelimelerin ağırlıkla hüzün taşıyor. Öykülerinin çıkış noktasından ve yazarken nelerden beslendiğinden bahsedebilir misin?
Aslında neşeli, eğlenmeyi ve gülmeyi seven biriyim. Ama söz konusu sanat olduğunda daha çok hüzünlü inceliklerden etkileniyorum. Dolayısıyla bunu anlatabiliyorum. Hepsinin çıkış noktası farklı ve gerçek bir hüzne dayanıyor desem abartmış olmam sanırım. Mesela, “Çok Zamanlı Elma Hikâyesi”, kalabalık bir otobüste ayakta yolculuk yaparken içimde kıpırdamaya başladı. En önde cama yakın dikilmiş, müzik dinliyordum. Sezen Aksu ve Ozan Çolakoğlu’na ait “Gizli Aşk” parçası çalınca bir şeyler gördüğümü ve yaşadığımı hissettim. Yolun ortasında, yaşadıkları yasak aşk yüzünden gizlenmeye çalışan iki aşığın gölgesi belirir gibi oldu. Onları bir uçurumun kenarında hayal ettim ve imgeyi yazıya dökmeye başladım. Yazmaya başlamadan önce, yazarken ve yazdıktan sonra parçayı defalarca dinledim. Böylece “Gizli Aşk”tan bir yasak aşk hikâyesi doğmuş oldu. Çok zamanlı ve Adem ile Havva’dan beri yenmiş tüm elmalarla ilgili. “Gazel Hikâyesi”nin çıkış noktası ise girdiğim metin şerhi derslerinden birine ait. Hocanın Evliyâ Çelebi’yi kaynak göstererek anlattığı bir anektod beni etkiledi ve tarihî bir gerçeği gizleyip değiştirerek öyküye dönüştürdüm. Liste böylece uzayabilir. Şöyle toparlayayım: Bir şarkı, bir ders, bir kişi, bir haber ya da hayatın içindeki herhangi bir an beni besleyip yazdırabilir.
Üzerinde etkisi olan yazarlara ve eserlerine “Çok Zamanlı Elma Hikâyesi”nde temas ediyorsun. Okuduğun, sevdiğin yazarlar seni hangi noktada etkisi altına alıyor?
Kurgunun gücü ve metnin psikolojik derinliği beni etkiliyor. Öte yandan yazarın hayatı ve yazdıkları arasındaki bağlantıyı görmekten haz alıyorum. Etkilendiğim bir eserden sonra kendimi yazara ait günlükleri, mektupları, hatıraları okurken buluyorum. Metnin arka planında duyduğum yazar sesi güçlenmeye başlıyor. Böylece yaşıyor olsun olmasın bir ruhla tanışmış ve bağ kurmuş oluyorum. Bu bağları “Çok Zamanlı Elma Hikâyesi”nde biraz açık etmiş oldum.
Hüzünle birlikte öykülerini okurken adeta çiçeklerle dolu bir bahçede geziyoruz. Sık sık filbahri ve kaktüs geçiyor öykülerinde -ki kapakta da bir kaktüs var. Bitkiler senin öykülerine neler katıyor?
Evinde çokça bitki besleyen, bitki sevgisiyle bilinen biri değilim aslında. Ama sorunla beraber fark ediyorum ki metin içerisinde bitkiler benim için önemli. Hatta “Ayrılık Hikâyesi”ndeki kadın karakter de yaşadığı yerdeki ağaçların türlerini merak eden, öğrenen, durup durup sevdiğine bunları anlatan biriydi. Mektubunu erguvan çiçeklerinin altında yazıyordu… “Sanırım Çiçeksiz Kadının Hikâyesi”nde dediğim gibi bitkilerle insanlar arasında bir bağ kuruyorum. Bitkiler de bizler de topraktan gelip toprağa dönüyoruz, çamurun içinde büyüyüp yeşeriyoruz, bazılarımız aldığı besinlerle çiçekler açıyor bazılarımız dikenlerle doluyoruz. Bu gerçeğe kafa yormak güzel. Bitkilerin varlığı, en azından Şehzadeye Rüya için, metinlerimi besliyor.
