Günther Anders’in 1941-1966 yılları arasında yazdığı, II. Dünya Savaşı ekseninde Avrupa ve ABD’deki hayatına dair izlenimlerindenharabeler ve Hollywood kostümlerinden müze kültürüne, Holocaust'tan atom bombasına ve savaş sonrası Almanya'nın ruhsal portresine kadar birçok konuya değindiği günlüklerinden oluşan Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam! üzerine bir inceleme.
Felsefi antropoloji alanındaki çalışmalarıyla 20. yüzyıl literatüründe yer edinen Günther Anders’in Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam! üst başlığını taşıyan 1941-1966 yılları arasında yazdığı günlükler Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk’ün çevirisiyle İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Yirmi beş senelik müktesebatı, hayata ve insana dair ince gözlemleri daha da ince ayrıntılarla birlikte kapsayan, şahsi günlük metinlerinden ziyade felsefi metinlere yaklaşan yaklaşık beş yüz sayfalık günlükler hakkında kalem oynatmak güç olsa da Anders’in felsefi antropolojiye denk düşecek bir şekilde felaket zamanında insanı anlama çabası olarak görülebilir.
Günther Anders, 1902 yılında Polonya’da, Breslau’da doğdu. 1923 yılında Edmund Husserl’ın danışmanlığında tezini savunarak doktorasını tamamladı. Yine 1920’lerde Heidegger’le çalışma imkânına sahip oldu. 1939 yılında önce Fransa’ya gitti. Ardından, Amerika Birleşik Devletleri’ne kendi ifadesiyle “sürgün” gitti. Nitekim günlükler bu sürgün zamanında, 1941 yılında düşünür Los Angeles’ta Hollywood Custom Palace’ın temizlik biriminde çalışırken aldığı notlarla başlıyor. Bu birimin görevi filmlerde kullanılacak dekorları, kostümleri “muhafaza etmek” ve “temizlemek”. Başka bir deyişle yeni olanı eskitmek zorundalar. Anders’in ifadesiyle bu işin yapıldığı yer “objelerin makyaj odası”. Buradan hareketle kültür endüstrisinin hazır üründen belli oranda yeni bir ürün elde eden bir kurum olduğunu söylemekte düşünür. Yani, burası kültür ve geçmiş ilişkinin şekillendiği bir yer. Buradaki izlenimleri sayesinde Amerikalıların geçmişe bakışını irdeleyen Anders, onlar için “Önceki günle ilgilenmek ihtilal hevesinin kanıtı sayılıyor. Bu ülkenin anti-entelektüalizminin özgünlüğü, bu paradoksu anlamayan birinin kafasına asla dank etmeyecektir.” (s.28) diye yazmış zira bir müze için satın alınmış eski bir yapıt onların nezdinde ‘yeni satın alınmış bir geçmiş’ sayılmakta. Öte yandan savaşın yıkımını “yüz binler dur durak bilmeden birbirini doğruyor.” cümlesini tekrar ederek okyanusun öte tarafındaki felakete işaret etmekte.
Sonraki bölümde New York’ta 1946 yılında kaldığı hastanedeki deneyimlerinden hareketle zaman, mühlet, ilerleme, Hıristiyanlık ve apokaliptik korku kavramlarını masaya yatırıyor. Hastanede yattığı zaman McK isimli hastanın bir nevi vaiz/mesih edasıyla konuşurken “Atalarımız doğmamış, ölümlerini bile görmemiş olacaklar.” cümlesi onu bu mütalaaya yönlendirmiş.
“Ne var ki bu eski vaizler de turnayı gözünden vuramıyor. Tersine, tam da bu yüzden tehlikeliler. Şöyle ki bugün vadesi gelmiş bir meseleden söz ediyor görünüyorlar, ama bugün yeri gelmiş bir mantaliteyi yarattıkları yok. Çünkü intiharcı bir teslimiyeti salık veriyorlar. İşte bu yüzden şu sıra gerekli şeyi, felaketle mücadeleyi baltalıyorlar.” (s.55)
Anders için savaş ve toplu kıyım karşısında insanların tutumu önemli zira felaketin idrak edilemez boyuta ulaştığını düşünmekte. Hıristiyanlık inancının zaman algısının aslında kıyamet gününe uzanan bir mühlet olmasından hareketle bugünün, zamanın had safhası olarak görülmesine anlam veremiyor. Öte yandan cehaleti de asıl dünyayı bugün olarak görmek, değiştirilebilirlik olgusunu ıskalamak olarak ele alıyor. Yani, “böyle güvenilir bir dünyanın yokluğunda” normal yaşamaya çalışmayı “insanın kendi yıkımını getiren bir provokasyon” olarak tanımlamakta.
“Herkes ahiretle birlikte pazartesi günü gelecek gaz tahsildarını bekliyor sanki.” (s.59)
Ardından varoluşun sonsuz olmadığını ifade edip doğuştan ölümlü olan insanın yapısına fiilen aykırı düşen, sonsuz varoluşu talep etme çabasını, insanın doğal yapısına doğuştan razı olmaması şeklinde yorumluyor. Bu nokta önemli zira “İnsanın doğal yapısı nedir?” yahut “İnsan doğal bir dünyaya sahip midir?” sorunsalları Anders’in kafasını çokça meşgul etmiş. Öncelikle insanın felaketi nasıl algıladığına değinen düşünür, insanın bir kişinin katili olduğu vakit uykularının kaçacağını belirtip, bu sayı yüzleri, binleri bulduğu vakit bunun, insanın bilinç düzeyini aşarak bilinç üstü boyuta ulaştığını söylemekte. Bu noktada, ağrı örneğine başvurmakta: Ağrı belli bir safhaya kadar insan tarafından duyumlanabilirken insanı bayıltacak kadar kuvvetli ağrı onun bilincini aşar, insan ağrıya sahipken ağrı insana sahip olur: “Oysa aşırı ölçüdeki ağrının ayırt edici özelliği bize <el koyması>dır.” (s.69) Nitekim Anders, ölüler sayılamayacak kadar olmuşken, kitle imha araçları halihazırdaki dünya nüfusundan fazlasını öldürecek durumdayken “saymayı denemeyi bırakmadan” ahlaka dayalı bir düş gücü önerir bu aşkınlıkta. Hayatının sonuna kadar nükleer silah karşıtı olmuştur zaten. Üstelik savaş suçlarını araştıran Russell Mahkemesi’nde de yer almıştır.
Üstteki sorunsallara dönersek, bunlar ilerdeki örneklerde daha somut biçimde anlaşılmakta. 1950 yılında Avrupa’ya döndüğü zamanki notlarını kapsayan günlüğün en uzun ikinci bölümü olan “Kavuşmak ve Unutmak”ta yazar Nazi felaketinden sonra insanların tutumlarını gözlemler. Bu insanların birçoğu zamanın Nazi yanlılarıdır, oysa şimdi bambaşka görünmektedirler. Bu insanlar değişmiş midir? Yoksa, Hitler yakın zamanda Napolyon gibi dirilecek tarihi bir figür mü olacaktır? Zor sorular sorar Anders. İlkin insanların değişip değişmediğini sorgular, ardından bu insanların Hitler’i neden desteklediklerine kafa yorar.
“Vahşeti geçiren az sayıdaki düzgün insandan biri” olarak nitelediği K. ile tartışmaları bu bölümün kilit noktası. K., insanların içindeki vahşetin açığa çıkması için elverişli koşullara sahip olmalarının yeterli olduklarını savunup eski Nazileri suçlarken Anders bunu boğulmak üzere olan bir insanın yüzen birine sarılarak onu bilinçsizce öldürmesine benzetir. Burada bir parantez koymam gerekiyor çünkü “eski Nazi” ifadesi yanlış anlaşılabilir. Anders’in -en azından bu bölümde- kast ettiği insan tipi L.’nin ağzından aktardığı bir anıdaki mimar tipi denilebilir. Şöyle ki 30’lu yaşlarda bacağı aksak bir mimar L.’den Avusturya’ya göçme konusunda yardım istemeye gelir fakat adı Huber olan bu adam 1946 yılında SA subayı olduğu için hüküm giymiştir. Eski bir Nazi’dir fakat bir ailenin “icabına bakma” emri geldiğinde 17 yaşında bir gençtir. Üstelik her anlamda o dönemde yaptıklarının bedelini ödemiş görünmektedir. İşte bu insan tipini nasıl yargılamak gerekmektedir? Edimlerinde bilinçli midir bilinçsiz midir?
K. ile yürürken tezgâhta çırpınan balığa işaret eder Anders. Balığın doğal ortamı dışına çıkarıldığını, bu yüzden davranışlarının “panik” ve “oynatmışlık” hâli olduğunu söyler. Kısaca, Hitler’in insanları doğal olmayan bir duruma sürüklediğini düşünmektedir. K. ayrıldıktan sonra yanlarında bulunan K.’nin bir tanıdığı ise insanın her zaman kendine yapay bir doğa ürettiğini, “tercih ettiği sayısız yaşam tarzı” yüzünden aslında onun birinci doğasını oluşturan şeyin bir doğaya sahip olmayışı olduğunu açıklayarak Anders’in yanıldığını belirtir. Bu yenilgiyi kabul etmeyen Anders, K. vasıtasıyla ona bir mektup yollayarak haklı olduğunu savunur. Anders’in temel savı “insanın insanlarolduğudur.”
“İnsanlar, <insan> fikrinin tesadüfen seri üretimle imal edilmiş örnekleri değildir, aksine çoğul kavramı bu modelin özelliklerindendir. <İnsanlar> tekil <insan>ın çoğulu değildir, tersine tek tek her insan esasen <insanlar>ın tekil halidir.” (s.235)
İnsan/insanlar tanımından sonra egemen sınıf/hükmedilen sınıf çatışmasından yola çıkarak özgürlük konusuna değinir ve sadece egemen sınıfın özgür olduğunu söyler. Kısaca, iktidar işin içine girdiği vakit insanın özgür olamayacağını, özgür olmadığı takdirde de kendi doğal dünyasından mahrum kaldığını ifade eder. Başka bir deyişle hükmedilen insan nesnedir, özne olduğu vakit kendi dünyasına kavuşacaktır. Bunun dışındaki her dünya da onun sahte doğasıdır. Buradan hareketle Nazizm vahşetine katılan insanları dünyasız insanlar olarak görür: Denizde boğulmakta olan kişinin, yanında yüzen kişiyi artık “insan” olarak değil “tutunulacak bir şey” yahut “bir nesne” olarak görüp onu aşağıya çekip öldürmesi gibi o insanların da algısı kör olmuştur.
“Vahşete doğrudan katılmış olanların birçoğunun <bir dünyası> yoktu artık; o dünyasız konumlarında hiçbir şeyin farkına varamıyorlardı; insanları insan olarak algılamıyorlardı, algılayamıyorlardı; (yine sizin sözlerinizle) <yabancı bir ortamda, bildikleri şeyler de yabancı> geliyordu kendilerine; en nihayetinde de daha önce asla olmaz dedikleri eylemler mümkün hale gelmişti, çünkü o dünyasız ortamda hiçbir ayrımın önemi kalmamıştı, her şey hem imkân dahilinde hem imkânsızdı âdeta.” (s.241)
Öte yandan, “Holocaust’tan Sonra” başlıklı, 1979 tarihli bölümde -ki bu bölüm günlüklerin kronolojisini bozmakta- savaş suçlarına temas etmektedir Anders, bu kez emir alanla emir vereni kıyaslayarak. Bu bağlamda “doğrudan Eichmann’a bağlı bir SS subayı” olan Franz Novak’ın davasına katıldığını ve onun nasıl beraat ettiğini anlatır. Ancak, Anders’in asıl odağı Novak’ın tavırlarındadır.
“O kadar masum pozlarındaydı ki vahşete ilişkin saatlerce süren tartışmalar sırasında, üstelik tanıklara rağmen yerinden kımıldayıp, fısıltıyla da olsa şu ya da bu durumdan ötürü <üzüntü duyduğunu:> söylemedi. Peki açıklaması nedir bu olgunun?” (s.313)
Eichmann, Holokost’un mimarlarından olup MOSAD tarafından yakalandıktan sonra 1962 yılında idam edilen Nazi yarbayıdır. Franz Novak ise ona bağlı bir yüzbaşı olup toplama kamplarının ulaşım sorumlusudur. Anders, onun tavırlarının sebebini -bu olgu, diye bahsettiğini- tekilden tümele giderek şunlarla açıklar: Pişmanlık duymamak, cinayetleri kendi iradeleriyle değil emirle işlemek, cinayetleri dolaylı yoldan işlemek, suçların aralıksız sürmesi, cinayetleri yalnız değil başkalarıyla işlemek, yaptıkları kötülükler yasalara aykırı olmadığı için bunu suç saymamaları, faillerin cinayetlerinden on yıllardır söz etmemesi ve cürümlerin “kavranamayacak, hatırlanamayacak ve pişmanlık duyulamayacak kadar devasa” olması.
Kitabın en uzun bölümü, aynı zamanda sonuncusu olan “Ölüler Diyarını Ziyaret” Anders’in 1966 yılında Auschwitz’den çıkıp -arada gittiği yerleri zikretmiyorum- Breslau’ya dönüşünü konu alır. Bu bölüm, yazarın tarihle ilişkisinin bireysel düzlemde irdelendiği bölümdür. Yine de yazarın “kendisi gözleme hizmet eden ancak seyir için sergilenmeyen bir mikroskop” olma hedefine aykırı düşmez. Esasen kısa olan bu bölüm, tıpkı diğer bölümler gibi yazar tarafından düzeltilmiş ancak ilave notlarla uzatılmıştır. Zira yazarın gayreti “dünyamızın tahribatını ve bugünkü varoluşumuza kasteden yıkımı konu eden notları” bir araya getirerek bu tema dışında kalan notları ayıklamak üzerinedir. Bu bağlamda “Ölüler Diyarını Ziyaret” çok katmanlı bir tarih olarak okunabilir çünkü yazar anılarının geçtiği yerlerde dolaşırken takvimdeki zamanı değil, öncesini yaşar. Başka bir deyişle kayıp zamanın izindedir. Nitekim kitabın önceki bölümlerinde kayıp zamanın değil, kayıp zamanların olduğunu söyler. Ancak, gözünü kapayıp çağırdığı anda döndüğü yuvasına fiilen vardığı zaman artık oraya dönmek için bu eyleme gereksinimi olup olmadığını sorgular.
“Ama ne diye? Ne diye yedekte durana, yani resme çağrı yapmalıyım ki? İşte buradayım ya. Yuvaya döndüm ya işte. Selam sana ey suskun ev.” (s.400)
Günlüklerin odak noktaları kabaca bunlar. Öte yandan aralarda anekdot eklemeyi, Molusya adındaki kurgu ülkesinden hareketle hicvetmeyi ihmal etmemektedir düşünür. Üstelik, günlükler üzerinde rötuş yaptığını ve günlüklerin asıl anlatmak istediğinden farklı bağlamdaki bölümlerini çıkardığını söylemesi metinleri anlatısal tarihe yaklaştırmakta. Büyük yıkım zamanındaki insana, insanın her hâline, her ayrıntısına kafa yoran Anders’in antropolog ve filozof arasında gidip geldiği günlükler, insanlık tarihinin 25 senesini düşünürün ifade ettiği gibi mikroskopla inceleyerek anlatan hacimli bir metin olarak karşımıza çıkmakta.