Seyhan Kurt ile sabit bir mimari formu olmayan, gündelik hayat pratiğiyle iç içe sürekli dönüşen “geleneksel Türk evi”ni odağına alarak, evin ve işlevlerinin tarihsel değişimini incelediği kitabı Haneden Ev Haline – “Türk Evi”nde Mimari, Düzenleme, Pratik üzerine konuştuk.
Seyhan Kurt’unHaneden Ev Haline kitabı tam da bu günlerde evlerimizin bir barınaktan ibaret olmadığını; bir yaşam alanı olarak öneminin ne kadar hayati olduğunu anlatması açısından ve " 'Türk Evi'nde Mimari, Düzenleme, Pratik” alt başlığı ile gelenekselden günümüze ev kavramının değişimlerine vurgu yapmasıyla şimdiden kaynak kitap olma değerinde. Haneden Ev Haline kitabının yazarı Seyhan Kurt ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi kitabın kapsamının yaşamımızda hangi önemli alanları işaret etiğinin gösterilmesi adına merakımızı cezbedici. Hazır evlerimizdeyken aslında nerelerde ikamet ettiğimizi okumak istemez misiniz? Buyurun lütfen.
Seyhan Bey, sizden başlamak istiyorum ilkin; Fransa’da resim eğitimi alıyorsunuz, kişisel sergileriniz var; Sanat Tarihi ve Dramaturji dersleri aldıktan sonra Fransız Dili ve Edebiyatı, Sosyoloji ve Antropoloji öğrenimi görüyorsunuz. Yüksek lisansınızda Ankara Üniversitesi DTCF Sosyal Antropoloji Bölümü’nü tamamlıyorsunuz. Farklı disiplinler gibi gözükse de birbiri üzerinde etkisi olan bu disiplinler arasında gerçekleştirdiğiniz yolculuğunuzu nasıl yorumlarsınız?
Öncelikle Fransız kültürü ve dili etkisi altında geçen ilk gençlik yıllarıma kadarki dönemin düşünceyi, hayatı ve kültürü yorumlama biçimimin doğal olarak temelini oluşturduğunu söyleyebilirim. Türkiye’ye geldiğimde her şeye yeniden başlamak, dili (Türkçeyi) ve yeni bir kültürü öğrenmek pek kolay olmadı. Ancak bu anlama, öğrenme ve yorumlama çabası, mukayese etmekle bunların daha kolay anlaşılabileceğini gösterdi. Çocukken edindiğimiz kodlar, ki ben bunlara referans kodlar diyorum, bizim gelecekte hayatı nasıl yorumlayacağımızı ve yaşayacağımızı yıllara dayanan bir tecrübe ve bilgi birikimiyle şekillendiriyor. Yıllar geçtikçe, tıpkı yer kabuğunun katmanları gibi, zihinsel ve duygusal dünyamız katmanlaşarak mizacımızı ve hayat tarzımızı oluşturuyor. Tüm bu birikimler içinde farklı alanlara ilgi duyuyoruz. Bu alanların bir kısmını terk ediyor, bir kısmını da içselleştiriyoruz, onları benimsiyor ve hayatımızın bir parçası hâline getiriyoruz. Sözgelimi toplum bilimlerine ilgi duymamın, çocukluğumda ve ilk gençliğimde aldığım sanat eğitimiyle doğrudan ilgili olduğunu, şimdi daha iyi anlıyorum. Yolculuk dediğiniz şey de zaten her adımında farklı bir ruhsal ve fiziksel deneyimin içselleştirildiği bir tür ön kabuldür. Yolda karşılaşacağımız kimi zaman kestirilemez olan bütün aşamaları deneyimleyerek ilgi ve eğilimlerimizi inşa ederiz. Birbirleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi görünen iki disiplin, aslında geçmişimizden bugüne taşıdığımız kişiliğimizin ve duygu dünyamızın anlamlandırmakta güçlük çektiğimiz birtakım çelişkilerini gidermeye yarayacak olan bağlantıları sağlıyor. Biz bunun çoğunlukla farkına varmıyoruz. Bugüne geldiğimizde hiçbir disiplinin birbirinden tamamen bağımsız ele alınamayacağının çoktan farkına varmış bulunuyoruz. Ben bu yolculuğa çıktığımda tâli yollara sapmakla ana yolu daha iyi kavrayacağımı öğrendim.
Haneden Ev Haline kitabını nasıl bir sürecin sonucunda yazmak istediniz? Biraz daha açmam gerekirse; pandemiden önce belki de bir fikir olarak vardı kafanızda hep, çünkü mimari, modern sanat, göç, göçmenlik, mekân-kent antropolojisi üzerine merakınız var ve eğitimler alıyorsunuz. Ve pandemi süreci, eve kapanma günleri… Haneden Ev Haline kitabınıza doğru çıktığınız yolculuk pandemi sürecinden önce mi başlamıştı yoksa pandemi dönemi mi sizi böyle bir kitaba doğru yolculuğa çıkardı?
Ev üzerine düşünme, onu anlama çabalarım çocukluğuma kadar dayanıyor. Ancak ev üzerine, özellikle Türk evi dediğimiz imge ve olgu üzerine çalışmalarım aşağı yukarı onbeş yıl öncesine dayanıyor. Mimariye, sanata ve antropolojiye olan ilgim beni böyle bir çalışma yapmaya yöneltti. Türk evi dediğimiz şeyin yalnızca mimari bir form olarak değil de, ruhuyla ve bedeniyle yaşayan, hatırası olan ve sürekli dönüşüm geçiren canlı bir varlık olarak incelenmesi gerektiğini düşündüm hep. Yedi yıl önce yazmaya başladığım kitabımın pandemi sürecinde yayımlanmasının dramatik bir anlamı ve önemi oldu.
Jorge Luis Borges’in ve Gaston Bachelard’ın yaşadığımız yerler, mekânlar, evler üzerine söyledikleri çok güzel sözleri ile açılış yapıyor Haneden Ev Haline. “Ve ölmeden önce fark eder ki sabırla meydana getirdiği bu labirentin çizgileri, aslında kendi yüzünü resmetmektedir.” Borges çok etkili (can alıcı hatta) bir nitelemeyle kendi yüzümüzü resmetmedeki labirent nitelemesinde bulunuyor kişiselleştirdiğimiz mekânlar için ve Bachelard kişiselleştirdiğimiz, özel mekânlarımızın birer diyagramı olmaktan bahsediyor. Bu iki çok güzel alıntıdan yola çıkarak, ev (evlerimiz) neden bambaşka bir mekân? İkâmet ettiğimiz evlerimizin bir müddet sonra bedenlerimizin ve ruhlarımızın uzantıları olmaları (labirentler) neyin tezahürü sizce? Çünkü Bachelard bizi ters köşeye yatırıyor aynı zamanda; “ ‘İkamet’ kavramı, bedenlerimizin o unutamadığı evle arasındaki o tutku dolu bağı ifade etmek için yeterince aşınmış bir kavramdır.” diyerek.
Evi diğer mekânlardan ayrı tutan şey yalnızca onun “özel” olması değildir. Evdeki yaşanmışlıklarımız, eylemlerimiz, gündeliğimiz bizim kamusal hayatımızı da doğrudan etkiliyor. Geçmişte, göçebe yaşayan topluluklarda da böyleydi bu. Öte yandan ev ile kendi dünyamızı inşa ederiz. İnşa ettiğimiz bu dünya hem kamusalın izlerini taşır, hem en özel yanlarımızın. Bunu nesnelerle, mobilyalarla, mutfakta pişirdiğimiz yemekle, oturma odamızın duvarlarını değerlendirme biçimimizle yaparız. Yıllara yayılan bu uzun süreç, evin bir hâfıza mekânı olarak Christian Norberg-Schulz’un “yerin ruhu” (genius logi) dediği mikro-evrenimizdeki öneminin algılanmasını sağlar. Aslında Borges’in söylemek istediği tam olarak da budur. Evde bütün yapıp ettiklerimiz, sonuçta bedenimizin ve ruhumuzun “çizgileriyle” karşılıklı olarak birbirlerini yansıtırlar. Bu karmaşık ve derin ilişkiyi bir alışveriş merkezinde, bir iş yerinde, bir resmi dairede veya başka bir kamusal mekânda göremezsiniz. Çünkü insanların o mekânlarla ilişkilerinde bir tarihsellik ve bellek oluşturma güdüsü yoktur. Kamusal mekânlarla insanlar arasındaki ilişki, basit kodlara dayalı komut, düşünüş ve davranışlarla biçimlenmiştir. Son yıllarda ev ile olan ilişkimiz de bu basit kodlarla şekillenmeye başladı. Yeme-içme, uyuma, TV seyretmek gibi basit etkinliklerin mekânı hâline geldi ev. Yani ev bizim için sanki yalnızca bir ikâmet yeri, bir konut olarak hayatımızdaki yerini almış gibi. “Konut” kelimesini özellikle kullanıyorum burada. Çünkü “konut”, etimolojik olarak “konmak”tan geliyor ve eylemsel bir oldu-bitti anlamını kuşanıyor. Oysa ev dediğimiz şey esasen zihinsel ve duygusal inşası hiç bitmeyen bir yerdir. Bu nedenle Bachelard evin bir “ikâmet” mekânı olarak görülmesinin maddi bir forma ve bir tekniğe vurgu yaptığına ve bunun insan ile ev arasındaki bağların anlaşılmasını güçleştireceğine dikkat çekiyor.
“ ‘Türk Evi’inde Mimari, Düzenleme, Pratik”. Bu başlık Haneden Ev Haline kitabının alt başlığı. Bu alt başlığa istinaden kitapta üç bölüm var. “Geleneksel Yaşam – Mimari, Tarih Ve Gündelik Pratikler”; “Günümüzde Evler – Düzenleme ve Tüketim”; “Kentsel Muğlak: Sokak, Mahalle ve Balkon”. Fakat ben sizinle yukarıda belirttiğim kitabın bölümlerinden ayırarak, hatta Giriş yazısının da üstüne yerleştirerek yazdığınız “Vakit, Zaman ve Kentsel Mekâna Dair” başlığını konuşmak istiyorum ilkin. Öncelikle niçin kitabın bölümlerinden ayırarak, -Giriş yazısının da üstüne yerleştirerek- bu şahane bilgiler içeren başlığı diğer bölümlerden ayırmak istediniz? Şahane diyorum çünkü kentsel mekânlar konusunu (evler, meydanlar, insanların ikâmet ettiği yaşama alanları) vakit ve zaman kavramları içerince edebiyat, sinema, tarih, felsefe disiplinleriyle açıklıyor ve açıyorsunuz. Bu bölümü kitabın içeriği içinde şehirde her noktadan görülen saat kuleleri gibi tepe noktasına yerleştiriyorsunuz. Neden?
Bilimde ve sanatta ilgi alanınız ne olursa olsun zaman-mekân olguları üzerine az çok fikir sahibi olmanız gerekir. Bu iki olgu, çalışmalarımızın nereye evrileceğini, yöntemini, kapsama alanını ve niteliğini belirler. Zamanı algılama ve değerlendirme biçimimiz ile mekânı algılama ve değerlendirme biçimimiz birbirine bağımlı bireysel ve toplumsal kodları içerir. Zaman ve mekân, bu anlamda, ilk soruda söylediğiniz yolculuğun en temel parametreleridir. Bizim onları kullanma biçimlerimizle bu iki olgu birbirlerine karakter kazandırırlar. Hâl böyle olunca bu bölümü, bir yandan kitabın ana konusunun en önemli ekseni olarak, diğer yandan işlediğim bütün konuların bu olgular gözetilerek düşünülmesinin gerektiğine dair bir “hatırlatma” olarak kitabın başına yerleştirdim. Vakit, zaman ve kentsel mekâna dair hem edebiyatımızda hem de sinemamızda zengin malzemelerimiz var. Bunlardan yararlanarak geçmişten bugüne gündelik hayatımızın zaman ve mekân eksenindeki yansımalarını yorumlamaya çalıştım. Basit gibi görünen en küçük ayrıntı bile dünyayı kavrama ve anlamlandırma biçimimize ilişkin çok büyük ipuçları verebiliyor. Sözgelimi bir filmde geçen basit bir replikten o dönemin bireysel ve toplumsal yaşantısı ve zamanın algılanma biçimiyle ilgili önemli bir fikir edinebilirsiniz.
Kitabın birinci ve ikinci bölümünü biraz açmak istiyorum. Bu iki bölümle ilgili daha ilk adımda çok dikkat çekici bir şey var: “Geleneksel Yaşam: Mimari, Tarih ve Gündelik Pratikler” başlığı varken, “Günümüzde Evler” bölümünde “yaşam” kalkıyor yerine “evler” ibaresi geliyor. Yaşam pratiklerimiz açısından özellikle çok kısa bir sürede çok ciddi bir kırılma diyebilir miyiz bunun için? Mesela, evin kamusalından, ev düzeni ve iktisat yapmaya; otağdan odaya, misafir için oturma odalarının kilitli tutulmasından günümüzde yeni yapılan evlerde misafir odası düzenlemesinin tamamen ortadan kalkmasına, mutfağın ayrı olduğu, ocağın üstünde tencerenin kaynadığı evlerden, açık mutfağa geçiş ve gelen fastfood yemeğin bir iki dakikada yenip paketlerin hemen çöpe dönüşmesine, gelenekselde doğayla olan ilişkimizin modernde kopma noktasına gelmesine… Bu tamamıyla zıt noktalara gidişlerle oluşan yolculukta gerçekten bir gelişmeden bahsedilebilir mi? Evet hızlanan yaşam ve çağın gerektirdikleri var; fakat bağlantı noktalarında ve geçişlerde bir sıkıntı olduğu gerçeğini yadsıyamayız sanırım, ne dersiniz?
Bizdeki kırılma kısa sayılabilecek bir zaman diliminde gerçekleşti. Üstelik birkaç kez. Yüzyılın başlarındaki ev ve kamusal yaşamın modernleşme ve Batılılaşması, 1950’lerden itibaren apartmanda yaşama arzusu ve eğilimi, 1990’lı yıllardan itibaren evimizin iç düzeni ve kullanma biçimlerimiz… Bunlar, bütün yaşantımızı olumlu ve olumsuz yönlerden etkileyen önemli kırılmalardan bazıları. Tabii bunlar, tüketim tarzlarımızdan kullandığımız dile ve jargona kadar her şeyimizi dönüştürmüştür. Aklıma ilk gelen örnek, evimizdeki mobilyaları ifade ederken 90’lı yıllara kadar “takım” kelimesini kullanıyorduk. Bu niteleme bugünlerde yekpâre bir birim anlamındaki “ünite”ye dönüştü. Ünite, bir anlamda tek tipleşmeyi çağrıştıran bir kelimedir. Geçmişin mobilyaları renkleriyle, biçimleriyle ve işlevleriyle günümüzdeki “oturma üniteleri”ne oranla kıyaslanmayacak kadar zengin bir çeşitliliğe sahipti. Bugün tıpkı diğer nesneler gibi, onların daha çok işlevselliğiyle ilgileniyoruz. Bir evde her şey işlevsel yönleriyle değerlendirildiğinde, evin duygusal bağlayıcılığı aşınmış oluyor. Evler birbirine o kadar benzemeye başladı ki kendi evimize karşı bir aidiyet hissetmemeye başladık. Tabii bu da evdeki gündeliğimize yansıdı, ev hızlı eylemlerin mekânı hâline gelmiş görünüyor. Oysa ev, modern kamusal yaşamın hızını ve stresini kesen bir kaçış mekânı olmalıydı. Elbette evdeki düzenlemelerin çağın gereklerinin etkisiyle değişmesi doğaldır. Ama unutmayalım ki nesnel düzenlemeler, alışkanlıklarla beraber bütün zihinsel ve duygusal dünyamızı da değiştiriyor. Yani buradaki sorun basit bir nesnel değişim değildir. Misafir odası düzenlemelerinin kalkmaya başlaması, L koltuk ve TV ünitelerinin yaygınlaşması gibi unsurların ekonomik olduğu kadar kültürel arka planları var. Herhangi bir nesneyi kullanma biçimimiz, o nesnenin bulunduğu evrenle olan bağlarımızın sınırlarını belirler. Bu durumda ev dediğimiz mekânın bellek, hatıra ve gelenek gibi müzmin bir birikime sahip olması beklenir. Yanlış anlaşılmasın, bu beklenti evi geleneksel bir eğilimle değerlendirmek değildir. Evin diğer mekânlardan neden farklı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Kitabın son bölümü “Kentsel Muğlak: Sokak, Mahalle ve Balkon”. Sokak, mahalle, dört duvar düşünüldüğünde özellikle de balkon ferah feza alan demek, küçücük de olsa. Bu bölüm kitabın sonunda yer almasına rağmen çok önemli hatta belki de kitabın sonunda yer alması açısından daha akılda kalıcı da olabilir. Bu bölüm nasıl oluştu, neden olması gerekti kitabın içeriğinde? Yine bu bölümden yola çıkarak, kentlerin artık halihazırda içe doğru ya da dışa doğru oluşan muğlak yapılarını, girift hâllerini düşünürsek, bir dron olsa elinizde ve uzaydan başlayarak dünyaya yaklaşsanız kentler bazında en muğlak kentler olarak ilk hangilerini söylerdiniz?
Nasıl ki bir odanın konumu ve işlevi, diğer odaları etkiliyorsa, ev ile sokak, mahalle ve kent birbirlerini etkilerler. Bu nedenle ev konusunu işlerken onu sokak, mahalle ve kentten ayırmak doğru olmazdı. Tıpkı kitabın başında vakit, zaman ve kentsel mekândan bahsetmemde olduğu gibi, sokakta, mahallede ve nihayetinde kentteki deneyimlerimiz ve buralarda gördüklerimiz ev yaşantımızı etkiliyor. Dolayısıyla ev içlerinin düzenlenişinden, burada kullanılan nesnelerden ve buradaki gündelik pratiklerden geniş açılı bir toplumsal çözümlemede bulunmak mümkün. Evin tek başına nasıl bir toplumsal ve bireysel temsiliyet gücünün olduğunu düşünün. Bunlar kendiliğinden ya da tamamen bireysel hazlara dönük tercih ve eylemler değil. Kentsel mekânların özellikle iç mimarî nitelikleri, işlevleri ve düzenlemeleri, buralarda kullanılan nesnelerle beraber biz farkında olmadan evlerimizi de etkiliyor. Balkona, sokağa ve mahalleye mimari, kültürel ve planlamalar açısından muğlaklık getiren bazı düzenlemeler, mekânı anlamlandırma, onu adlandırma ve onu sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi güçleştirir. Richard Sennet, ilk amaçlandığı şekilde kullanılmadığında zaman o mekâna karakter kazandırmaya başlar diyor. Bu anlamda, kente muğlaklık getiren şey, mekânın kalıcı bir değerler sistemi üretmeyişidir. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki kent mekânı bir hafıza mekânı olmaktan çok, transit bir işleve bürünüyor.Büyük ticaret alanlarıyla iç içe olan büyük konut siteleri, yine iç içe olan ofislerle evlerin sayfiye bir sokakta oluşu kenti karmaşıklaştıran, okunmaz hâle getiren unsurlardır. Kentlerin söz konusu muğlaklığını yansıtan bu silueti Sao Paulo, New Mexico, Yeni Delhi, Bombay, Bağdat, Kalküta, Caracas, Bangkok ve Kabil gibi kentlerde görebilirsiniz. Aynı şekilde bu durum İstanbul ve Ankara’nın bazı mahallelerinde de vardır.
Yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde aslında, İstanbul’u sormak isterim size. İstanbul için gelişen şartlara, kentleşmeye, düzene istinaden zaman, mekân, kent, yaşam bağlantısı iyi yapılabildi mi? İstanbul’un geldiği noktayı nasıl tarif edersiniz?
İstanbul’un talihsizliği, tıpkı başka kentlerimizde de olduğu gibi, sorunlarının kısa vadeli kısır ideolojik tartışmalar ekseninde değerlendiriliyor olması ve bu yönde adımların atılması. Sözgelimi en çok söz edilen, tartışılan konuların başında trafik sorunu gelir. On yıllardan beri bu sorunu aşmak için köprü, alt geçit, tünel vesaire çözümlere odaklanılıyor. Oysa tıpkı Bilbao, Madrid, Paris, Roma, Napoli, Berlin ve başka tarihi kentlerde olduğu gibi, yapılması gerekenler kentin doğal ve tarihi dokusunu bozan daha fazla altyapı değil, bilakis, daha fazla aracın sirkülasyonunu ve girişini engelleyecek yasakların ve kısıtlamaların getirilmesidir. İstediğiniz kadar yol, köprü vesaire yapın, görüldüğü gibi trafik sorunu çözülmüyor. Tarihi, doğal ve kültürel açıdan önemli kentlerin korunması, yayalaşmayı teşvik eden ve araç sirkülasyonunu kısıtlayan düzenlemelerle mümkündür. Toplu ulaşımı kolaylaştırmak içinse belediyeler çok cüzi ücretlerle taşıma yapmalı. Yukarıda adını andığım kentler bu şekilde korunuyor. Şehir merkezi mümkün olduğunca yayalara ve toplu ulaşım araçlarına ayrılmıştır. Muntazam bisiklet yolları, meydanlar ve parklar dışında bir kenti yaşanılır kılan bana göre en önemli unsur kaldırımlardır. Bir kentte kaldırımlar düzgün ve geniş ise orası yaşanılır bir kenttir. Dünyanın tarihi, doğal ve kültürel dokusuyla en muntazam kentlerine bakın, birinci derecede önem verdikleri şeyin yayaların rahatlığı olduğunu göreceksiniz. İstanbul’un bu kapsamda değerlendirilmesi gerekir. Bu kent örneğin Los Angeles veya Dubai gibi derin tarihi kökleri olmayan ve geniş bir düzlükte konumlanmış değil ki her yere sayısız duble yollar, köprüler, tüneller yapasınız. İstanbul’a maalesef çok hoyrat davranılıyor. İstanbul’un göbeğindeki çok yüksek katlı yapılar bunun en dramatik örneklerinden biri. Oysa örneğin Paris’te bu tür modern yapılar, şehrin dışında, La Défence bölgesindedir. Kent merkezi olduğu gibi korunmaktadır. Kentleri bu şekilde korumanın da pek tabii bir bedeli vardır; her yere özel aracınızla gidememek gibi.
Türkiye’nin kentleşmesinde (kırsaldan kentleşmeye giden yolda) gelinen noktadaki manzarayı sorsam, ne dersiniz? Rezidanslara yapılan balkonlar kurtarabilecek mi yaşamımızı, kentlerimizi?
1950’li yıllardan beri kırdan kente göç, kentlere önemli bir yük getirdi. Sanayileşmenin çoğunlukla büyük kentlerle sınırlı olması doğal olarak göçü bu kentlerde yoğunlaştırdı. Bu durumun ekonomik sonuçları zaten bilinen ve çok tartışılmış konular. Ben daha çok kültürel ve sosyal yönüyle ilgileniyorum. Kente göçle beraber aile içi ilişkilerden sokak ve mahalle kültürüne kadar pek çok şey değişti. Pek tabii bu da konut mimarisini de değiştirdi. Kırsaldan göç edip yerleşenler kendi taşra kültürünü de beraberinde getirdi. Bunun en önemli iki nedeni vardı: Büyük kentin karmaşasına ve yabancılığına karşı bir tür savunma güdüsü geliştirmek ve büyük kente yerleşmenin geçiciliği inancı. Burada para biriktirip daha iyi koşullarda yaşamak üzere memleketlerine geri dönme ümidini taşıyan bu kesimin büyük kısmı kısa ve orta vadede geri dönmediler ve kendi yerel kültürlerini evlerinde ve sokaklarında yaşatarak büyük kentin kültürüne karşı bir direnç gösterdiler. Buraya yerleşen ebeveynlerin çocukları ise entegre olmaya daha çok istekliydiler. Aynı durum gurbetçi aileleri için de geçerliydi. Bugün büyük oranda taşra ile kent arasındaki bağların ekonomik ve kültürel kaygı ve hassasiyetler nedeniyle sıkı olduğu söylenebilir. Türkiye için bu son derece doğal ve anlaşılabilir bir durumdur. Kentlileşmedeki intibak sorunları kent toplumunun dokusunu çeşitlendirmiş olsa da, mimariden planlamaya, kamusal düzenden komşular arasındaki ilişkilere kadar ortak paydalarda buluşmayı güçleştirmiştir. Sözgelimi New York’taki bir İtalyan veya Çin mahallesinde gelenekler yoğun olarak o sınırlar içinde yaşatılıyorken o kültürün bireyleri kentin ve toplumun genel düzenine uyarlar ve entegredirler. Kentin yasaları herkes için katı bir şekilde geçerlidir. Paris’te biraz daha farklıdır. Clichy-sous-Bois banliyösünde yaşayan göçmenler kültürlerinin davranış kalıplarını kentin her yerinde gösterme eğilimindedirler. Yıllar önce eski cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Kurban Bayramı’nda kurbanlıkların rastgele yerlerde kesilmesinden duyduğu rahatsızlığı hatırlıyorum. Bunun için özel mekânlar düzenlendiğini söylemişti. Kentte yaşayanların çeşitliliği her bakımdan bir zenginlik getirir, ancak düzenin korunması ve yaşanılabilirlik açısından genel bir saygıyı öngören “kent yasası”na uyulması önemlidir. Bizim büyük kentlerimizdeki keşmekeşlik, taşradan gelenlerdeki “yerleşiklik” sorunuyla ilişkili biraz. Henüz zihinsel olarak kentli olamayışımız… Kurallara uymamak gibi bir derdimiz var. Kentlerimizi her açıdan hor kullanıyoruz. Bunu kullandığımız dile, gündelik etkinliklerimize, trafikteki, kaldırımdaki veyahut parklardaki hâlimize bakarak anlayabiliriz. Kent kültürü her şeyden önce saygı demek.
“Rezidanslara yapılan balkonlar kurtarabilecek mi yaşamımızı, kentlerimizi?” diyorsunuz… Balkonların biçim ve işlevi büyük kentlerin modern konutlarında artık değiştiği için yaşamımızı nostaljiye dönük renklendirmemiz için taşraya veya sayfiye yerlerine gitmemiz gerek.
Kitapta en dikkatimi çeken konuya değinmeden geçmek istemedim ve sizin cümlenizi alıntılayarak ilerlemek istiyorum: “Kent yaşamıyla ev yaşamının ritminin birbirine doğrudan bağımlı ve iç içe olması nesnel ilişkiler sisteminin sanayileşmeyle beraber toplumsal yaşamı ve ev yaşantısını laikleştirici bir etkisi olmuştur.” Kentleşme pratikleri söz konusu olduğunda inançları düşünmek kimsenin aklına gelmez ama tüm inanç sistemlerini düşündüğümüzde tüm toplumlarda, dolayısıyla tüm dünya kentlerinde (devasa kiliseler, yapımı yüz yıl süren La Sagrada Familia mesela, Ayasofya, Kâbe dolayısıyla Mekke’nin etrafının baştan aşağı yeniden inşa edilmesi) kent yapılanması, kentsel dönüşümler inançlara binaen oluşagelmekte öyle değil mi? Kentsel oluşumları inançlardan, inançları da kentsel yapılanmalardan ayırmamız mümkün gözükmüyor ve bu gerçek yaşantımız dahilinde fakat bilgimiz dahilinde değil. Ne dersiniz?
Yaklaşık üç yüz yıl öncesine kadarHıristyan kentlerinde olduğu gibi İslam kentlerinde de şehir, dini yapılar etrafında halka halka genişlemiştir. Ticarethaneler, okullar ve diğer kamusal yapılar, konutlarla beraber bu simge yapıların etrafında, kimi meydan düzenlemeleriyle birlikte gelişip serpildi. İslam kentlerinde dini yapılar ibadet dışında sosyalleşmenin de mekânıydılar. Hatta cami komplekslerinde küçük ticarethaneler, medreseler ve hamamlar da bulunmaktaydı. Günümüzün modern kentlerde ise durum çok daha farklıdır. Dini yapılar ancak ibadet için kullanıldığından birer kentsel çekim merkezi değildirler. Bu, tarihi geçmişi olan, bugüne kadar büyük oranda korunabilmiş Mardin, Antakya ve Amasya gibi kentlerde görülebilir. Avrupa’nın bazı kentlerinde dini mekânlarla kent merkezinin oluşumu ilişkisi bugün bile daha net görülebiliyor. İtalya’da Siena ve Roma, Fransa’da Avignon ve Reims, İspanya’da Sevilla bunlardan bazıları. La Sagrada Familia’nın bulunduğu Barcelona ile Kâbe’nin olduğu Mekke birbirinden tamamen farklıdır kent dokusunun korunması anlamında. Bir Roma kenti olan Barcelona’daki La Sagrada Familia etrafındaki antik Roma’dan kalma ızgara sistemi bugün olduğu gibi korunmuştur. Ancak Kâbe etrafındaki Mekke tanınmaz hâle değişmiştir ve betona gömülmüştür. Kâbe etrafındaki ucubelerin İslam inancıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur ve bu nedenle inançların kentleri bugünün anlayışıyla şekillendirmesi gibi bir şey söz konusu değildir. Dünyada dini yapıların ve çevrelerinin bir çekim merkezi oluşu, geçmişe ait bir söylemdir ve bugün yalnızca tarihi ve turistik özelliklerinden kaynaklıdır veya hac amacıyladır. Türkiye’de ise büyük kentlerimizde geçmişe ait bu tür düzenleme ve planlamaların pek çoğunun bugün var olmadığını görüyoruz. Olması da pek mümkün görünmüyor. Geçmişte kalanları onların geçmişleriyle başbaşa bırakmak, bugün ile ilgisini kurmak için daha fazla tahrip edilmemesi gerekir diye düşünüyorum. Zaten kentsel dönüşümün genellikle tarihi mekânlardan uzak yapıldığını görüyoruz. Kentsel dönüşüm ile restorasyon farklı uzmanlık alanlarının konularıdır. Diğer yandan kentlerimizde mimarî disiplinler açısından ilkesiz o kadar çok “cami-kondu” inşa ediliyor ki bu denetimsizlik, cami estetiğinin geçmişin mimarî kültüründen ve deneyimlerinden bağımsız, grotesk bir mimarî anlayışın yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor. Pek çoğu taklit olan mahalle içlerindeki bu “cami-kondu”lar, bazı yerel yönetimlerin hoşgörüsüyle aynı zamanda kentsel planlamadan muaf tutuluyorlar.
“Bir Ahde Vefa: Beyaz Evden Kolektif Hafıza’ya”. Yorgun kentin sırtını edebiyata, şiire yaslaması olarak okudum bu bölümü ve bu bölümü “Vakit, Zaman ve Kentsel Mekana Dair” bölümü gibi kitabın üç bölümünden ayırıyorsunuz. 5’inci soruda bağlantı kurulamadan ilerlenmiş yorumuma karşılık olarak, “Hayır ahde vefa vardır dercesine” bir bölüm yazmışsınız. İyi ki… Nasıl oluştu bu bölüm? Neye ya da nelere istinaden kitapta böyle bir bölüm olsun istediniz?
Kitap boyunca Türk evlerinin gelenekten modernliğe uzanan yolculuğunu anlatmaya çalıştım. Geleneksel Türk evlerini incelerken aklımdaki, tıpkı bazı popülist politikacıların söylediği gibi, bu evler yeniden nasıl yaşatılabilir gibi bir düşünce değildi. Çünkü geleneksel Türk evinin artık geçmişte kaldığını ve bugün onları yeniden diriltmenin mümkün olmadığını biliyordum.Yapmaya çalıştığım geçmişin bu evlerininantropolojik, sosyolojik ve mimariyönlerine eğilenmütevazı bir kitap yazmaktı. Diğer bölümlerden bağımsız olarak “Bir Ahde Vefa: Beyaz Evden Kolektif Hafızaya” bölümünü bugün hâlâ yaşıyor olan ve bizim hafızamızdaki Türk evi imgesinin önemli bir unsuru olan ve geçmişimizin izlerini taşıyan gündelik hayatımıza dikkat çekmek amacıyla yazdım. Yani özellikle mimarî olarak artık var olmayan bir Türk evine vefa göstermek ve bugün yaşayan gündelik hayata dair bazı pratiklerimizin gelecek kuşaklara aktarılması gerektiğini vurgulamaktı amacım.
Halihazırda pandemi dönemi ile dolayısıyla yaşadığımız mekânlar ile öncelikle evlerimizle, dükkanlarımızla, ortak yaşam alanlarımız olan parklarımızla, bahçelerimizle, meydanlarımızla, alışveriş yaptığımız marketlerimiz, toplu taşımalara varana kadar hemen hemen her şeyle imtihanımızı devam ediyor. Zamansal, mekânsal, yaşamsal olan bu imtihanı iyi verebiliyor muyuz? Kentleşmeler daha iyi, daha yaşamsal, daha doğa ile iç içe olabilseydi (bozmadan yapılabilseydi) evlerimizle, mekânlarımızla olan imtihanımızı daha iyi verebilir miydik? Bu süreci neden yaşadıktan ziyade, nasıl yaşamalıydık diye sormak istiyorum.
Pandemi dönemi bizim ev ile, doğa ve kent ile, mahalle ve sokak ile olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini gösterdi. Zamanı ve mekânı bireysel olarak değerlendirme eğilimlerimizde olduğu kadar toplumsal etkinliklerimizde de ciddi sorunlarımız var. Günümüz kent yaşamında ev ile kent arasındaki ayırım giderek belirsizleşiyor. Yaşadığımız kenti eve taşıyoruz, evi de kentin herhangi bir kamusal mekânı gibi görüyoruz. Sinemalardaki dev ekranları evimize taşıyoruz mesela. Biçimsel ve nesnel olarak basit görünen bu davranış bile bizim ev gündeliğimizi, davranışlarımızı ve mekân algımızı kökten değiştiriyor. Oysa her mekânın işlevi ve sözgelimi estetiği tabiatı gereği farklılık gösterir. Ev ile olan bağlarımız ne kadar güçlü ise onu kent yaşamından, kent mekânından mümkün olduğunca farklılaştırırız, onu özel kılarız, onu özelleştiririz. Burayı bir kaçış, bir sığınma mekânı hâline getiririz. Sokak da bu anlamda eskiden kentin karmaşasına karşı bir sığınma mekânıydı. Bizim sokak ile olan bağlarımız, ev ile olan bağlarımız kadar sıkıydı. Bugün bu bağlardan bahsetmek oldukça güç. Pandemi dönemi de buna tuz biber oldu zaten. Evden çıkıp kentsel mekânı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusunda yaşadığımız sorunlar, pandemi kısıtlamalarıyla daha da derinleşti. Ancak burada dikkat çekici olan şey, pandemi dönemi öncesinde eksikliğini hissetmediğimiz pek çok kentsel olgunun bugün önemini daha iyi anlamaya başlıyor olmamızdır. Sözgelimi mahalle aralarındaki parklar, kent merkezlerinde geniş meydanlar, yürünebilecek geniş ve ferah kaldırımlar, kentsel bahçe ve doğa düzenlemeleri, böyle olağanüstü zamanlarda hayati önem taşıyor. Bu tür düzenlemeler insanlar arasında bugün olduğu gibi olması gereken fiziksel mesafeyi de sağlıyor, aynı zamanda daha medeni bir sosyalleşmeyi de. Örneğin Paris ve Berlin gibi büyük Avrupa kentlerinde bu imkânları rahatlıkla görebilirsiniz. Bu tür düzenlemelerin kentlerimizde yapılması ancak güçlü bir toplumsal baskı ve talebin var olmasıyla mümkün. Başka türlü çok zor görünüyor. Evin ve kentin imkân ve nitelikleri, neyi talep ettiğimiz, neleri yaşamak istediğimiz, tercihlerimiz, zevklerimiz ve hayatı ve doğayı anlamlandırma eğilimlerimizle şekilleniyor. Ev ve kent, bu anlamda, bir hapishane de olabilir, ferah, huzur verici bir mekân da. Zaman ve mekân bilinci olmadan ev ve kenti en iyi şekilde değerlendirmek, burada hayatın keyifli ve verimli geçirilmesini sağlamak kolay görünmüyor.
Kullanılan görseller: Sallie Harrison, Filip Dujardin