29 MAYIS, CUMA, 2020

“Eskiden İnsandım, Şimdi Dünyayım”

Robert Seethaler, “Bir hayattan geriye ne kalır?” sorusunun peşinden gittiği son romanı Toprak ile bir mezarlıktan gelen hikâyelere kulak vererek ölümün hayatlarımızdaki yerini hatırlatıyor.

“Eskiden İnsandım, Şimdi Dünyayım”

Ölüm üzerine ne çok düşünürüz değil mi? Hayatımızın anlamını onun üzerinden üretmeye çalışırız. Ansızın gelebileceğini bilsek de ne zaman olacağına dair belirsizlik bizi yaşama telaşına sürükler. Ona bir sürü anlam yükleriz. Ölümü anlamaya, sonrasını bilmeye karşı açlık duyarız ve felsefede, tarihte, edebiyatta, sanatta, mitolojide, bilimde, dinlerde… insanın düşündüğü, ürettiği her alanda anlam ararız. Sadece anlam aramakla kalmayız, tarihler boyunca vazgeçemediğimiz bir de savaşımız vardır ölümle. Hayatın sonluluğunu alt etmeye, sonsuzluğun sırrını bulmaya çalışırız. Fiziki bir sonsuzluğun yanı sıra ardımızda bıraktıklarımızla da varlığımızı sürdürmeye, hatırlanmaya, bir nevi hayatta kalmaya çalışırız. Tüm bunların peşinden koşarken de o son bir şekilde gelir bulur bizi.

Son birkaç aydır ölüme belki de hiç bu kadar yakın olduğumuz zamanlar yaşamamıştık. Her an bizi gelip bulabileceğini düşündüğümüz, bulaşma riski yüksek, açıklaması ve etkilerine karşı tedavi hakkında hâlâ net bir sonuç elde edilememiş koronavirüs salgını sebebiyle tüm dünyada günde binlerce insan hayatını kaybetti. Tam da bu virüsün ülkemize geldiği ve ilk vakaların görülmeye başladığı mart ayında Timaş Yayınları Regaip Minareci’nin çevirisiyle Alman yazar Robert Seethaler’ın son romanı Toprak’ı yayımladı. Seethaler, bu romanda hayatın sonluluğu ve ölümün sonsuzluğu arasında yaşanmış pek çok farklı hikâye anlatıyor. Ölüm hakkında bu kadar fazla düşündüğümüz, onun varlığıyla yatıp kalktığımız bu zamanlarda bu roman bize ölümün insan hayatındaki yerini öncesini, sonrasını hatırlatıyor ve bizi bir mezarlıkla tanıştırıyor. 

Toprak’ta Paulstadt adında küçük bir kasabada, artık hayatta olmayan sakinlerinin, kasabanın mezarlığından gelen seslerine kulak veriyor yazar. Bizim gibi büyük şehirlerde yaşayanlar için pek de karşılaşılmayacak türden bir mezarlık bu. -İstanbul’da bugün komşunla aynı mezarlıkta gömülmek şöyle dursun şehrin merkezinde bir mezarlıkta yer bulmak dahi oldukça güç-. Ama burası küçük bir kasaba ve şehrin verimsiz arazisi üzerine kurulmuş bir mezarlıkta komşular mekân değişikliğiyle yine bir aradalar.

Bir yerleşim yerinde uzun süre yaşayan hatta içine doğduğu yerde (apartman, mahalle, köy, kasaba vb.) yaşamaya devam edenler bilirler ki orada yaşayan herkesle artık irade dışı bir bağ kurulur. Kişinin ilgisi olmasa da o yaşam alanının bir parçası, o görüntünün bir ögesinizdir. Herkes herkesi tanır ya da tanıdığını zanneder. Paulstadt’ta da herkes birbirini tanıyor. Ama az ama çok, ama çok yakından ama çok uzaktan.

Kitabın giriş bölümü Paulstadt sakinlerinden yaşlı bir adamın her gün gelip oturduğu mezarlık sahnesiyle açılıyor. Bir tek burada üçüncü bir kişi anlatıyor hikâyeyi ki bu kitabın tek yaşayanının hikâyesi, geri kalan herkes yani ölüler, kendi anlatıyor ne anlatacaksa. Yazarın okuruna hayat ve ölümle ilgili düşüncelerini, sona çok yakın olan bu yaşlı adamın iç hesaplaşmasıyla aktarıyor: “Aklına bir fikir gelmişti, daha doğrusu yaşamı boyunca zamanı kullanmasıyla ilgili bir sezgiye kapılmıştı: Delikanlılık yıllarında zaman öldürmeye bakardı, sonraları zamanı tutmaya çalışmıştı, artık yaşlandığı şu çağda ise en büyük arzusu zamanı geri döndürmekti.”(syf. 12) Giriş bölümü yaşarken yaşamla kurduğumuz bağın yaş ilerledikçe daha da güçlendiğini ve bazen güçlenmesine imkânımızın bile olmadığını; çünkü çoktan onu kaybetmiş olabileceğimizi hatırlatıyor. 

Robert Seethaler

Kitap devamında toprağın altındakilerin hikâyeleriyle devam ediyor. Paulstadt’ta yaşamış sakinlerin birbirlerinden bağımsız ama çoğu zaman birbirine değen hikâyeleri bunlar. Sonlanmış hayat hikâyeleri kimi zaman o son ânı anlatıyor, kimi zaman da hayatlarını anlamlandıran ânları. Bir ailede bir babayla bir çocuğun ya da eşlerin bir olayı nasıl farklı açılardan anlattığını, yaşarken dile getiremedikleri duyguları, pişmanlıkları, acıları, sevinçleri, özlemleri, itirafları ve yaşama dair daha nicelerini dile getiriyor sakinler. Kasabanın mezarlığı ve “toprak” olarak adlandırılan bu verimsiz toprakların sahibi Jonas da orada yatıyor, uzak bir diyardan göçmüş gelmiş Navid Al-Bakri de, kiliseyi yakan Peder Hoberg de. Herkes bize kendi hikâyesini, kendi deneyimini anlatırken bir diğeri yine kendi hikâyesini anlatırken diğerinin açık bıraktığı kapıyı kapatıyor, eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Kolektif bir yaşamda bireyler o topluluğun gerçekliğini kendi bireysel gerçekleriyle üretiyorlar.

​Hikâyeler kimi zaman saf sevgiyi kimi zaman iflah olmaz hırsları, bağımlılıkları, aldatmaları, aldanmaları, kayıpları, göçmenliği, yaşlılığı, gençlik hatalarını, pişmanlıkları yani insana dair her durumu temsil ediyor. Hepsi değil ama kimi zaman içlerinden bazıları yaşama ve ölüme dair fikirlerini dile getiriyorlar aynı 100’lü yaşlarını geçmiş olan Annelie Lorbeer gibi: “Nasıl bir şey olduğunu şimdi biliyorum. Ama anlatmam. Ölümü anlatmak yasak. Yalan serbest tabii, ama yalan söylemek istemiyorum. Ama şu kadarını açıklayabilirim, beni almaya gelen olmadı. Yaşamdan düştüm, o kadar. Tıpkı yaşamın içine düştüğümüz gibi, yaşamdan da düşerek çıkıyoruz. Bir boşluk var, onu bulmamız gerekiyor; ya da içine düşene kadar karanlıkta el yordamıyla ilerleyip duruyoruz. Öyle ya da böyle sonunda illa başarıyoruz.” (syf. 156) 

Seethaler, hikâyelerinde hem birbiri içinden çıkan sakinleri takip ettiriyor hem de adım adım hem mezar taşlarını hem de kasabanın onlarla ve onlarsız görüntüsünü tamamlıyor. Toprak, insanın toprakla kurduğu türlü ilişkinin en temeliyle başlıyor anlatmaya. Topraktan yaratılma ve tekrar ona geri dönme inancı, topraktan beslenme, toprağın üzerinde var olma, ona tutunma ve daha nice ilişkiyle tamamlanıyor. Oradan gelen sesleri dinlerken günün birinde o seslerden biri olacağımız gerçeğini gerçekçi ve farklı yollarla anlatıyor. Seethaler ölümden sonra insandan kalanların peşinden giderken benim de aklıma Blaise Pascal’ın “Sonsuzun yanında bir insan nedir ki?” sorusunu getirdi. Belki de kitapta da söylendiği gibi yaşarken insanız, ölünce dünyayızdır. 

​Dilimizde daha önce Tütüncü ÇırağıBütün Bir Ömür kitaplarıyla yer alan ve çağdaş Alman edebiyatının önemli seslerinden Robert Seethaler, bu son romanı Toprak ile de bizi ölüm üzerinden yaşam hakkında düşünmeye davet ediyor. 

Tasarımda kullanılan fotoğraflar Fangfei Luo'ya aittir.

0
14012
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage