08 HAZİRAN, PAZARTESİ, 2020

“Erkek Egemen Düzenin Babaları Tarafından “Sakatlanan” İnsanlarız”

Murat Uyurkulak; İzmir sokaklarında, kanıksanan ülke gerçeklerinin izini bir aşk hikâyesi içinde tutkuyla sürdüğü yeni romanı Delibo ile yeniden okurlarıyla buluştu. Uyurkulak ile yazar olma sürecini, İzmir'i, edebiyatı, Delibo’yu ve pandemi döneminin etkilerini konuştuk. 

“Erkek Egemen Düzenin Babaları Tarafından “Sakatlanan” İnsanlarız”

Murat Uyurkulak’tan yeni bir roman geldiğini duyduğumda heyecanlandım. Delibo isimli romanı birkaç haftaya elimize alabilecektik demek! Pandeminin patlak vermesi süreci biraz sarkıtsa da nihayet Delibo’ya kavuşabildik. 2002 yılında gelen Tol, bu romanda neyin nesi böyle dedirtecek derecede merakımızı cezbedip, sarıp sarmalamıştı bizi. O zamanlardan bu zamana Murat Uyurkulak eserlerinin heyecanı öneminden hiçbir şey kaybetmedi.  

Meraklı ve gönüllü bir okur olma süreci sonunda yazma edimine doğru yol alma süreci dendiğinde zihninizde geçmişe dair canlanan edebiyat ile ilgili, kitaplar ile ilgili ilk önemli zamanlarınız ne zaman oluşmaya başladı? Size Tol’u, Har’ı, Bazuka’yı, Merhume’yi yazdıran şeylerin ilk temelleri ne zaman atıldı? 

Anne ve babası öğretmen olan birçok çocuk gibi okumayı ilkokula başlamadan öğrendim. Bana bakacak kimse olmadığı için ilkokul öğretmeni annem sınıfına götürüyordu beni. Şans bu ya, birinci sınıfı okutuyordu. Öylece oturup ders dinlerken, kendi kendime sökmüşüm okumayı. Tabii bu fark edilince hemen renkli, resimli çocuk kitapları kondu önüme. Ali Baba ve Kırk HaramilerAlaaddin’in Sihirli Lambası gibi kitapları büyülenerek okuduğumu hatırlarım. Sonra Enid Blyton’ın Gizli Yediler, “Afacan Beşler” kitapları, Pal Sokağı ÇocuklarıÇocuk KalbiGümüş Patenler gibi klasikler geldi. Yetmişlerin sonunda Işıl Özgentürk’ün Kuş Ne Yana Öter, İsmail Uyaroğlu’nun Bir Liranın İki Günü, Özgür Coşkun’un Kar Yağarsa Üşürüm gibi sol kültürle harmanlanmış çocuk kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. Etkilenmiştim. Biraz daha büyüyünce babamın kütüphanesine dadandım. Edebiyat öğretmeniydi. Mesleğiyle ilgili kitaplarla doluydu raflar. Ahmet Kabaklı, Seyit Kemal Karaalioğlu gibi edebiyat adamlarının cilt cilt Türk Edebiyat Tarihi kitapları vardı. Bilhassa Karaalioğlu’nun kitapları güzel resimleriyle, desenleriyle çok ilgimi çekmişti. Karacaoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal... Epey bir okudum onları da, yarı anlayarak yarı anlamayarak. Yani koşulların bir araya gelmesiyle, çok erken tanıştım kitaplarla, okuma alışkanlığını erken edindim. Babam veya annem buna zorlamadı beni. Zaten ev kitap doluydu ve herkes okuyordu. Dokuz - on yaşlarında İnce Memed’i okuduğumu ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum bir de.   

©Muhsin Akgün

Delibo romanınıza gelmeden önce, İzmirli olmanın sizin için ne anlama geldiğini sormak istiyorum. 81 il içinde İzmir hep farklı bir yere konumlanır. Tarihsel olarak da kritik bir öneme sahiptir. Ayakta kalması  ve teslim olmaması çok önemlidir mesela. Bu bağlamda İzmirli olmak, İzmirli bir sanatçı olmak da hep çok özel ve önemlidir. Delibo’nun mekânsal olarak tamamen İzmir’de geçiyor olması, neredeyse bir karakter diyebileceğimiz varlığı, romanı başlangıcından sonuna kadar etkiliyor. 

İyi, hoş, müspet bir his verir insana İzmirli olmak. Bir tür ferahlık, genişlik, iyimserlik vardır orada. Kimi zaman alttan alta milliyetçiliğin, tutuculuğun yüzü kendini gösterse de, ön yargıların nispeten az işlediği, insanların birbiriyle empati kurabildiği bir şehir olduğu söylenebilir. İstisnaları elbet bulunur. Bununla birlikte bir tembellik, umursamazlık, keyifçilik de eşlik eder bu vaziyete. İzmir’in böyle bir şehir olmasında sanırım göçmenlerin ağırlıklı olduğu sosyal dokunun, müşfik iklimin, toprakların son derece verimli olmasının etkisi vardır. İnsan yaşadığı yere benzer, diyor ya Edip Cansever, ben de İzmir’e benzerim biraz. Genişlik, gevşeklik, keyifçilik, sofracılık, iyimserlik, hayalcilik, hepsi az çok mevcut bende de. On yedi yaşında evden kaçan, o zamandan beri geçinmek için sürekli çalışmak zorunda kalan biriyim, o yüzden bir tek tembelliğe pek fırsatım olmadı.

Delibo için kişinin hem kendisine hem geçmişine hem de geleceğine doğru yolculuğu diyebilir miyiz? Anlatıcımız Yusuf çocukluğundan başlayarak, okul hayatı, arkadaşlık ilişkileri, sonra çalışma hayatı, sosyal ilişkileri şeklinde devam eden bir hayatı bizimle paylaşıyor. Bu arada yetiştikleri kasabada Delibo diye meczup olarak nitelenebilecek biri kayıp ve çocukluk arkadaşları onu bulmak için bir araya geliyorlar. Delibo’yu nasıl nitelendirirsiniz? Neydi sizi çocukluktan başlayarak günümüze kadar getiren bir roman yazma fikrine götüren?

Tümüyle benim hayatımı yansıtmasa da, karakterler tam olarak gerçek kişilere tekabül etmiyor olsa da, Delibo’ya geçmişten bugüne yapılan bir yolculuk diyebiliriz. Belki yaşlanıyor olmaktır Delibo’yu yazmamın sebebi, bundan kaynaklı bir tür muhasebe ihtiyacıdır. 47 yaşına gelmiş biri olarak beni ben yapan duygulara, travmalara, nasıl geliştiğime, nereden gelip nereye vardığıma, buradan nereye gidebileceğime dair sorulara cevap bulma arzusudur.

Romanda çocukluktan itibaren gelen sınıfsal, sosyal farkların kişinin sonraki dönemlerde yaşadıklarıyla, seçimleriyle, yargılarıyla doğru orantısını çok net bir şekilde anlatıyorsunuz. Yusuf’un ter kokusunun yüzüne vurulduğu sahne mesela. Biraz genel bir cevap rica edeceğim sizden: Türkiye sosyo-ekonomik yapısından dolayı sınıf farklarının çok bariz yaşandığı bir ülke. Şimdi bu uçurum daha da büyüdü. Tek iyi yanı belki de güçlü hikâyelerin tam da bu ayrışma noktasından çıkıyor olması. Ne dersiniz?

İletişim imkânlarının bu denli arttığı, dünyanın öbür ucunda olan bitenlerden ânında haberdar olduğumuz bir dünyada meseleleri kendi yaşadığımız diyardan ibaret sayıp konuşamayız artık. Sınıfsal farklar küresel bir sorun ve bunun da bir adı var: Kapitalizm. Milyarlarca insanın yoksulluğun, yoksunluğun pençesinde kıvrandığı, hayatın nimetlerinin, bilumum hazların fersah fersah uzağında yaşayıp öldüğü, üstelik pandeminin de gösterdiği gibi, bu manzaranın gizlenemediği, alenen karşımızda şekillendiği bir dünya... Vaziyet bu olunca, buna dair hikâyeler de anlatılacaktır elbet. Ama işte, hikâyesini anlatmak yetmez, örgütlü siyasi mücadeleyle insana ve tabiata düşman olan bu sistemi yıkmak, yerine sınıfların, sınırların ortadan kalktığı, doğayla uyumlu bir özgürlük, eşitlik, barış âlemini inşa etmek gerekir.

Fonda kaybolan ve aranan Delibo diye bir karakter var ama hikâye bir baba-oğul hikâyesi aslında. Sizin romanlarınızda Tol’dan başlayarak genelde zeminde akıp giden bir baba-oğul hikâyesi söz konusu. Tol’da mesela Diyarbakır’a babasının yanına uzun bir tren yolculuğuyla giden -adı yine Yusuf olan- bir karakterin hikâyesini yazmıştınız. Romanın başında her şey, baba-oğul ilişkisinden tutun, hayatı yaşayış biçimine kadar gayet naif kişilikler söz konusuyken, hikâye ilerledikçe kişilerde zıtta doğru giden değişimler söz konusu oluyor. Jilet gibi giyinen, temiz baba gidiyor yerine başka biri geliyor. Oğul için de aynı şey söz konusu. Zamanla kişilerdeki zıtta doğru giden değişimlerden biraz bahsetmenizi rica edeceğim fakat aynı zamanda baba-oğul ilişkisi ile ilgili romanlarınızda kendini belli eden iz düşümleri nasıl yorumlarsınız diye de soracağım.

En tepedeki iktidar tertibatından başlayıp, en küçük birim mahiyetinde aileye kadar uzanan bir “boyun eğilen babalar ve reisler diyarı”nın ağırlığı altında yaşıyoruz. Ezile ezile biz de irili ufaklı “babalar” oluyoruz sonunda ve aynı ezme pratiğini bu kez biz üstleniyoruz. Hesaplaşmanın ve yüzleşmenin değil, bastırmanın, gizlemenin, riyakârlığın, yalanın, onca heybetli, güçlü görünüşün altında aslında korkunun hüküm sürdüğü bir travmalar silsilesi, kara bir döngü bu. Öte yandan “baba meselesi” sadece Türkiye edebiyatında değil, dünya edebiyatında da mühim bir mevzu. Erkek egemen düzenin babaları tarafından “sakatlanan” insanlarız, en başta da kadınlar... Özgürlük yoksunluğunun, haysiyetli bireyler olarak gelişememiş, otorite tarafından kuşatılmış olmanın karşısında isyan çığlığı koparmak istediğinizde elinizin ve dilinizin dolandığı ilk meselelerden birinin baba olması tesadüf değil yani. Bu bende de böyle işledi sanırım.

Yukarıdaki soruya istinaden şöyle devam etmek istiyorum: Çünkü baba-oğul ilişkisinin sizdeki iz düşümünü sorma nedenim romanlarınızdaki kadın varlığı erkek varlığı kadar belirgin değil. Delibo’da bir Yasemin karakteri var ve Yusuf çocukluğundan beri Yasemin’e tutkun. Fakat Yasemin “erkek gibi” bir kadın. Çocukluklarında da Yusuf’u koruyup kolluyor. Yusuf’un annesi mesela erkek kardeşini alarak Yusuf ve babasını bırakıp başka bir şehre gitmiş. Yine Tol’dan örnek verirsem kadınlar hikâye içinde erkekler kadar belirgin değil. Hatta ulaşılamaz kadınlar. Yasemin de Yusuf için ulaşılamaz bir yerde hep yaşları ne olursa olsun. Genelde edilgen erkekler, buna karşılık olarak da etkin (eylem hâlinde olan) ama aynı zamanda ulaşılamaz kadınlar söz konusu. Tüm bunlara istinaden böyle bir yapıda erkek hikâyeleri ancak bu kadar filizlenebiliyor gibi bir düşünce oluştu. Katılır mısınız romanlarınızdaki kadın varlığının erkek kadar belirgin olmayışına ve filizlenen düşünceme?

Delibo’daki Yasemin’i “erkek gibi” diye tanımlamak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Şu yüzden: Yasemin yaşamaya istekli, coşkulu, hayatın hazları karşısında talepkâr, aynı zamanda isyankâr bir kadın. Bu niteliklere, böyle bir tavra sahip olmanın bir kadını “erkeksi” kılmasında keder veren, sorunlu bir taraf var. Çünkü hayata karşı duyulan coşku, hazza yönelik iddia, erkeklerin hakkı, erkek dünyasının harcı gibi görülüyor hep. Yasemin’i bir yandan “etkin” diye tanımlayıp, diğer yandan “belirgin olmadığını” söylemek de sanırım toplumsal cinsiyet hâllerine dair böyle bir kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Yasemin cesur, güçlü, tavizsiz bir kadın, o kadar. Yusuf için ulaşılamaz olmasının sebebi ise bizzat Yusuf’un kendi travmaları. Sadece Yasemin değil, dünya sofrasının vaatleri de; insanlarla eşit ve düzgün ilişkiler kurma becerisi de; güvenli, haysiyetli bir hayat yaşama ihtimali de ulaşılamaz şeyler Yusuf için.

Dünyada çok ciddi bir pandemi süreci yaşanmakta. Tüm dünya kapılarını kapattı ve belirsiz bir bekleme koridorunun içinden geçiyoruz. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci? Ne oldu da başımıza böyle bir şey geldi? “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” tümcesiyle başlayan Tol’a bir atıf olarak; kapitalizm yaşandı ve bitti, üstelik çok da çirkindi, diyebilir miyiz bu süreç bittiğinde? Yepyeni bir dönem başladığını düşünüyor musunuz? 

Devrim her zaman bir ihtimal ve çok güzel. Dünyada eşitsizlik, yoksulluk, adaletsizlik devam ettiği sürece de hep öyle olacak. Sorunuzu kısmen yukarıda cevaplamış oldum sanırım. İlaveten şunu söyleyebilirim: Kapitalizmi, ona bağlı kâr hırsını, rekabeti, para ve güç tapınmasını yok etmediğimiz sürece gerisin geri aynı noktaya döneceğiz. Hatta belki daha da kötü bir dünyaya döneceğiz. Yeni bir dönemin başladığından söz edeceksek, bu düzeni değiştirmeye dair bilincin çoğaldığı, insanların örgütlü siyasi mücadelelere daha hevesli ve inançlı olduğu, milliyetçiliğin gerileyip enternasyonalizmin güç kazandığı bir dönem ihtimalinden söz edilebilir. Velhasıl hiçbir şey bitmedi. Kapitalizm de bitmedi, kurumları ve inşa ettiği sistem hâlâ güçlü. Ama çok ve haklı olan da biziz. Yine yenilebiliriz elbet, en azından pabucun pahalı olduğunu bir kez daha göstereceğimizden kuşkum yok. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, eninde sonunda iki ihtimal var: “Ya sosyalizm, ya barbarlık!”

©Muhsin Akgün

Yayıncılık sektörü nasıl etkilenecek bu süreçten sizce? Dijital medya yayıncılık sektörüne, daha da ziyade yazarlara yarayacak mı? Edebi dil, anlayış, hikaye anlatıcılığı nereye doğru yol almaya başlar bu süreç sonrası sizce? 

Bu soruya yayıncılık sektörünün profesyonelleri veya edebiyat eleştirmenleri, akademisyenleri ve uzmanları cevap vermeli. Benim bu hususlara dair kale alınabilecek önemli düşüncelerim yok. 

Teşekkür ederim. 

Ben teşekkür ederim güzel sorularınız için.

0
6288
0
Fotoğraf: Muhsin Akgün
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage