Hikmet Hükümenoğlu’nun bilindik aşk öyküleri kadar patolojik, alışılmadık aşk öyküleri de anlattığı son kitabı Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri üzerine bir yazı.
Adından da anlaşılacağı gibi, Hikmet Hükümenoğlu’nun son kitabı Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri, okura aşkın diriltici, canlandırıcı ve iyileştirici yanlarından bahsetmiyor. Bir ayrım yapmak gerekirse, âşık olanlardan ziyade aşka düşen ve ayağa kalkamayanların hikâyelerini anlatıyor. Ayakları yerden kesildikten sonra tökezleyip yere kapaklanan, düşerken de çevresine ve en çok da sevdiğine zarar veren, elinden gelirse onu da düştüğü çukura çekip hapseden âşıklara dair anlatılar kaleme alıyor.
Yedi kısa, altı tane de çok kısa öykü var kitapta. Çok kısa olanların her biri “Aşk Öyküleri – No.1”, diye başlayarak numaralandırılmış. Kısa öykülerin ise kendi adları var, ne var ki bir tanesi hariç hiçbirinde anlatıcı karakterlerin (ya da âşıkların) adlarını öğrenemiyoruz. Kaideyi bozan tek öykü de anlatıcının aynı zamanda öykü kişisi olmadığı yegâne öykü.
Kitap, bir aşk öyküsünden ziyade büyüme öyküsü olarak da okunabilecek, dokunaklı bir anlatı olan “Arıların Yön Duygusu” ile açılıyor. On dört ve on yedi yaşlarındaki iki erkek kardeş, mühendis babalarının sürülmesiyle bir taşra kentine taşınmak zorunda kalırlar. Bir yandan yeni yaşamlarına ayak uydurmaya çalışırken, diğer yandan da sert ve otoriter babalarının tahakkümüyle başa çıkmak zorundadırlar. Anlatıcı büyük kardeş, sınıf arkadaşı Sevgi’den hoşlanıyordur, onunla -en azından sözde- evlenme planları vardır. Bu sırada fabrikaya gelen stajyer “Nil Abla” kadınsılığı, uyumsuzluğu ile aklını başından alır. Ancak ailede Nil’in büyüsüne kapılan tek erkek kendisi değildir. Anlatıcı, arzu nesnesinin babasını tercih etmesiyle kendi aşkına karşılık bulamazken, annesiyle babasının arasındaki aşkın hayaletinin de tümden buharlaştığını görür, kendisi de Sevgi’ye karşılık veremez hale gelir. Aşk, üç eksende de yitirilmiştir, ancak bu anlatıcı için bir kopuşun ateşleyicisi olur ve babaya karşı ilk gerçek itaatsizlik ediminin yolunu açar.
“Mersedes 80” öyküsünde ise bir nevi “ailenin güzel kızına layık görülmeyen koca adayı” hikâyesi okuyoruz. Adını öğrenemediğimiz genç, işsiz anlatıcı, yaşlı bir çiftin şoförü olarak çalışmaya başlar. Her ne kadar şoför her gün yazıhaneye götürüp getirdiği Arif Bey’in içine sinmese de karısı Canan Hanım’la çabucak birbirlerine ısınırlar. Kendisi ise gününün büyük bölümünü birlikte geçirdiği 80 model Mersedes’e giderek gönlünü kaptırır. “Birkaç ayda kanım kaynamıştı bu arabaya. Kanım kaynamaktan da öte, bir parçam olmuştu sanki. Elim direksiyona değer değmez nabzım hızlanıyordu. Ayağımla gaza dokunduğumda çıkan o mırıl mırıl ses, vites kolunun avucumun içini gıdıklayan pütürü, döşemenin kokusu…” Anlatımda duygular kadar duyuların da kendini göstermesi, Mersedes’e karşı beslenen hissin cinsel duyarlıktan yoksun olmayan bir aşk olduğunu ima ediyor. Anlatıcının kurduğu hayaller ise sevdiği kızı kaçırıp ömür boyu mesut olmayı dileyen bir aşığın dilinden dökülür gibi: “Gerekli parayı biriktireyim, bu insanların hiçbirini bir daha görmeyecektim. […] Önce şu Mersedes’i makul bir fiyata satın alacaktım. […] Onu hallettim mi hemen ufak bir oto yıkama açacaktım, […] Güzel de bir çardak yapacaktım, küçük bir süs havuzu, insanlar beklerken çayını içsin, kitabını okusun. Ya da hiçbir şey okumasınlar, benim Mersedes’i seyretsinler, ne zarif ne asil bir araba bu desinler içlerinden.” Ne var ki arabanın sahipleri (ya da ailesi) bu hayallerin önünde bir engel olarak belirince, şoförün saplantısının boyutları daha da belirginleşir.
Kitaba adını veren öykü de benzer bir saplantıyı konu ediniyor. Adsız bir kentin yetenekli ve münzevi pasta ustası Faik Bey, çoğunluğu kadın müşterileriyle temasını en düşük seviyede tuttuğu, düzenli ve dışardan bakıldığında gizemli bir yaşam sürmektedir. Aynı anda en fazla iki sipariş alır, yeni müşterileri ancak referansla kabul eder ve herhangi bir yeni müşteriyle sıkıntı yaşarsa hem onu hem de referans olan kişiyi “defterden siler.” Bunun yanında, yaptığı pastaların içine küçük notlar yerleştirir, müşterilerinin “Yıllar sonra aniden akla gelen eski bir şarkının sözleri gibi,” ya da “Başlar başlamaz bitiveren kısacık bir öykü gibi,” diye tanımladıkları birkaç cümleyle onlarla arasında yazı üstünden bir ilişki kurar. Bunu yapmasındaki itki, yüz yüze iletişim kurarken mesafeliliğinden taviz vermediği kadınlara küçük bir hoşluk yapmak da değildir: “Zaten o satırları kur yapmak için değil, eski hayatından kalan bir arzuyu canlı tutmak için yazıyordu. Sönmesi gereken bir aleve usulca üfler ve üflediğini kendine bile itiraf etmekten kaçar gibi. Kağıtlarla, mürekkeplerle ve sözcüklerle dolu bir arzuydu bu. Eski hayatıyla birlikte onu da başka bir kentte bırakmış ve arkasına bakmadan buraya gelmek zorunda kalmıştı. Unutmayı seçmişti.” Faik Bey, yazıdan uzak, sınırları keskin çizgilerle belirlenmiş ve aşktan arınmış bir hayat sürdürmektedir. Bu sırada Süreyya Hanım çıkagelir ve ondan pasta değil bir aşk öyküsü sipariş eder. Güzelliği ve sözleriyle de münzevi pasta ustasını etkilemiştir.
Bu noktaya dek kendini göstermeyen ve bize öyküyü tanrısal anlatıcıdan okuduğumuzu düşündürten -ya da bizi uyutan- anlatıcı, Süreyya Hanım’ın gelişiyle birlikte ete kemiğe bürünür. O, olayları yukarıdan görüp Faik Bey’in düşüncelerini, iç dünyasını bize aktaran tarafsız yazar değil, Faik Bey’le -bir hizmetçi ya da yardımcı rolünde- birlikte yaşayan, ancak kendini onun iç dünyasını tahlil etmeye ve anlatmaya muktedir gören bir öykü kişisidir. “Faik Bey’in ne yaptığını, ne hissettiğini, aklından ne geçtiğini benden daha iyi kimse bilemezdi. Ben hep oradaydım hep yanındaydım. Bir bardak su istediğinde ben koştum, çayını ben demledim, hastalandığında ilacını ben aldım, ateşi çıktığında üstünü ben örttüm. Ona asla Faik demedim, hep bey diye hitap ettim.” Onun kendisi olmadan yaşayamayacağına inandırmıştır kendini, hatta Faik Bey ayrı bir daire tutmayı teklif ettiğinde, “Kendine ait bir hayatın olur,” dediğinde alınır, gücenir ve bu teklifi yok sayar. Pastaların içine yerleştirdiği ufak notların ötesine geçip yeniden öyküler yazmaya başlaması Faik Bey için yıkıcı olacaktır, anlatıcı bunu bilir. “Süreyya Hanım denen kadının ne kadar tehlikeli olduğunu anlamakta” geciktiği için kendine kızar. Neyse ki yüce bir özgecilikle yaşamını adadığı pasta ustasını Süreyya Hanım’dan korumak ve yazıya dönmekten alıkoymak için bir planı vardır. Faik Bey’in ne istediğinin pek önemi yoktur, onun için iyisinin ne olduğuna anlatıcı çoktan karar vermiştir.
