Haydar Ergülen yazdı… Eylül bir zorunluluktur. Kasım zorunluluk değildir, Şubat değildir, Mayıs değildir, Ağustos hiç değildir. Onların da düşkünleri, küskünleri vardır, bulunabilir, ama hiçbirinin yaşamımızdaki yeri Eylül gibi kesin, sağlam, kunt, kavi ve bu sıfatlarla anılacak türden değildir. Aldırış etmeyebilirsiniz, umursamayabilirsiniz, kimse de oralı olmaz, aylarınsa haberi bile olmayacaktır bundan emin olun.
Eylül bir zorunluluksa, onu yazmanın bir zorunluluk olduğunu söylemeye de hiç gerek yoktur. Buradaki soru, insanın bu zorunluluğu ne zaman, nasıl ve hangi vesilelerle hissettiğidir?
Eylülü benden soruyorsanız söyleyeyim, ben kendisiyle bir iç şehirde tanıştım, günlerden pazartesiydi...İç şehirler öyledir, bazı günler vardır, bazıları yoktur, oraya hiç uğramamıştır. Eylül taşrada pazartesidir, salıdır, biraz da pazar günüdür. Pazar aslında Ağustos’undur. Ağustos bana baştanbaşa pazar gibi gelir, uzuuun, otuz gün süren bir pazar. Ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize!
Eylül bir söylentiye göre ‘kara güneş’in ayıdır. Kara güneş, Fransız şair Nerval’in kullandığı bir mecaz. Şarkının “Bazen neş’e bazen keder” dediği gibi bir şey. Melankoli, depresif olma hali, ki ben onu Türkçeleştirip ‘depreşik’ diyorum. Siz ne diyorsunuz? İçinde hem ayrılığı hem kavuşmayı barındırıyor, biraz da ‘bir dargın bir barışık’ olmayı, ama önce kendisiyle, sonra başkalarıyla, daha çok da varoluşla, yaşamla.
Eylül bu nedenle sanıldığı kadar dünyevi olmayabilir, yarısı yazın yarısı güzün ya da yarısı güzün yarısı hüzün dedikleri de Eylüle sayılır sayılmasına da, Eylül asıl insan için bir durak olur. Belki de insanın yaşamına, o serüvenin neresinde olursak olalım, durup bir bakması için bir mola zamanı, konaklama yeridir Eylül. Bu yazıyı Eylül bitmeden yazıyorum, ola ki Eylül’ü bir de böyle yaşamak isteyenler için durup bakma olanağı doğar. Belki de insanın ‘içindeki yeni yıl’ın da başlangıcı Eylül’dür. Yoksa Eylül gelince içimize, fikrimize, elimize, dilimize bir keder düşmesi de, bir yılı daha geride bıraktığımızdan
olmasın! Neden olmasın! Hiç Eylül geçsin, bir an önce bitsin dediğiniz oluyor mu, oysa Temmuz için, Ağustos için, Mart için, Kasım için bunu ne çok dileriz, düşünürüz. Ben Eylül için hiç böyle düşünmedim, aksine onda bir ‘depreşiklik’le birlikte yepyeni bir coşku, canlanma, dirim de hissettim, galiba giderek de daha çok hissediyorum bunu.
Eylül eskilerin deyimiyle bir ‘hülasa’ ayı. Yani, döküm, değerlendirme ayı. Yahya Kemal“Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları /.../Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa.../ Yazlar yavaşça bitmese günler kısalmasa / ...” dizeleriyle başlayan “Eylül Sonu” şiirinde, bence ilginç bir şey yapıyor, Eylül’ü bir ‘semt’ olarak anıyor. Üstadın ‘semt’ duygusu elbette çok sevdiği eski İstanbul’un her biri kendine özgü olan semtlerinden besleniyordu. Öyle ki bir şiirinde de “Vatan semtinin ormanları kuytu” diyecektir. Bu yazıyı yazarken farkına vardım, ‘Eylül’ başlıklı şiirimdeki “Eylülün semtine kadar böyle gidilir” dizesini de Yahya Kemal’in bu şiirinin etkisiyle yazmışım.
Eylül bir semttir, Nisan bir semttir, Haziran bir semttir, kimi şehirde, kimi taşrada, kimi kıyıda bizi beklemektedir. Nisan’ın erkenci sevincine, Haziran’ın iflah olmaz iyimserliğine ve Eylül’ün o hüzünlü bilgeliğine de elbette semt duygusu yakışır.
Peki Eylül nasıl yazılır?
Bir, Eylül, başta Haziran olmak üzere özellikle semt duygusu yaşayan aylara bakarak yazılır.
İki, Eylül taşrada başka, büyük kentte başka yaşanır ve yazılır.
Üç, Eylül asla bir mevsim olarak yazılmaz, yazılmamalıdır.
Dört, Eylül yalnızca sararan yapraklara, düşen gazellere bakarak, “körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler” şarkısını dinleyerek yazılmaz, bazen hayata, bazen kendine bakarak yazılır.
Beş, Eylül için ne yazılsa defteri dolmaz, o biraz da yalnızlığın defteri gibidir, o yüzden tekrar olmaz.
Altı, Eylül her defasında yeniden yazılır, kendini unutturmaz.
Yedi, Eylül böyle benim yazdığım gibi yazılmaz.