Predrag Matvejevi?’ den “ekmek” üzerine bir inceleme.
Ecce panis angelorum!
Factus cibus viatorum.
Vere panis filiorum.[1]
1932 yılında Hırvat bir anne ve Rus bir babadan Bosna-Hersek Mostar’da doğan yazar, kardeş kavgasıyla sarsılan Balkan topraklarından ayrılarak, “sürgün ve sığınma” yeri olarak nitelediği Avrupanın bir başka şehrine, Paris’e yerleşir. Eski ve Yeni Dünya’nın birçok üniversitelerinde konuk akademisyen olarak dersler veren Matvejevi?, halen Paris Sorbon Üniversitesinde, Slav Dili ve Edebiyatı Profesörüdür. Ekmeğimiz kitabı kadar ünlü bir diğer eseri de Akdeniz’in Kitabı’dır.
Ekmeğimiz kitabının Önsöz’ünde Enzo Bianchi şunları yazar: “Predrag ekmeğinin tek bir kırıntısını bile ziyan etmez. Ekmeğin tadına yalnız başına da, katık eşliğinde de varmasını bilir; kıymetinin bilincindedir, onu her bir lokmasında inanılmaz bir yemek, beslenmenin ve paylaşımın bizzat özü olarak yeniden keşfeder. Gerçektende, bir anda, onunla aynı sofrada yiyen, ekmeğini paylaşan sağlam dostlar oluveririz.” Ekmeğin böyle bir gücü olduğu kesindir. Paylaşılan bir lokma, sadece katığı değil dostluğu da simgeler.
Barışın olduğu günlerde, huzurlu ve mutlu zamanlarımızda soframızda sürekli bulunan ekmeğin öneminin hiç farkına varmadığımız kesindir. Savaş zamanlarında, iç savaşlarda, kargaşada bir yudum ekmek, sade de olsa ne kadar anlamlıdır yiyen için. Ve o bir yudumu, bir başkasıyla paylaşmak, zira, ekmeği paylaşmak kardeşliği paylaşmaktır, hayatı,
yaşamayı, sevinci, umudu paylaşmaktır. Dante’nin İlahi Komedya’sında dediği gibi, “başkasının ekmeğinin ne denli tuzlu, başkasının merdiveninden çıkmanın, ne denli zor olduğunu göreceksin.” Hayatı “iltica ve sürgün” arasında geçmiş olan Matvejevi?, “su ve undan ibaret, ateşle ve insan kültürüyle yaşamsal besine dönüşen o bildik hamur hakkındaki bilgilerini derinleştirmekle kalmamış, görme, işitme, dokunma, koku, tat gibi bedensel ve içsel duygularını da geliştirdiğini” söylediği ekmeği bir başka tatla sayfalara aktarmış.
Yazar, tarihin tüm katmanlarında insanın ekmekle olan ilişkisi üzerine derin bir araştırma yaparak, kitabında bu bilgileri yedi bölüm olarak okuyucuya sunar. Birinci bölüm, “Ekmek ve Beden” ile başlar ve devam eder. “Yollar”, “İnançlar”, “Yedi Kabuk”, “Tohum”, “İmge ve Görüntüler”, “Gerekçeler ve Sonsöz”. Dünyanın yaradılış efsanesini de hatırlamızda Tanrı da dünyayı yedi günde yaratmıştır. “Yedi Kabuk” adlı bölümde “yedi”nin uğuru şu şekilde anlatılır.
“Yedi sayısı, çoğunlukla “kıtlık yılları” ve “açlık yılları”yla ilişkilendirilmiştir ama sadece bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Vahiy kitabında “yedi yıldızdan”, “yedi mühürden”, “yedi borazandan”, “Tanrı’nın öfkesiyle dolu yedi tasdan” söz edilir. Pers geleneğinde S harfiyle başlayan (haft Sin) temel yedi besin öğesi vardır. Muhammed Peygamber, Kuran’da “yedi yolu”, “yedi denizi”, “yedi kat gökleri”, “yedi geceyi”, “yedi yeşil buğday başağını” hatırlatmaktadır. Pek çok dilde sürgün ekmeği, çileli ekmek anlamına gelen yedi kabuklu ekmek deyişi çeşitli bağlamlarda kullanılmış, hatta deyim halini almıştır. Belki de u deyişi, ilkin, sert bisküviler kemirerek uzun yollar katetmiş denizciler kullanmıştır.”
“Ekmeğin insanla başlayan yolculuğunda, bu kutsal besinin, ekmeğin süregelen macerasını dinlerden, su ve unun hikayesini efsanelerden, mitoslardan ayırmamız pek mümkün görünmemektedir. Matvejevi? kitabında “ilk buğday başağının nerede ve ne zaman filizlendiği belki de daima bir sır olarak kalacaktır” der. Ateşin üzerinde bir araya gelen su ve un başka bir lezzet sunar insanoğluna.
“Ekmeğin kökeni göçebelerin yerleşik düzene geçmesi, avcının çoban olması ve her ikisinin de çiftçiye dönüşmesiyle örtüşmektedir. Biri, bir av yerinden ya da bir otlaktan bir diğerine geçer, diğeri de çorak toprakları işler, tarlaları sürerdi. Kabil, habil ile çatışmaya girmiştir. Göçebelik macaraya sevk eder, yerleşik düzen ise daha çok sabır gerektirmektedir.”
Yazar ilk bölümde, Hippokrates’in bir sözüyle başlar, “Ekmek mitolojiye aittir”. Ekmeğin var olması, kadın erkek arasında iş bölümünün de gerçekleşmesine neden olmuş, tarlalarla ilgilenmek erkeğin üzerine kalmıştır. Bir bakıma kadın ve erkek “alın teriyle” hayatlarını kurmak zorunda kalmış, erkek, tohum ekmek ve ürünleri toplamak, kadın da, hamur yoğurup pişirmek zorunda kalmıştır.” Bilimsel felsefenin ele aldığı sorunların ortaya çıktığı destanlardan olan Homeros İlyada’sında, “kadınlar beyaz unu özenle yoğurur, hasat yapanlara yemek hazırlar.”
Ekmeğin bedeninin de tıpkı insan bedeni gibi ölümlü olduğundan bahseden Matvejevi?, ekmeğin yapılış serüveninde zaman zaman farklılaştığından bahseder. Ekmeğin kaderi, ona eşlik eden tarihten ve onu yaratmış olan geçmişten farklı olduğu kesindir.
Antikçağa uzandığımızda Empedokles’in düşüncelerinin etkisinde kalan, telos kavramını felsefeye ilk getiren bilge filozof Anaksagoras, “ekmekle beden arasındaki gerçek ilişkiyi algılamış ve betimlemiş” ilk kişilerden biri olmuştur.
Anaksagora’la felsefede düalizmin başladığını, dünya felsefesini nous (biçimlendirici ruh ve akıl) üzerine kuran filozofun Lapseki’ye sürüldüğünü kısa bir ayrıntı olarak “ekmeğin” arasında hatırlamamızda da yarar var. Anaksagoras,
“Ekmeğe bir bakalım. Zira onun özdeği bitkiseldir ve bedenimize besin olmaktadır. Ama insanın ve hayvanın bedeni pek çok öğeden oluşmuştur: Ten, et, damar, tendon,kıkırdak, kemik, tür. Pekiyi bu kadar büyük bir çokluğun yekpare olan ekmekten gelmesi nasıl
mümkün olabilir. Niteliksel bir değişikliğin gerçekleştiğine inanılamıyacağına göre, geriye, bedende mevcut olan çok sayıdaki maddenin tamamının yediğimiz ekmeğe içkin olduğunu kabul etmek kalır.”
Predrag Matvejevi? ekmeğin kalitesini belirtirken “sadece unun güzelliği ile değil, fırına konan oduna da bağlı olduğunu, özellikle zeytin ağacı doğru zamanda kesilip, bir süre rüzgarda ve güneşte kurumaya bırakıldığında güzel bir koku yaydığı” yazar ve ilave eder, “deneyimli fırıncı, kor kızarır kızarmaz üzerine bir avuç güzel kokulu ot, adaçayı, lavanta, biberiye” attar. Yazar bir anlamda ekmeğin içine sinen o nefis râyihanın da varlığını da ortaya koyar.
Predrag Matvekevi?’in Ekmeğimiz adlı kitabının en ilginç bölümlerinden biri de “Gerekçeler ve Sonsöz” de saklı. Her okuyucu ekmeğin tarihsel yolculuğuna çıkarken, bir yerden bir yere sürülen, öldürülen yazarların, askerlerin ve insanların ekmekle olan duygusal ve gerçek ilişkisininide bu kısımda yazılanlarda bulmakta, bir anlamda da tarihiyle/tarihle hesaplaşmaktadır. Gündüz Vassaf’ın “Ama hangi nedenle yazılmış olursa olsun “tarih” denilen şey yaşarken değil de asıl yazarken “yaratılmış” oluyor” diyen sözlerini de hatırladığımızda, “tarih yazılır, yazılan tarih, anlatmasını bilen bir tarihçi tarafından anlatılır” diye ekleyerek okuyucuyu, Taniel Varyjan’ın dizeleriyle ve “ekmeğin serüveniyle” başbaşa bırakalım.
“Rüzgarlar geçer – başakların altından, ayın testisinden sütlerin taştığı yerden; buğday taneleri titreşir.
Harman alanından köye, köyden değirmene – Deniz geçer [...]
Ve gelinler güzel ekmeği yoğurduğunda, bu olsun aşkın ezgisi.”
Predrag Matvejevi?, Ekmeğimiz adlı kitabıyla, buğdayın Asya’dan yeryüzünün herhangi bir köşesindeki tarlaya olan uzun yolculuğunu, nesilden nesile aktarılan zevkli hikayesini anlatmakta.
Yapı Kredi Yayınları,
Predrag Matvejevi?, Ekmeğimiz,
(Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu)
2013, 177 sayfa
[1] İşte meleklerin ekmeği! /O, yolcuların ekmeği oldu./ İnanlıların ekmeği hakikidir. (Aquinolu Tommaso)
[2] Gündüz Vassaf, Annem Belkıs ,İletişim, 2013, 10. Baskı, s.18
[3] Taniel Varujen,”Ekmeğin Şarkısı”, s. 170