27 OCAK, ÇARŞAMBA, 2016

Ercan Kesal: Bütün Yolculuğumun Sebebi Şiir

Aslında haiku gibi yazmak lazım. Ama tabii ki bu giderek içerikten vazgeçmeyi de getirmemeli. Hem sonuna kadar derdini anlatmalısın hem de en kısa, en vurucu şekilde anlatmalısın. Bu yüzden şiir, metinlerimde çok önemli bir ilham kapısıdır. Ercan Kesal yazarlığı, senaristliği ve oyunculuğuna dair tüm merak edilenleri yanıtladı.

Ercan Kesal: Bütün Yolculuğumun Sebebi Şiir

Ercan Kesal'ı bundan yıllar önce Yön Radyo'da tanıdım. Hem program yapıyor, hem sahibi olduğu hastanedeki doktorluğuyla Okmeydanı halkına büyük faydaları dokunuyordu. Beyoğlu Belediye Başkanlığı için çalıştığı dönemde "temiz siyaset nasıl yapılır?"ın örneği oldu. Yaptığı her işi büyük bir özveriyle ve aşkla yaptığına tanık oluyor ve bunu hayranlıkla izliyorduk. Aradan yıllar geçti. Ercan Kesal, artık herkesin tanıdığı çok önemli bir yazar, senarist ve oyuncu. Hep aynı kalan şey ise insana ve iyiliğe olan inancı... Onunla Pera Müzesi'nde buluştuk. Merak ettiklerimi sordum o da içtenlikle yanıtladı.

Immanuel Kant'ın bir sözü var. "Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, öteki ise içimizdeki vicdan" ben vicdan sözcüğünün bir sanatçı olarak sana çok yakıştığını düşünüyorum. Ürettiğin her şey vicdanın süzgecinden geçiyor sanki. Ne dersin?

Öncelikle beni böyle tanımladığın için teşekkür ederim. Çok cömertsin, sağolasın. Ama sanırım bu pek hesaplı yapılacak bir şey değil. İnsanın yaşadıklarıyla da, onlardan çıkardığı sonuçlarla da, kendisiyle olan hesaplaşmasıyla da ilgili. Bizim kuşağımız 80 öncesi öğrenci kuşağı. Fazlasıyla sıkıntılı, kederli günlerden geçtik. Bunların bizde bıraktığı tortular, hesaplaşmalar var. Bunlarla ilgili eksik kalmış şeylerin içimizde duran kederi var. Bütün bunları yan yana düşündüğümüzde ben ya da bir başkasının, etrafına duyarlı bir insanın, ‘vicdan’ dediğimiz hassasiyetten uzağa düşmesi beklenemez. Ben vicdana hassasiyet olarak bakıyorum. Ama şunu daha önce bir söyleşide söylediğim için tekrarlamak isterim, ben bellekle  ilişki kuruyorum vicdan meselesinde. Bunu da şuna yaslıyorum: Metin Erksan'ın yine bir başka düşünürün sözünden yola çıkarak söylediği "Unutmak vicdansızlıktır. Unutmak ihanettir" gibi bir cümlesi vardı. Ben bu hatırlamak ve unutmak meselelerini özellikle Peri Gazozu adlı kitabımdaki hikâyelerde, onların oluşum sürecinde çok fazla yaşadım. O hikâyelere sinen şey, tam da senin altını çizdiğin hassasiyetti aslında; unutmayı reddeden hassasiyet. Vicdanın tam karşılığı var mı yabancı dillerde, bilmiyorum. Olmayabilir... Çünkü içinde tek basına tarif edilemeyecek bir sürü şey var. İyilikle, sadece iyi olmakla açıklanabilecek kadar basit değil. Belki  suçluluk var biraz içinde, keder var, öfke var, ümit var, diğerkâm olmak var. Bütün bunlar nasıl bir araya geliyor diye düşündüğümüzde onun mutlaka bellekle, zamanla ilişkisini kurmak zorundayız. Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim; evet, unutmayı reddediyorum. Her seferinde belleğime, geçmişime dönüp bakıyorum ve onlar, orada birikenler her seferinde kendini yeniden hatırlattığı için bu vicdan denen hassasiyet bende hiç eksilmiyor. 

Ercan Kesal ve Mehtap Meral

Nasıl Bir Adam Olmak İstiyorsam Öyle Bir Yazar Olmak İstiyorum

Türk sinemasının dilini derdinin oluşturacağını söylüyorsun. Peki, senin sinemadaki dilini oluşturan dert nedir? 

Aslında neyi yazıyorsam, niye yazmak istiyorsam onun için sinema yapmak istiyorum. Niye sinema yapmak istiyorsam da öyle yaşamak istiyorum. Nasıl bir adam olmak istiyorsam öyle bir yazar olmak istiyorum. Bütün bunlar aynı yerde buluşmadığı, barışmadığı, birbirini beslemediği sürece yaptığın işle kendi arana bir mesafe koyuyorsun her seferinde. Profesyonelleşme tuzağı da zaten burada başlıyor bence. Yaptığın işe yabancılık ve yaptığın işin gerçek sebebinin kaybolması tehlikesi ortaya çıkıyor. Sanatçı olmak bir ayrıcalık değildir. Sanatçı olmakla bir bir imtiyaz kazanmış olmuyorsunuz, bir yükümlülüğün altına giriyorsunuz. Bir yeteneğiniz varsa eğer, artık üretmekle mükellefsinizdir. Bundan kaçamazsınız. Eğer sesin iyiyse, artık şarkı söylemelisin! Sen artık ayrı bir yükle karşı karşıyasın. Başkalarından daha zor artık hayatın. Sinemayla, edebiyatla da böyle bir ilişki kuruyorum. Öte yandan, diyelim bundan sonra hiç oynamayabilirim de. Bundan sonra hiç yazmayabilirim de. Ama bu benim haysiyetli, vicdanlı bir adam olma yolculuğumu engelleyemez. Belki kalan ömrümde başka bir şeyle ilgileneceğim. Bu neye benziyor biliyor musun? Tolstoy'un, Savaş ve Barış’ı yazmış bir devin, ömrünün son günlerinde tüm servetini köylülere bağışlayıp, onların arasında yaşayarak, ‘Tarım Nasıl Yapılır?’ ya da ‘Çiftçiler İçin El Kitabı’ gibi şeyler yazmasına benziyor. Tolstoy’un ‘İtiraflar’ı ve ömrünün son deminde yaptıkları; tüm bunlar bana çok çarpıcı geliyor. Bir yazar ancak böyle sahici birisi olabilir. Yeteneklerinin ürünü olarak yaptığın şeyler üzerinden nasıl ün, şan, şöhret, para bekleyebilirsin? Burada postmodernizmin, kapitalizmin bizi hasta eden dünyası başlıyor.

Ne Sahte Bir Tevazu Ne De Yüksek Bir Kibir

Kendini bu sektörün içinde Don Kişot gibi hissettiğin oluyor mu?

Burada Galeano'nun bir lafı geldi aklıma. "Ne sahte bir tevazu ne de yüksek bir kibir"; ikisi de çok tehlikeli. Ben yaptığımız işin, iyi bir ayakkabı tamircisinin standartlarından çok da fazla olmayacağını iddia edenlerdenim. Hayatın bir taraflarında yer alıyoruz ve böyle geçip gideceğiz iste. Benim doksan yaşında ölen babaannem hayatı boyunca evimizin dışına çıkmadı, okul yüzü görmedi ama yaşadığım sürece tanıdığım en bilge kadındı. Kim onun bu dünyadaki yerinin daha az kıymetli olduğunu söyleyebilir? 

Mehtap Meral

Denizin En Dibinden İnci Tanesi Çıkarmak Gibi Sanatla İlgili Yaptığım Her şey

Filmler zamanı sabitliyor... Sence hikâye kendisini tekrar tekrar okutacak ve seyrettirecek gücü nereden alır? Hikâyelerini nasıl seçiyorsun?

Aslında sanat hep ileriye giden, lineer bir çizgi izlemiyor. Böyle olsaydı bizden öncekilerin çok geri, bizden sonrakilerin de çok ileri bir sanat düzeyinde olmasını beklemek gerekirdi ki bu yanlış. Geçmişte yaşamış büyük sanatçılardan sonra yaptığımız şey bizi tatmin etmeyebilir. Bu yüzden ben sanatı düz bir çizgide ilerlemek gibi değil de, kendi içinde derine dalmak gibi düşünüyorum. Denizin en dibinden, dalabildiğim en uç yerden inci tanesi çıkartmak gibi bir şeydir aslında sanatla ilgili yaptığım her şey. Çok büyük eserler verildi, büyük sesler yaşadı, büyük filmler seyrettik ama eğer üretmeye devam ediyorsak bu bizim hâlâ inci tanesi bulma umudumuzun devam ettiğini gösterir. Peki, böyle bir ihtimal var mı? Var! O inci tanesi oralarda bir yerde duruyor. İnsanın kendine bile itiraf edemediği karanlık tarafları vardır. Bu yüzden; dönüp bakacağımız bir şey duruyor hâlâ: kendimiz. “İnsan keşfedilmeyi bekleyen en son adadır” diyor birisi. Varoluşumuzu anlamlandıran, kalıcı hale getiren, benzersiz kılan o büyülü şey. Onu buluyorsun bazen. Bergman şöyle bir örnek vermiş; "Ben yaptığım filmlerle kapalı kapıları çoğu zaman yumrukladım. Ama Tarkovski her seferinde bir rüya gibi süzülüp geçiyordu oralardan." Bu bana çok enteresan geliyor. Tarkovski’nin kapılardan süzülüp geçmesi gibi bir şey, denizin en dibindeki inci tanesini bulmak!

Belki Tarkovski de yumrukladığını hissetmiştir. Üreten herkes biraz yumruklarla geçiyor o kapılardan ama bizler dışarıdan baktığımızda onların süzüldüğünü düşünüyoruz. Peki, senin oynadığın filmler, yazdığın yazılar içinde süzülerek geçtiğini düşündüğün oldu mu? 

Peri Gazozu çok sihirli bir dönemin eseridir. İçindeki birçok yazım o dönemde kaybettiğim babamla da bir hesaplaşma gibidir. Belki de babamın kaybından sonraki ‘yas’ duygusunu böyle yaşadım. Benim iki kitabım da trajik dönemlerime denk geldi aslında. Peri Gazozu sırasında babamı, Nasipse Adayız sırasında annemi kaybetmiştim. Kitapların birini babama diğerini anneme ithaf ettim. Mesela Peri Gazozu'ndaki bu tuhaf baba oğul hesaplaşması kitabın içine çok sızdı. Bu da kitabı daha güçlü, yakıcı bir hale getirdi kanımca.

Peki kapıları en çok yumrukladığın eser hangisi?

Sinemada yaşadım onu. İlk başrolüm ve ilk tek başıma kaldığım film: ‘Küf’.

Konusu da çok ağırdı Küf’ün...

Evet konu çok ağır, bildiğim, içimi yakan ve oynadıkça da daha çok içselleştirdiğim, kırılıp döküldüğüm bir filmdir o. Zorlanmaktan daha ziyade yoruldum. Kendimi en iyi hissettiğim filmlerden biri ise "Ben O Değilim". Bunda bir parça yönetmenin de rolü olduğunu düşünüyorum ki öyledir. Oyunculukta at sahibine göre kişner. Dilerim hayatımda hep böyle zorlanacağım, kapılarını yumruklayacağım ama sonunda açacağım işlerim olsun. 

Son kitabın Nasipse Adayız'ın film olacağını biliyoruz... Film süreci ne durumda şu an?

Bu bir kitap ama bir köşede bekleyen tretmandan yola çıkılarak yazılan bir novella. Bu yüzden aynı tretmandan yola çıkarak senaryoyu hazırlayacağım. Tabii tek başına senaryo da yetmiyor. Para buluyorsun, yapımcı firmayla konuşuyorsun, ekibini kuruyorsun, kameramanını, mekânını, oyuncularını seçiyorsun. Bu yolculuk başladı ama. 

Derdini Anlatabilen Bir Sinema Mümkün

Seni hep art house yapımların içerisinde göreceğiz sanırım.

Sinemada iki ana akım hep olagelmiş. Biri popüler sinema, diğeri bizim de içinde yer aldığımız art house sinema. Art house sinema, sinema felsefesinin öne çıktığı, beni daha çok ilgilendiren ve yazdıklarımla, düşündüklerimle kendimi orada hissettiğim bir yer. Popüler işler hızla tüketiliyor. Onu yapmaya ne vaktim, ne enerjim ne de hevesim var. Ama şuna da itirazım var. Kimsenin anlamadığı, izlemediği bir sinema değil art house sinema ve sadece festivaller için yapılan bir sinema olmamalı. Kendi seyircisini yakalayan ve çoğaltan, kendince rahat bir seyirliği de olan, derdini kasmadan anlatabilen bir sinema mümkün ve ben kendimi orada deneyeceğim. 

Ercan Kesal

Bütün Yolculuğumun Sebebi Şiir

Bugüne kadar edebiyatın sinemana ne kattığı hep sorulmuş ama ben özel olarak şiirin sinemana, yazdıklarına ne kattığını sormak istiyorum.

Aslına bakarsan bütün yolculuğumun sebebi ve başlangıcı şiir biliyor musun? Peri Gazozu'ndaki metinlerin teknik gücü benim daha önce şiirle hemhâl olmamdan kaynaklanıyor. Ben o metinlerde devrik cümle kullandım, cümleler arasında ses uyumu aradım, mutlaka şiir gibi iyi bir başlangıcı, yükselişi ve finali olsun istedim. Aslında her metnin ‘ebesi’ de şiirdir... Bütün metinlerin okuyucuyla buluştuğu yerdeki büyüsü ve etkileyiciliği ‘şiirin gücü’nden geliyor. Bunu Galeano’da, Marquez'de, Hemingway’de de gördüm. Bu yazarların hepsi gazeteci. Hemingway İstanbul'a gelmiş savaş muhabirliği yapmış, Marquez'in hayatı gazetecilikle geçmiş ve hep “Bir mevzuyu en kısa ve en açık nasıl anlatabiliriz?”in peşinde olmuşlar. Bu bir gazetecilik kuralı olduğu kadar, olmazsa olmaz da bir yazım kuralıdır bence. Ve bir şiir kuralıdır da zaten. Bütün yüklerinden arındıracaksın metni. Japon şiiri nedir? Haiku. Aslında haiku gibi yazmak lazım. Ama tabii ki bu giderek içerikten vazgeçmeyi de getirmemeli. Hem sonuna kadar derdini anlatmalısın hem de en kısa, en vurucu şekilde anlatmalısın. Bu yüzden şiir metinlerimde çok önemli bir ilham kapısıdır.

Sonuçta, beni sinemaya sokan alan edebiyattır. Ben sinemaya senarist olarak girdim, oyuncu olarak girmedim ki. “Üç Maymun”da yönetmen beni senaristlerden biri olarak çağırdı. Ama oyunculuktaki mesafemi ayarlayan şey de benim edebiyatçı tarafım. Ben oynadığım karakterleri, okuduğum kitaplardan, şahit olduğum mevzulardan, kendi hikâyelerimden, edebi metinlerden yola çıkarak oynuyorum. Edebiyatın da sinemanın da derdi insan ve bunu yaparken biri sözcükleri kullanıyor, diğeri görüntüleri. Ben ikisine de bir parça vâkıf ama daha çok edebiyatın bana verdiği güçle hareket eden biriyim. 

Seni en çok etkileyen şairler kimler?

Birçok isim sayabilirim ama dönüp dönüp okuduğum birkaç isim vardır. Biri Ergin Günçe, diğeri Turgut Uyar… tabii ki Edip Cansever, Cemal Süreya; yahut benim kendi arkadaşlarım Akif Kurtuluş, Behçet Aysan, Ahmet Erhan, Adnan Özer, Adnan Azar... O kadar çoklar ki, kimseye haksızlık etmek istemem...

Yazarken müzik dinler misin?

Yazarken değil de yazmadan önce özellikle çok dinlerim. Hatta bazı müziklerin bazı yazılara yön verdiğini düşünenlerdenim... Arabayla giderken diyelim, radyoda ilk kez dinlediğim bir müzik; bazen uzun süredir aklımda olan bir hikâyenin yazıya dökülmesine vesile olabilir mesela. Bir süre önce İbrahim Maalouf’a rastladım radyoda... On on beş gün onu dinledim ve bu arada birkaç yazı yazdım. Bazı yazıların içine o müzik siniyor. Ayrıca türküyü çok severim ve sürekli dinlerim diyebilirim.

Ercan Kesal

Bozkır çocuğu olunca bu kaçınılmaz oluyor sanırım... 

Tabi… Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali, hatta abartıp daha mahalli olan sanatçıların da peşine düşerim. Ekrem Çelebi, Bahri Altaş, Seyit Çevik, Tufan Altaş, Şenol Akarsu... Çoğu insan bilmez belki ama ben bütün eserlerini bilirim. Kırıkkale, Keskin, Kaman, Kırşehir... Oralarda hâlâ endüstrileşmemiş bir gelenek akmaya devam ediyor. Bunu bilip fark edenler de onlardan besleniyorlar. 

Senin eserlerine çok sindiğini düşünüyorum bozkırın ve sarısının…

Bunu hissedebiliyorsan işimizi iyi yapmışız demektir.

Ürettiklerinle ilgili en temel duygun nedir? Bu yolculuk nereye sürsün istersin? 

Söyleşi ya da konferans, konuşmaktan kaçınmayan birisiyim ama bu konuşmalarımın da bir işe yaramasını istiyorum. Dün Cemil Meriç’i okurken rastladım. “İnsanlığın işine yaramayan sosyoloji batsın” diyordu. Sanat, ‘insanlığın işine yaramak’ konusuna uzak ve bu mesafe beni üzüyor. Bu yüzden bundan kaçınmaya çalışıyorum. Yaptığımız işle olan ilişkimizin bir sorumluluk gibi içselleşmesini istiyorum. Eninde sonunda yaptığımız bütün işler, bütün sanatlar Marks’ın dediği gibi yaşama sanatına katkı sağlamak için varlar. 

0
18319
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage