Arkadaşlık, otizm, çevre sorunları, yalnız ebeveynlik, hayallerinin peşinden gitmek, “Mays Canavarı’nı tuş etmek için yaşamak”... Müge İplikçi ile sadece çocuklara değil, büyüklere de içlerindeki bentleri aşmanın yollarını fısıldayan son romanı Günaydın Bendi’yi konuştuk.
Günaydın Bendi romanınızın fikri nereden doğdu?
Geçen yazın sonlarında bir gün Heybeliada’da otururken gökyüzünü seyrediyordum. Leylekler göç ediyordu. “Bir çocuk kitabı yazayım” diye tuhaf bir ses duydum içimde. İstedim ki, leylekler göç ederken hissettiğim duyguyu gençler de tatsın. Onlara da anlatayım. Çünkü 10 yaşında leyleklerin gidişini görmekle, 40-50 yaşında leyleklerin gidişini görmek arasında fark var. Oradan çıktı aslında. Kitabın hüzünlü bir yanı yok ama iki hatta üç kuşağı anlatan bir roman olsun. Çamların altında, denizi gören bir yerdeydim. Dedim ki, bu hikâyenin içinde su olsun, çamlar ve bir kozalak olsun, arkadaşlık olsun ve sıcak bir gün olsun. Sonrası Müge’nin her zamanki uçuşları. Ama ilk fişeklendiği yer, ağustos sonlarındaki o çok sıcak günde bir ağacın altında oturup leylekleri uçarken gördüğüm Heybeliada’ydı.
Roman üç kuşağı birden anlatıyor. Biz bu üç kuşağın da kendine has düşünce dünyalarına giriyoruz. Bu karakterleri, üç kuşağı da simgeleyen kişileri nasıl oluşturdunuz?
Hepsi hayatıma bir yerden giriyor ve çıkıyor. Ama şu, şu kişidir, diyebileceğim birileri yok. 21. yüzyılda hâlâ yazı yazan biri olarak etrafımı gözlemlemeye çalışıyorum ve gördüklerim, 20 yaşında tasarladığım yaşam sürecine denk düşmüyor. Bu muydu beklediğimiz? Kesinlikle bu değildi. Ama bu, etrafımdaki insanları görmeyeceğim anlamına da gelmiyor. Kırılmalar, savrulmalar, eksiklikler var ama onları gözlemlediğim zaman çok şey buluyorum. O yüzden de galiba bu kitaba, onların içinden özellikle seçtiğim cümleleri ve karakter yapılarını taşıdım. Benim şimdilerde gözlemlediğim bir veli tiplemem var. Berrak onlardan biri mesela. Ama öyle biri var mı? Hayır yok. Ama bir yerde, birkaç cümle duymuşum. Keza Neşe öyle. Bir sürü çocuğun bileşiminden oluşuyor. Berk karakteri, kendi kuşağımdan tanıdığım birine benziyor. Ama hem de benzemiyor. Öğretmenler, anne-babalar zaten öyle.
Romanlarınızdaki temalarınıza bakınca çocuklara hep anlatması zor konuları seçtiğinizi görüyoruz. Burada da öyle. Çevre sorunları, otizm, dışlanan çocuklar, yalnız ebeveynler var. Günaydın Bendi’nin temalarını nasıl seçtiniz?
Çevremdeki otistik çocukların ailelerinde şöyle bir şey gözlüyorum. Babalar garip bir şekilde bu otistik çocukları terk ediyorlar. Bunu gözlemlediğimde çok üzüldüm tabii. Kitaba bunu taşımamın nedeni de o birazcık. Annesi, çocuğunu tek başına büyütüyor. Ama çocuklar sonuçta, güçlü annelerle birlikte devam edebiliyor. Onu da vermek istedim. Anneler terk edilebilirler, ayrılabilirler, boşanabilirler ama sonuç olarak yaşam devam ediyor, o adımlar atılıyordur, şeklinde bir mesaj var burada. İlle de tek biçimli bir hayat olmak zorunda değil. Kitabın üstüne basa basa söylemek istediği şey bu aslında: Farklılık güzeldir. İnsanlara bu kitapla vermek istediğim yegane mesaj bu. Farklılıklardan korkmayalım, sakınmayalım, kendimizde dahil olmak üzere kimseyi dışarıda bırakmayalım.
Farklı olma meselesi gerçekten de romanınızın odak noktası. Hatta şöyle bir cümleniz var: “Bazen en büyük dezavantaj, en büyük avantaj demektir.” Peki farklı olmak çocuklar için ne anlama geliyor sizce?
Çocuklar farklı olmayı, farklı olanı sevmiyor doğru. Ama bir yere kadar da seviyorlar aslında. Sevmedikleri yer, toplumsallık bilinciyle buluştukları yer. Ait hissettikleri ya da hissettirildikleri yer. Orada bir sıkıntı var zaten. Ve orada sıkıntı baş gösterdiği andan itibaren arkadaşlıklar kopuyor. Çünkü kendisinin de dışlanma korkusu başlıyor. Birincisi, ona dikkati çekmek istedim. Bir diğer nokta da çocukların tekrar buluşmasıydı. Bir orman mekânında, tıpkı geçmişte olduğu gibi yani kozalakların, çamların olduğu yerde tekrar buluşulması çok önemliydi. Mekânın insanla kurduğu ilişkiye de parmak basmak istedim çünkü.
Bunun simgesel bir tarafı da olduğunu düşünmüştüm. Doğa da çok farklı unsurlardan oluşuyor ve o farklılıklar içerisinde güzel. Bu unsurlar tek tek güzel olmasa da, bir arada güzel olma durumunu ortaya koymuşsunuz gibi geldi. Buradan kimlik sorununa da gelmek istiyorum. Kimlik sorunu, üzerinde en fazla çalıştığınız alanlardan biri. Mays Canavarı’nı değil de Mayıs’ı seçmeyi de ben biraz böyle okudum kitapta.
Mayıs tabii ki devrimi simgeliyor. O çok net. Berk, mayıs ayında doğmuştu kitapta. Onu ilk etapta o kuşakta gerçek devrimci olarak görebileceğimiz fikrinden yola çıkarak tasarlamıştım. Ama Berk kendine yenildi, gelecek kuşaklara bıraktı. “Biri onu bir gün çizecek” derken bunu hissettiriyor. Buna mukabil Tolga, şimdiki zamanda kitabın içinde onu çiziyor. Yani Berk’in öngörüsü kitabın içinde işliyor alttan alta. Asıl Mays Canavarı’nı yenen de Tolga Yağmur oluyor. Hem onu çizerek, hem bu hikâyeyi bize yeniden hatırlatarak hem de arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazanarak. En büyük zafer Tolga Yağmur’un. Arka planda gibi gözükse de Berk’in yapamadığı şeyi yapan çocuk. Farklı biri olduğu için dışlanmışken, o da yeteneği sayesinde, tıpkı Hulusi gibi yetenekleriyle ön plana çıkıyor.
Böyle bir ayrım yapmak pek doğru gelmez bana ama çocuk romanlarınızın yanı sıra hem gençlere hem büyüklere yönelik kitaplarınız var. Öyküleriniz mi okurlarını buluyor, yoksa sesleneceğiniz kişilere uygun öyküler mi tasarlıyorsunuz?
İkincisini hiç beceremedim ben. Hiç de beceremeyeceğim galiba. Çünkü benim edebiyatla kurduğum bağ, başka bir bağ. Edebiyat hâlâ benim için çok kutsal bir alan ve o kutsallık içinde yazarın kendi yaratıcılığının çok önemli bir noktada durduğuna inanıyorum. Hiç şunu düşünmem: Acaba şunu yazarsam okurun hoşuna gider mi? Çok çok sonra, metin ortaya çıktıktan sonra orada bir otosansür mekanizması devreye giriyordur ama yazarken, “Bunu söylersem acaba severler mi?” diye düşündüğümde edebiyatla kurduğum bağın zedelendiğine inanırım hep. O yolu okurla beraber koşmak güzel.