Okuyucuları kitabın niteliği kadar kapağı ve ismi de etkiliyor. Senin, “Şehzadeye Rüya” ismini seçmende etkili olan neydi?
Her şeyi açık açık anlatan, gösteren bir yazar olmak istemiyorum. Bir perdenin arkasında, imajlar içinden, imgelerin gücünü kullanarak konuşmak hoşuma gidiyor. Şehzadeye Rüya da ilk etapta neden böyle çekimlendiği, neyi anlattığı, ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir isim. “Şehzade’nin Rüyası” ya da “Şehzadeye Mektup” gibi yanlış isimler kullanıldığını duydukça gülüyorum. Sosyal medyada da kitabın adı sıkça yanlış yazılıyor ve bu durumu tebessümle karşılıyorum. Soruya burada açıkça cevap vermek kitabı henüz okumamışlar için önemli bir detayı açıklamak olur. Bu yüzden es geçeceğim. Ancak şunu söyleyebilirim: Okur, kitabı eline aldığında ismin tam olarak neyi anlattığını anlamasın ama okuyup bitirdiğinde içinden “yahu bu kitaba konabilecek en güzel isim buymuş” desin istedim. Sanırım büyük ölçüde başarabildim.
Okuduğum birçok yorumda okuyucuların kitabını “yetişkinler için bir masal kitabı” olarak niteliyor. Bu tabir kitabın arka kapağında da yer alıyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?
Şehzadeye Rüya, kitabın içerisindeki en uzun metin. Girişte ve sonda olmak üzere iki bölüme ayrılmış, aradaki sekiz hikâyeden farklı, oyunlu bir anlatıma sahip. Tekerleme tadı veren uzun cümlelerle, epitetlerle, tekrar eden söz öbekleri ve bağlaçlarla örülü. Zaten “Bir yokmuş ve bir varmış” diyerek alışılmış masal girişini tersten okutarak başlıyor. Dolayısıyla şekil bakımından rahatlıkla masal diyebiliyoruz. Fakat içerik yönünden çocuklara hitap etmiyor. Şehzadeye Rüya’yı büyükler için yazılmış bir masal olarak nitelemek yerinde. Sanırım içimizdeki çocuk kadar içimizdeki yetişkinin de masal dinlemeye ihtiyacı varmış. Önce kendim için, sonra da okuyucu için anlatmış oldum.
Şu an ajandanda neler var? Geleceğe dair neler planlıyorsun?
Kafamda açık birkaç dosyayla beraber geziyorum. Bunlardan birini öne çekip yoğunlaşarak üzerinde çalışıyorum. Bu sırada diğerleri fonda işlemeye devam ediyor. İlgili yerlere notlar alarak, bir şeyi yazarken başka bir şeyi araştırarak çalışıyorum. Şehzadeye Rüya bittikten sonra geçen üç yıldan fazla süre içerisinde yüksek lisans tezimi ve lise yıllarımdan beri hayalim olan romanı yazdım. Tam şu sırada kafamdaki açık dosyalara bakıyorum ancak herhangi biri elimde değil. Bunlar arasında on yıldır notlar alarak altyapısını oluşturduğum bir roman, okurunu bilgilendirirken tebessüm ettirebilecek bir sözlük ve matematikçi olduğumu hatırlayabileceğimiz bir eğitim kitabı var. Hangisinde nasıl karar kılacağımdan emin değilim. Belki bu kadar farklı alanlara dalmak iyi değildir. Henüz bilmiyorum. Sadece romanın parlayıp sönen bir fikir olmadığını, sağlık ve ömür el verdiğince yazılacağını, sevdiğim insanlara er geç ulaşacağını biliyorum.