18 OCAK, PAZARTESİ, 2016

En Az Sansürlenmiş Romanım Bu

Bir geçmiş bilincimiz olsa çok başka olurdu. Ben kendi geçmişimizden çok ciddi bir kopuş yaşadığımızı düşünüyorum. 13. yüzyılda Anadolu'da yaşamış insanlar, ozanlar, bilginler birlik olma çağrısı yaparken 21. yüzyılda geldiğimiz nokta ortada. Çok daha iyi olmalıydık, çok daha anlayışlı bir hale gelmiş olmalıydık.

En Az Sansürlenmiş Romanım Bu

Yeni romanı 'Bu Oyunda Gitmek Vardı' yayımlanan Mario Levi ile evinde, bir zamanlar aile büyükleriyle bayram yemeklerinin yendiği, şabat sofralarının kurulduğu masanın etrafında söyleştik. Kitap oyun içinde birçok oyunun bulunduğu bir kurguya sahip. Zaten Milan Kundera imzalı bir önsözle başlıyor kitap ancak elbette bu da Mario Levi'nin okuruna bir şakası.

Bu güne dek ailesine, kendi geçmişine de romanlarında değinen Mario Levi, bu kitap için 'En az sansürlenmiş romanım bu' diyor.

Kitabı bir oyun formunda kurgulamışsınız... Bunun olanaklarını biraz anlatır mısınız?

Oyun formu bana bazı imkânlar sağladı. Okurun müdahale etme ihtiyacı duymasını istedim ve hayal ettim. Hatta bazı bölümleri boş bırakmayı bile düşündüm. Tam bir şey olacakken, yarıda kesip okurun o an ne isterse onu yapsın istedim. Fakat bu kitapta bunu gerçekleştirmedim. Bu oyun hayatın kendisi. İstesek de istemesek de, farkına varsak da varmasak da hayatımızı bazı oyunlarla sürdürüyoruz. Bu oyunlar bazen masum bazen de tehlikeli olabiliyor. Toplumsal benliğimizi ya da ilişkilerimizi düşünelim, zaman zaman bunları kaybetmemek adına çok masum diyebileceğimiz bazı gereksinimler yüzünden birtakım oyunlar oynuyoruz. Bütün bu oyunlar kendi gerçeğimizin bir parçası.

Mario Levi © Nazlı Erdemirel

Başında 'yazarı tarafından düzeltilmiş ve sansürlenmiş’ ibaresi yer alıyor, neden?

Siz de yazarsınız. Hiç mi başınıza gelmedi? Şunu da yazmak istiyorum ama şu nedenden ötürü şimdilik yazmayayım demiyor musunuz, nasılsa bir gün yazarım diye düşünmüyor musunuz? Bu bir çığlık aslında, yazarın çığlığı.

Peki o 'bir gün' geliyor mu bir gün?

Bazen geliyor ama bazı şeyler de var ki onları hiçbir zaman anlatacak zemini bulamıyorsunuz. Bazen de üzerinden geçen zamanla birlikte artık o konuyu yazma isteğinizi yitiriyorsunuz.

Okuru sürekli bir izleyici konumunda bırakıyorsunuz, bu izleyicilerden nasıl uzaklaşıyoruz hayatta?

İzleyenler, gözler hiçbir zaman kaybolmuyor. Hep söylerim, bir yatakta bile sadece iki kişi yoktur. Bize öğretilen yargılar, önyargılar, film kareleri, şiirler, ayıplamalar, övünmeler hepsi var. Belki bunlar olmasa ilişkilerimizi daha rahat, daha özgür yaşayacağız. Ama yıllar sonra şu oluyor, 'boş ver yani' demeye başlıyor insan. Öğretilenlerin içinden kendi öğrendiklerimize varana kadar epeyce zaman geçiyor.

Daha önceki romanlarınızda beden bir bütündü sanki, bundaysa organlar açıkta. Üstelik zaman zaman güldürerek. Nasıl gelindi bu aşamaya?

İnsan yıllar geçtikçe rahatlıyor çünkü yaşadıklarım o kadar da önemli değil demeye başlıyoruz. Sürekli olarak ciddi olmak zorunda değiliz. Bundan sonra artık geçmişimde dile getirmekte zorlandığım pek çok duyguyu daha çok dile getirebileceğime inanıyorum. Dolayısıyla en az sansürlenmiş kitabım bu. Ki ailemin hikâyelerine de, kendi geçmişime de değinmiştim önceki romanlarımda. Ben bu kitapta yazarlığı da sorguluyorum ve bunun çok da önemli olmadığını düşünüyorum. İşini iyi yapan bir marangoz ile iyi bir yazar arasında, ortaya konulan iş düşünüldüğünde büyük bir yakınlık buluyorum. Bu yüzden de kibirli kimselere artık gülümseyerek bakıyorum.

Mario Levi © Nazlı Erdemirel

Ama tevazu bir tecavüz hakkı doğuruyor Türkiye'de. Ne kadar mütevazıysanız o kadar ihlal ediliyor haklarınız ve suiistimal ediliyorsunuz, değil mi?

Kesinlikle doğru. Güzel söylediniz. Şimdi mesela Türkiye sürekli olarak 'Sen önemlisin' ya da 'En önemli sensin' diyen yaşam koçları ile dolu. Oysaki önemli olan sen ben değil ki. Yani o kadar da önemli değiliz. Ben istediğim gibi hayata baktığım için biri benim kim olduğumu göremiyorsa bu onun sorunu. Ben kitaplarımı yazarım, derslerimi veririm ve işime bakarım.

Geçmişle bugün arasında dolanır sizin hikâyeleriniz. Bir geçmişe sahip olmaktan gitgide uzaklaşıyoruz sanki...

Doğru... Bir geçmiş bilincimiz olsa çok başka olurdu. Ben kendi geçmişimizden çok ciddi bir kopuş yaşadığımızı düşünüyorum. 13. yüzyılda Anadolu'da yaşamış insanlar, ozanlar, bilginler birlik olma çağrısı yaparken 21. yüzyılda geldiğimiz nokta ortada. Çok daha iyi olmalıydık, çok daha anlayışlı bir hale gelmiş olmalıydık.

Romanda pek çok karakter var. Neval, Saffet, Firdevs'in yanı sıra, oyun içinde oyun olduğu için ortalama üzerinde bir sayıda karakter var hatta. Nereden geldi bunlar?

Benim bir yazma tekniğim var. Kendimi çağrışımların, duyguların, cümlelerin akışına bırakırım. Yani illa şunu şu şekilde şu kadar yazacağım diye bir kaide koymam. Böyle başlayınca da buna göre şekillendi. Ben Neval'in kim olduğunu biliyordum, başına gelecekleri de ama Neval'in bana yapacaklarını bilmiyordum. Bir son hazırlamıştım onlara mesela ama sonra onların da bana bir son hazırladığını fark ettim ve bitti dedikten sonra oturup o sonu da yazdım.

Romanda 'Editör' de bir karakter olarak sürekli araya giriyor, kimi zaman müdahale ediyor olaylara... Bu 'büyük editör'e bir gönderme mi?

Öyle de yorumlanabilir ama yazarın kendi içinde yaşadığı parçalanmışlık da olabilir. Her şey olabilir.

Mario Levi © Nazlı Erdemirel

İstanbul sizin romanlarınızda ayrı bir karakter gibi. Ancak bu güne dek hep eski İstanbul'u yazmıştınız, bu romanda şimdiki İstanbul'u yazdınız. Bugünün İstanbul'unu yazmak nasıldı, ilham verici miydi?

Bir arkadaşım bana birkaç yıl önce, 'Sen yeni İstanbul'u sevmiyorsun' dedi. Düşündüm haklıydı. İstediği kadar şık olsun, ben onu sevmiyorum. Benim bugün içinde bulunduğum İstanbul, geçmişten izler taşıyan bir İstanbul. Ki bunlar romanda da yer buluyor, Kadıköy, Şişli, Sarıyer'de... Yani hepsi hikâyesi olan İstanbul'un eski semtleri.

Çok özgür bırakmışsınız okurunuzu, boşluklar var, okurun tamamlamasını istemişsiniz. Romancılar okurun tam olarak ne görmesini istediğini kendi belirler genelde...

Ben okuru rahat bırakmak istedim çünkü onlar rahat oldukça bu oyuna katılır diye düşünüyorum.

Başkarakter Saffet, biraz naif ve saf bir karakter... Onu günümüz dünyasında nasıl çıkarıp buldunuz?

Saffet iyi bir insan evet. Bu insanlardan var etrafımızda. Ama sorum şu, iyilik aptallık mıdır? Ya da kötülüğün akıllılık olduğunu kim söylüyor? Neden kötülük akıllılık olarak kabul ediliyor. Bunun ölçü birimi nedir ki? Belki de cesaret ve iyilik, iyi olmayı göze almak asıl akıllılıktır böyle bir dünyada. Saffet ben dahil birçok insana bir başka yol gösteriyor.

Karakterlerin bu romanda 'oynadıkları' roller var, oynamayı hayal ettikleri roller var, bir de yetenekleri dahilinde oynadıkları roller var... Bunlar arasındaki geçiş gerçek hayatta çok kırıcı oluyor değil mi?

Hem de çok... Mesela yaşamak isteriz bazı durumları fakat ne fiziksel imkânlarımız ne de duygusal imkânlarımız buna izin verir. Bu çatışmadan dolayı da sürekli mutsuz olabiliriz. Bu romandaki bütün kahramanlar bu duyguyu yaşıyor. Birçoğu gerçekten istediği hayatı yaşayamamış, Neval çırpınıyor hayatına bir anlam katmak için, Hülya niyet gösteriyor ama yapabiliyor mu bilmiyoruz, Firdevs, Serap... Bunlar benim kurgum içinde yer alan farklı kadınlarım. Ama onları anlatılabilir kılan bu kırgınlıkları. Bize hayatı gösteren de bu kırgınlıklarımız aslında. Başka türlü hayatın da bir anlamı olmuyor.

0
6773
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage