Şimdi sizi -“spoiler” vermeden- Birdman’in kritik sahnelerinden birine götüreceğim: Broadway’de bir bardayız. Zamanında süper kahraman rolüyle zirveye çıkan fakat sonra çaptan düşen aktör Riggan Thomson (Michael Keaton) ile yeni sahne arkadaşı Mike Shiner (Edward Norton) dertleşiyorlar. İlk defa tiyatroda oynayacak olan Riggan endişeli. Mike ise Riggan’ın oyunla ilgili kaygılarının yersiz olduğunu söylüyor ve barın diğer köşesinde oturan tiyatro eleştirmeni Tabitha Dickinson’ı (Lindsay Duncan) göstererek “Önemli olan tek şey, 500 kelime içinde bizim için ne yazacağı. Bizi beğenirse yürürüz, beğenmezse ayvayı yeriz.” diyor. Sonra Birdman’in yanından ayrılıp Eleştirmen’in yanına gidiyor. Birdman’in sağ kolunun baş düşmanla karşılaştığı ilk an bu. Batman’in sağ kolu Robin’in Joker ile ilk kavgayı etmesi gibi. Eleştirmen, Riggan için “Hollywood şarlatanı” yorumunu yapınca, Mike ona Gustave Flaubert’in “Tıpkı bir adamın asker olamayınca muhbir olması gibi bir insan sanatçı olamazsa eleştirmen olur” sözüyle karşılık veriyor ve soruyor: “O yarın her şeyini tehlikeye atarak sahneye çıkacak. Peki sen yapacaksın?”
Her şeylerini tehlikeye atarak insanların karşısına çıkan sanatçılar ile çok az şeyini tehlikeye atarak her şeylerini tehlikeye atanları eleştirenlerin çatışması çok eskiye dayanıyor. Hatta Mel Brooks’a göre iki milyon yıl öncesine! 1981 yapımı filmi “History of the World, Part 1” o anla başlıyor: Günümüzden iki milyon yıl önce bir mağaradayız. İlkel insanlardan biri elindeki sopayla bir bizon resmi yapar. O sırada filmin anlatıcı sesi (Orson Welles) “Tabii ki sanatçının doğumuyla kaçınılmaz bir doğum daha gerçekleşir” der ve mağaraya sakalları biraz daha gür olan başka bir ilkel insan girer. Kürkünü indirir ve resmin üzerine şırıl şırıl işer. Orson Welles onu tanıtır: “Eleştirmen”
Bu sahneyi şu link’ten izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=W_v_ubcYsTI
Mark Twain: “Eleştirmen bok böceğinden farksızdır”
Mel Brooks belli ki eleştirmenlere takık. Komedi üstadı 1963 tarihli kısa filmi “The Critic” / “Eleştirmen”de ekranda gördüğü soyut resimleri bilip bilmeden yüksek sesle eleştiren yaşlı bir adamı seslendirmişti. İşin garibi, tıpkı Birdman gibi eleştirmenleri hedef alan bu kısa film de Oscar almıştı. Aslında eleştirmenleri eserin kendisinde veya röportajlarda eleştirmek bir sanatçı için çok tehlikelidir. En azından PR çağında bu pek tavsiye edilmez. Fakat eskiden yazarlar çok daha cesur davranabiliyorlardı. Mark Twain bu konuda lafını esirgemeyenlerden biri. Otobiyografisinde şöyle yazmıştı: “Kanımca, edebiyatta, müzikte ve tiyatroda eleştirmenlik mesleği, bütün mesleklerin en adisidir. Gerçek bir değeri yoktur, kesinlikle bir önem taşımaz. Gene de bırakınız yapsınlar... Eleştirmenlerin, misyonerlerin ve siyaset adamlarının olması Tanrı'nın arzusudur. Biz de onlara katlanmak zorundayız.” Tom Sawyer’ın yaratıcısını kim böylesine kızdırdı bilmiyorum ama ölümünden sonra yayımlanan defterlerinden birinde şöyle bir cümle de geçer: “Eleştirmenin simgesi bok böceği olmalıdır. Yumurtasını bir başkasının pisliğine kuluçkaya yatırır, aksi takdirde bir bok yumurtlayamaz.”
Evet, Twain bir açıdan haklı. Eleştirmen yoktan var etmez, sıfırdan yaratmaz, boş sayfayı sadece kendi düşleri, duyguları ve fikirleriyle doldurmaz. Bir şey üretebilmesi için bir başkasının ürününe ihtiyaç duyar. Başka bir ürün yoksa, işi de yok demektir. Bir işsizdir. Malzeme olmadan bir hiçtir. İyi bir yazı yazabilmesi için o sıra gündemde olan tartışmalı bir film, roman, oyun veya albüme ihtiyaç duyar. Birdman yoksa Eleştirmen de yoktur. Fakat açımızı değiştirip bakalım: bir oyuncu da senaryoya ve oyun metnine ihtiyaç duyar. Bir ressam önünde bir model veya manzara görmeden, ya da daha önce gördüğü bir görüntüyü zihninde canlandırmadan resim yapamaz. Bir müzisyen ondan önceki nesillerin kurduğu kalıpları, akorları, sound’ları çalar. Bir yazar romanı için araştırma yapar, yaşanmışlıklardan yola çıkar.
Eleştirmen üreten olursa
İyi de, o zaman eleştirmene “sanatçı” diyebilir miyiz? Ya da eleştirmen sanat zinciri piramidinin neresinde durur? Yanıtlaması güç bir soru. Oscar’ın “Anısına” (In Memorium) bölümüne göre eleştirmenler sanatçıların yanında anılabilir. Çünkü bu bölümde o sene hayatlarını kaybetmiş oyuncular, yönetmenler ve teknik sinema işçileri ile birlikte zaman zaman sinema eleştirmenleri de anılır. Geçen sene Roger Ebert, bu sene Charles Champlin “film critic” sıfatıyla bu listede anıldı. Her iki ismin ortak yanı, eleştirileri dışında sinemaya dair yazdıkları onlarca kitap.
Roger Ebert, sinema eleştirisi dendiğinde akla gelen ilk isim. 20 Şubat’ta ülkemizde de vizyona giren harika belgesel “Life Itself” / “Hayatın Kendisi”nde Ebert’i diğer eleştirmenlerden ayıran farkları daha net görme şansı elde ediyoruz. Sadece popüler filmleri irdeleyen popüler bir yazar değil o. Belgeselde en az dört beş kere hiç dikkat çekmeyen, vizyona bile girmeyen bir filmi sahiplenerek, o filmin yönetmenine kariyer kapısı açtığına şahit oluyoruz Ebert’in. Ebert’i diğerlerinden ayıran bir diğer özelliği ise kariyerinin bir noktasında senaryoya bulaşması. Gerçi biraz tuhaf senaryolar! Russ Meyer’in iki erotik komedi filminde kalem oynatıyor Ebert. Aynı dönemde bir de romana imza atıyor. Bir eleştirmenin kendi güvenli siperinden çıkıp cephenin çapraz ateş altındaki karşı tarafına geçmesi bence eleştirmene büyük bir saygınlık kazandırıyor. Sonuç hüsran da olsa fark etmez. Flaubert’in örneğinden yola çıkarsak, muhbirin gerektiğinde asker de olabileceğini göstermesi omzuna apolet takması için yeterli.
Birdman’in bir başka sahnesine dönelim. Filmin sonlarına doğru, tam da gala arifesinde Riggan yani Birdman nihayet baş düşmanla, yani Eleştirmen’le karşı karşıya geliyor. Batman’in Joker’le karşılaştığı an gibi... Birdman’in Eleştirmen’den tek isteği galaya gelmeden önce önyargılarını rafa kaldırması. Fakat Tabitha Dickinson peşin hükümlü bir eleştirmen, “Oyununu mahvedeceğim. Gelmiş geçmiş en kötü eleştiriyi yazacağım” diyor. Riggan’ın içindeki Birdman öfkesi ortaya çıkıyor o zaman, elindeki gazetedeki Dickinson imzalı eleştiriye bakıyor, yazıyı inceliyor ve şöyle diyor: “Bir bakayım. ‘Toy’… Bu bir yaftadır. ‘Sönük’… Bu da bir yafta. Yaftalardan geçilmiyor. Her şeyi yaftalayıp duruyorsun. Aylaklık lan bu. Aylak kahpenin tekisin.” Sonra barda tanımlayamadığı bir çiçeği gösteriyor ve öfke dozunu artırıyor: “Bunun ne olduğundan haberin var mı acaba? Yok. Neden biliyor musun? Nasıl yaftalayacağını bilmediğin şeyi göremiyorsun. Kafandaki tüm o küçük sesleri gerçek bilgiyle karıştırıyorsun. Burada tekniğe dair bir şey yok, oyunun yapısına dair bir şey yok… Niyete dair bir şey yok! Sadece boktan mukayeselerle desteklenmiş bir avuç boktan görüş var. Birkaç paragraftan fazla bir şey yazma kapasiten yok ve bunlar için en ufak bedel ödemiyorsun. Hiçbir şeyini tehlikeye atmıyorsun. Hiçbir şeyi, hiçbir şeyi. Ben bir oyuncuyum ulan! Bu oyuna her şeyimi koydum ben. Ne yap biliyor musun? Bu kahrolası kötü niyetli, yüreksiz siktiri boktan yazılmış eleştirilerini al da o buruş buruş olmuş kıçına sok.”
Rock yıldızları daha da sert
Başarısız bir eseri sonucunda büyük bedel ödeyen Sanatçı’yla kötü bir yazısından sonra hiçbir bedel ödemeyen Eleştirmen tarihte sayısız defa benzer laf dalaşlarına girmiştir. Sinemada ve edebiyatta bu düellolar entelektüel boyutta kalsa da müzik dünyasında işler zaman zaman çirkinleşmiştir de. Rock yıldızları bu konuda sabıkalılar. Kariyerini kalıpları kırmaya adayan müzisyen Frank Zappa müzik gazeteciliği hakkında satır arasında müzisyenleri de eleştiren çok sert bir söz sarf etmiştir: “Rock gazetecileri yazamayan insanlardır, konuşamayan insanlarla röportaj yapıp, onu okuyamayan insanlarla paylaşırlar.” Bu söylemi röportajlarından çıkartıp şarkı sözleriyle eleştirmenlere savaş açmış grup ve müzisyenler de var. İlk akla gelen grup Guns’n Roses. Grubun solisti Axl Rose ‘Get in the Ring’ parçasında şu sözleri sarf eder: “Sen kim oluyorsun ki, niyetlerimi eleştirebiliyorsun... Pisliğimde kafanı ezmek isterim. Basındaki bütün serserilere gitsin bu sözler, söylediklerimiz yerine yalanları yayımlayanlara.” Sonra Axl Rose şarkıda bizzat isim vermeye başlar: “Hit Parader’daki Andy Secher, Kerrang’daki Mick Wall...” Akabinde küfürlerin dozu çığırından çıkar. Guns’a göre daha sağduyulu bir şekilde eleştirmenleri eleştiren grup ise Stereophonics. Galli rock grubu ‘Mr.Writer’ şarkısında “Duvarına isimler yapıştırıp sonra onları tek tek vuruyorsun” der.
Bazı rock yıldızları ise eleştirmenlerle yaşanılan gerginliği bir sonraki aşamaya taşımıştır. Iron Maiden’ın lideri Steve Harris onlardan biri. İngiliz müzisyen Kerrang! dergisinde “X-Factor” albümüne dair çıkan eleştiriyi hoşgörüyle karşılayamamış, yumruklarını sıkarak soluğu derginin ofisinde almıştır. Şanslı olsa gerek, eleştirinin sahibi Chris Watts o gün ofiste değildir. “Hayatımın bir senelik bölümünü geceli gündüzlü bu albüme ayırdım ve bir adam çıkıp tek cümleyle bunu hiç yerine koymuştu. Sadece bunu yüzüme karşı da söyleyebilir mi diye merak etmiştim. Yine de orada olmamasına sevindim çünkü elimden bir kaza çıkabilirdi” diye anlatıyor Steve Harris bu olayı. Ekleyelim, olayın devamında Harris sakinleştirilmiş ve diğer yazarlarla birlikte pub’a gitmiş.
Sinemayla başladık, konuyu müziğe getirdik. Şimdi bir edebiyatçının sinema eleştirmenlerine getirdiği bir eleştiriye değinelim. Edebiyatçımız, eleştirmenlerle hiçbir dönem yıldızı barışmamış Stephen King. Korku edebiyatının kralı, eleştirmenlerin çok övdüğü Kill Bill’i ve o kadar övgü almayan Mystic River’ı peş peşe izlemiş. Şöyle diyor: “Sinema eleştirmenlerinin filmleri bedava gördüğünü unutmayın. Çocuklarını bebek bakıcısına bırakmıyorlar, hatta otopark parası bile ödemiyorlar. Bu yüzden Kill Bill gibi narsist bir filme methiyeler düzmeye eğilimli oluyorlar. Oysa bundan on yıl sonra Kill Bill’e dair pek bir şey hatırlayamayacaksınız. Fakat bundan yirmi yol sonra bile Sean Penn’in kızının öldüğünü fark ettiğinde döktüğü gözyaşları aklınızda yer etmeye devam edecek.”
King’in “bir sanat eserinin değerini ancak zaman belirleyebilir” vurgusu güzel ama bakış açısı sakat. Yanıldığı da ortada. Tam on yıl geçti ve Kill Bill’i hâlâ hatırlıyoruz. Diğer yandan Mystic River bence de Kill Bill’den daha etkileyici bir filmdi ama bu Kill Bill’i kötü yapmaz. Yine de King’in çıkış noktasında Eleştirmen Enigma’sının gizli bir parçası yatıyor olabilir. İşin doğası şu ki, profesyonel eleştirmenler eleştirdikleri ürüne ceplerinden para vermiyorlar. Sinema eleştirmenleri filmleri basın gösterimlerinde, tiyatro eleştirmenleri galalarda izliyorlar. CD’ler müzik eleştirmenlerinin, kitaplar edebiyat eleştirmenlerinin masasına gönderiliyor. Bunda bir yanlış da yok. Dünyanın her yerinde böyle. Hele ülkemizdeki gazeteci maaşları düşünüldüğünde kimse bu konuda bir itiraz geliştiremez. Yine de bu farkın algıda da bir fark yaratabileceği olasılığını es geçemeyiz. Harçlığınızdan / maaşınızdan biriktirerek gittiğiniz bir konserden aldığınız zevkle, bir yerden davetiye bularak izlediğiniz konserden aldığınız zevki kıyaslayın, benzer bir zevk farkı yaşanmıyor diyebilir miyiz?
Hepimiz eleştirmeniz
Bu da sanat ürünün asıl tüketicisine getiriyor konuyu. Sosyal medya sağ olsun, artık herkes eleştirmen. Hatta twitter’da takipçisi çok olanlar, rating’i az olan profesyonel bir eleştirmenden daha çok kişiye eleştirisini ulaştırabiliyor. Bu “amatör” eleştirileri çok sıkı takip eden biriyim. Bir film izledikten / kitap okuduktan / tiyatro oyunu gördükten / albüm dinledikten sonra eserin adını Twitter’da aratıp ne denmiş diye illaki bakarım. Twitter’la kalmam, ekşisözlük, itüsözlük, uludağsözlük, filmse imdb forumları, kitapsa goodreads, şöyle bir tararım. Fakat “sokaktaki” sanatsever de çok güvenilir bir kaynak değil. Evet, internette de bir denetim var, yorumlar oylanıyor, kullanıcının güvenilirliği belli oranda saptanıyor. Yine de, üzerinde yeterince düşünülmemiş, gözden geçirilmemiş, olgunlaşmamış, bazen içimizdeki kötücüllüğe yenilerek gereğinden karamsar, bazen içimizdeki naifliğe kanarak gereğinden iyimser çıkan yorumlar sağlıklı sonuçlar elde etmeyi engelliyor. Hele edebiyat eleştirisinde ciddi bir tıkanıklık söz konusu. Gazetelerin kitap ekleri ve edebiyat dergilerinin tamamı neredeyse kitap eleştirilerinden oluşuyor ama bir sorun var, neredeyse hiçbiri “eleştiri” değil. Kitap dergilerinde çok nadiren bir kitabın olumsuz eleştirisiyle karşılaşıyorsunuz. Yazarlar ve yayınevleri mi eleştiriye kapalı yoksa gazeteler / dergiler mi yeterince cesur değil? Bu yüzden sosyal medyadaki edebiyat eleştirileri önem kazanıyor. Fakat birikimin en zor elde edildiği edebiyat dalında “eleştiri”nin internete teslim edilmesi sübjektif sıfatlardan ibaret sonuçlar doğurmuyor. Birikim neden önemli? Bunu en kestirmeden tekil bir örnekle açıklayabilirim: Emrah Serbes’in Darmaduman kitabı Ekşisözlük’te en çok içinde çok fazla marka geçtiği için eleştiriliyor. Amatör yorumcu hiciv, ironi, karaktere ve olaya gerçeklik kazandırmak gibi geçerli sebeplerle yerinde kullanılan marka kullanımından dolayı bütün kitabı çöpe atabiliyor. Oysa bundan 23 yıl önce yazılmış ve her sayfasında ortalama üç dört marka ismi geçirten Bret Easton Ellis’in Amerikan Sapığı’nı veya Johnnie Walker sembolünü karakter yapan Murakami’nin romanlarını okuyan bir okur aynı eleştiriyi getirebilir mi? Ha tabii tam bu noktada okurun yabancı yazarlara karşı gösterdiği bir pozitif ayrımcılık meselesi var ki, o ancak farklı bir yazının konusu olabilir!
Okur eğilimlerinin değişim hızı da başka bir konu. Mesela günümüzde daha önce bu kadar etkili olmayan bir aforizma hastalığıdır gidiyor. Kitabınızda 140 karaktere sığan yedi sekiz tane şık aforizma olsun, satışınız garanti. Konu aşk olursa, biraz kişisel gelişim, biraz tasavvuf içerirse yeme de yanında yat. Çünkü illa ki, birileri o aforizmanızı tweet’leyecek, o tweet RT’lenecek, fav’lanacak, namınız yürüyecek. Okurun bir diğer fetişi ise politik doğruculuk. Öyle ki, kurmaca karakterle yazarı bir görüp, niyet okuması yapanlar gırla... Hayatın kendisinde “politik doğruculuk” olması gerekendir ama sanatta ve öykü anlatıcılığında yaratıcılığı sınırlar. Bugünkü politik doğruculuk hastalığı geçmişte yaygın olsaydı, ne Bukowski olurdu ne Marquis de Sade ne de Boris Vian. İşte iyi eleştirmen tam burada devreye giriyor. Dönem içinde değişen eğilimlerden, yükselen değerlerden arınmış bir bakış açısıyla geniş zaman kipinde düşünen eleştirmen doğru teşhislerle eseri değerlendirebiliyor.
En büyük eleştirmen
Zamanla değişen eğilimler ve “cahilliğin umulmayan erdemi” internetteki “gizlilik”le birleşince amatör Eleştirmen’i profesyonel Eleştirmen’den daha gaddar bir noktaya çekiyor. En kötüsü de eserin kendisi, eser sahibinin gölgesinde kalıyor. Kitap yorumlarına bakarsanız, yazara nefret kusanları görebilirsiniz. Albüm yorumlarken müzisyen yerle yeksan ediliyor. Film yorumlarında ise yönetmenler topun ağzına konuyor. (Zavallım senaristler film övgü alırken de film yerilirken de “hayalet”.) Parasını sanatçıya helal etmeyen yorumların ise hastasıyım! Bir sinema bileti fiyatıdır, kitabın etiket fiyatıdır gidiyor... Açıkçası “sanatsever”in bu kindar refleksi sanat eserlerine bol keseden göstermesini hep tuhaf ve mantıksız bulmuşumdur. Gece hayatına düşkün biri sıkıcı bir partiye gitti diye o partinin sahibine kızmaz. Tek sefer giyip gardırobunun görünmez yerlerine attığı kıyafet için o dükkana küfretmez. Yarım bıraktığı yemek için restorana, içemediği içki için bara kin gütmez. Ama yarım bırakılan kitap için yazarına, film için yönetmenine ana avrat düz gidebilir! Oysa sanat eserleri test sürüşünün en rahat ve en ucuza yapılabildiği ürünler. Bir kitapçıya gidip, okumayı düşündüğünüz kitabın ilk on, on beş sayfasını ayaküstü okuyabilirsiniz. Hatta bazı sitelerde kitabın ilk birkaç sayfasına “online” da göz atabilirsiniz. Bir filmin fragmanını izleyip onun hakkında fazlasıyla yorum sahibi olabilirsiniz. E bu test sürüşlerinden sonra artık kötü veya iyi sürprizler de “artful living” (sanatla dolu yaşam) dediğimiz sanatseverlik macerasının hoşlukları olarak görülmelidir.
İki milyon yıl önce ilk sanatçıyla birlikte doğan Eleştirmen’den, Muppet Show’daki huysuz ihtiyarlara, Roger Ebert’tan Tabitha Dickinson’a eleştiriyi sanatın bir parçası kabul etmeyebiliriz. Fakat “eleştiri sanatı” diye bir şey kesinlikle var ve sanat için hayati bir öneme sahip. Amatör veya profesyonel, trol yapımı veya değil, eleştiri sanatının sanat eserleri üzerinde bir denetim mekanizması kurduğunu söyleyebiliriz. Kabul etmesi zor olsa da, kırıcı ve bozucu eleştiriler bile Whiplash misali sanatçıya ekstra bir motivasyon kazandırıyor. Objektif ve geniş zamanlı bakan bir eleştirmenin yapıcı eleştirisi ise sanatın ve sanatçının ilerlemesini sağlıyor. Fakat bazı eleştiriler de var ki, sanatçının var olma sebebini sıfırlayabiliyor.
Bu durumda Eleştirmen’in önünde iki seçenek var. Ya Roger Ebert gibi sanatçılara itici güç olacak, ya da Tabitha Dickinson gibi filmin en itici karakteri olacak.
Ya Birdman onun sayesinde uçacak. Ya da onun yüzünden yere çakılacak.
Ve tabii tüm eleştirmenler o en büyük Eleştirmen'in önünde ceketlerini ilikleyecek ve saygıyla eğilecekler.
İyi tanırsınız onu, adı Zaman.