Kitaptaki kısa öyküler genelde aşkın kavuşmanın mümkün olmadığı hallerindeki yıkımı vurguluyorsa, çok kısa öyküler de kavuşmadan sonra yaşananları anlatıyor. Aşkın, sonu olan, evlilikten/birlikteliğin başlamasından sonra bir noktada nihayete eren ve yok olan ya da dostluğa, yoldaşlığa dönüşen bir duygu olduğu genellemesi de yapılmıyor bu öykülerde en az bir öykü bu kaideye başkaldırıyor. Altı numaralı aşk öyküsünde, kırk yıldır evli olduğu kocasına karşı hala ilk günkü alevli aşkı hisseden kadının hikâyesini dinliyoruz. Kim olduğu bilinmeyen birileri, yine bilinmeyen bir nedenle kadınla söyleşi yapmaktadır. Kadın, aradan geçen on yıllara rağmen kocasına aşkının nasıl bir canlılıkla sürdüğünü anlatır ancak söyleşi yapanları hislerinin sahiciliğine inandıramaz. “İlgi çekmek için böyle konuşuyorum zannettiler, kendimi kıymetli hissetmek için. Ukalalık etmek için.” Halbuki birkaç satır önce, kocasının kendinden önce ölmesi halinde hızlıca intihar edebilmek için nasıl önlemler aldığını anlatmıştır. Söyleşi yapanların tavrının ardında yatan neden inanmamazlık da olabilir, kırk yıl harlı yanan aşkın ölümle iç içe geçmişliği karşısındaki şaşkınlık da.
Hükümenoğlu’nun üslubu sade, anlatımı berrak ve akıcı. Öykülerdeki anlatıcı ya da baş karakterler farklı sosyal sınıflardan ve hatta farklı dönemlerden olsalar da aralarında bir dil uyumu var, bu seçim metinler arasında ortak temaların ötesinde bir bütünlük oluşmasına yardımcı oluyor. Mekân ve karakterlerin betimlemeleri anlatının içinde sırıtmadan kolaylıkla eriyor ve bazı yerlerde akılda kalıcı imgeler yaratıyor: “Her yer göz alabildiğine otlarla, dikenlerle, papatyalarla ve adını bilmediğim sarı çiçeklerle kaplıydı. Alçaktan süzülen bulutların gölgesi, dev karaltılar halinde yamacı yalayıp geçiyordu. İleride, tepenin altında, tarlalar başlıyordu, daha da ötede tek tük evler.” Pasta ustası Faik Bey’in tasviri de yorucu olmadan ayrıntılı bir resim çiziyor: “Uzun boylu, iriyarı bir adamdı. Giyimine kuşamına çok dikkat eder, saçlarını özenle tarar, bıyığını fındık yağıyla ovardı. Sağlam adımlarla yürür ve az konuşurdu. Pek gülmezdi ama gözbebeklerinde esrarengiz bir ışık vardı, tıpkı penceresinde bazı geceler sabaha kadar yanan altın sarısı ışık gibi.” Aynı öyküde, Faik Bey’in öykü yazmaya girişmeden önceki hazırlığının anlatıldığı bölüm ise, yazıyla uğraşan, yazı gereçlerine ilgi duyan okur için göz ziyafeti niteliğinde: “[…] en kaliteli yazı kağıtlarından destelerce numune geldi. En zor bulunan mürekkeplerden kristal şişeler dolusu numune geldi. […] Sonunda, kum beyazı rengindeki el yapımı kağıtlara karar verdi. […] Öğleden sonra kır saçlı, tel çerçeveli gözlüklü bir beyefendi kapıyı çaldı. Çantasını açıp kadife rulolar çıkardı, pırlantalarını sergileyen kuyumcu edasıyla Faik Bey’in önüne yaydı. Altın uçlu, fildişi saplı dolmakalemleri birer birer tanıttı.” Böylesine bir titizlenme, yazma edimine şekilciliğin ötesinde bir tutkunun, olasılıkla saplantı derecesinde kör edici bir aşkın dışavurumunu akla getiriyor.
Öykü kitapları çoğu okur için bir yazarla tanışmayı kolaylaştırır, hele ki söz konusu salt romanlarıyla bilinen bir yazar ise tanışmak için fırsat bile addedilebilir. Geçtiğimiz sene hacimli romanı Körburun ile Attila İlhan Roman Ödülüne layık görülen Hükümenoğlu’nun kitabı zamanlaması, uzunluğu ve öykülerden oluşmasıyla okura bir tanışma daveti niteliğinde değerlendirilebilir. Bir okur olarak öykünün altından kalkabilen yazarların romanın da üstesinden gelebileceğine inandığım için, kitabı bitirdiğimde Hükümenoğlu yazınıyla tanışmak adına doğru kapıdan geçtiğimi hissettim.
Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri, aşk için ilham bulmayı bekleyenleri hayal kırıklığına uğratan, aşk uğruna zarar vermiş ve görmüş olanları ise “Hudut” öyküsünde âşık olduğu kadını hapseden anlatıcının sâikıyla baş başa bırakıp düşündüren, usta işi öyküler sunuyor okura:
“İki gözüm önüme aksın ben bu kızı çok seviyorum. Sevdiğimden oluyor bütün bunlar.”