Semih Erelvanlı’nın dünyanın tüm çehresini değiştiren Üçüncü Savaş’tan on yıl sonrasına, 2069’a götürdüğü distopyası Külleri, üzerine bir inceleme.
“Devletin vicdanı yoktur, aklı vardır. Ve o akıl, vicdanlara azap vermeye başlamışsa…”
Semih Erelvanlı, Külleri romanında, Jilmaya isimli bir ülkede, polislerin apaçık isyana varan seri intihar girişimlerini bu şekilde tanımlıyor. Bir başkomiserin intihar girişiminin olumsuz sonuçlanmasıyla başlıyor Külleri; komiserin ölümünün bir cinayete dönüşmesiyle gelişen olaylar ve aynı şekilde son anda cinayete dönüşen seri intihar girişimleri, okurun heyecanını hemen ilk satırlarda yukarılara taşıyor. Bu haliyle biraz polisiye izlenimi uyandırsa da Külleri aslında bir distopya. Jilmaya’da Üçüncü Savaş olarak isimlendirilen bir savaştan sonra, her zamankinden daha zalim olan bir yönetimle karşı karşıya kalan polislerin yapılan haksızlıklara katlanamaması üzerine başlayan tepkisini anlatıyor.
Yazar, Jilmaya’da yaşananları kapalı perdeleri açar gibi net ve seri bir şekilde anlattıkça, durumun çok daha çetrefilli olduğu ortaya çıkıyor. Jilmaya isimli hayali ülkede geçen bu kurgu, dünyada kaynakların artık insan nüfusuna yetmediği gerçeğini çarpıcı bir şekilde hatırlatıyor. Artan insan nüfusunun, göçmenlerin, mültecilerin, yoksulların, kısacası toplumda zayıf halka olarak görülebilecek herkesin bu dünyaya fazla geldiği inancıyla sadece zenginlerin ve güçlülerin desteklendiği ürkütücü; fakat belki de tanıdık gelebilecek bir atmosfer kuruyor. Sert doğum kontrol yöntemleri, hastalık taşıyan mültecilerin bir nevi kitle imha silahı olarak görülmesi, mahkûmların çok kısa bir süre sonra yargı kararına gerek bile duyulmadan öldürülmesi gibi uygulamalar bunlar. Fakat yönetimin zalimliği bu kadarla sınırlı değil. Sayfalar ilerledikçe, Külleri polisiye imajından iyice sıyrılıyor ve sadece ultra zenginlerin gömülebildiği ve yine sadece bu zenginlerin emrinde robotların çalıştığı, uçan arabaların olduğu, sınıfsal ayrımın çok daha ileri boyutlara taşındığı bir distopyaya dönüşüyor. Acımasız ve karanlık bir dünya kurguluyor yazar ve her bölümde okuru anlatısına daha çok bağlamayı başarıyor.
Kısa bölümler halinde ilerleyen romanda her bölüm de kendi içinde kısımlara ayrılıyor. Yazar, özellikle kısa ve net cümlelerle bu farklı dünyayı bize aktarıyor; fakat okurken düşünmeden edemiyoruz: Bu dünya gerçekten o kadar farklı mı? Ufacık çocukların uğradığı tecavüzlerin ardından açılan davaların suçluların lehine sonuçlanması, o suçluların yine devletin önemli kurumlarında görevli çalışanlar, polisler olması ve tüm bunların ardından yaptıkları kutlama kanımızı donduracak kadar gerçek. İşte o satırları okurken yazar gerçeklik algımızı gerçekleri yüzümüze vurarak bozuyor. Üstelik kim dünyanın daha kötü bir hale doğru gitmediğini söyleyebilir? Özellikle devlet yöneticilerinin şu an dünyanın konuştuğu mülteci sorunu karşısındaki genel tavrına baktıkça bu düşüncemiz pekişiyor, üstüne bir de Jilmaya’nın kadın İçişleri Bakanı Ülgen Serbay’ın söylediği şu sözler insanın kanını dondurmaya yetiyor:
“Sen mülteci nedir biliyor musun Atlas? Halkın iki derece aşağısıdır. Değilse de, halkın yedeği. Peki, bir mülteci ne işe yarar? Onu da söyleyeyim. Hiçbir işe. Eğer süs eşyası olsaydı, tutar vitrine koyardın. Kedi olsaydı, yavru kedi ama, alır koynuna, okşardın. Fesleğen olsa, kokusunun hatırına su verirdin. Fakat o ne yapmış, mülteci olmuş. Bir de üstüne tavşan gibi doğuruyor. Yüzbinlerce, milyonlarca. Sonra da akın akın ülkemize çullanıp toprağımızı istilaya kalkışıyor.”
Semih Erelvanlı’nın çizdiği bu karanlık kurgu içinde iyi karakterler de yok değil. Âşık olduğu kadının başbakanlık koltuğu için bir canavara dönüşmesine, tüm bunları vicdandan arınmışçasına uygulamaya koymasına tahammül edemeyen Atlas Koralan; yeteneğiyle göz dolduran Safir ve bu haksızlıklara tepkilerini tüm bu koşullar altında onurlu bir şekilde göstermeye çalışan diğer polisler… Fakat yine de işlemeye devam eden çarklar, yapılan iktidar planları ve Jilmaya halkının tepkisizliği insanı karamsarlığa sürüklüyor.
Semih Erelvanlı’nın okuduğum bu ilk kitabı, aynı zamanda yazarın da ilk romanı; heyecanı, gerilimi yüksek, Jilmaya’nın karanlık havasının ışığında, okuması keyifli bir çalışma. Yazar, kitap boyunca tempoyu hiç düşürmeden bu farklı dünyanın distopik öğelerini parça parça, ürkütücü detaylarıyla önümüze sunuyor. Külleri, sert bir roman, kanımca bir distopyada olması gereken tüm unsurları taşıyor; insanın içinde kalan son ümit parçasıyla da oynuyor kedinin fareyle oynadığı gibi. Roman bittiğinde, yazar için başka bir alternatif olmadığı artık apaçık ama okurlar için boğazda bir yumru bırakmadan durumu hemen kabullenmemize izin vermiyor diyebiliriz. Edebiyatın gücü belki de boğazımızda kalan bu düğümler değil mi?
Görseller: Ignė Grikevičiūtė