Kitaplarım edebiyat derslerinde okutulmaya başlandığından beri, her sene onlarca lisede ve üniversitede gençlerle bir araya gelip fantastik edebiyat üzerine sohbet ediyorum. Sinemanın bu kadar geliştiği bir çağda kitap okumaya ne gerek var diye soruyor bazı gençler. Filmler bize insana ve hayata dair her şeyi anlatmıyor mu zaten, sayfalar dolusu bir romanla neden vakit kaybedelim diyorlar. Neredeyse ekranlara bağımlı olmuş, vakitlerinin büyük bölümünü tabletleri ve akıllı telefonlarıyla geçiren bir nesil için beklenmedik sorular değil. Edebiyat benim aşkımsa, sinema da yakın dostumdur, her hafta en az üç dört film seyrederim, bunu da mümkün olduğunca sinema salonunda yaparım, çünkü televizyon ekranları ne kadar büyüse de sinema perdesi hâlâ efsunlu bir tat veriyor bana. Hiç tanımadığınız yüzlerce insanla aynı anda korkmak, aynı anda sevinmek, aynı anda duygulanmak, bu deneyimi neredeyse sanatsal bir ayine dönüştürüyor. Kitap okumanın, okuduklarını paylaşmadığın ve üzerinde tartışmadığın sürece, yalnız yapılan bir eylem olduğu, sinemanın sevdiklerinle vakit geçirmek için daha uygun düştüğü de bir gerçek. Ama bence burada bir denge kurmak lazım çünkü hiç yalnız kalamayan bir insanın kendisini dinlemesi ve ruhunu dinlendirmesi mümkün olmuyor.
Gençlerin sorularına benim yanıtım şu: Sinemanın olanakları zaman içinde ne kadar artsa da edebiyatı gereksiz kılması mümkün değil, çünkü ikisinin de farklı güçleri ve zayıflıkları var, insanlara farklı renkler sunuyorlar. Örneğin verdiğim konferanslarda yaşanan herhangi bir olayı öykülemek istesem, sadece tek bir anla ilgili tüm detayları anlatmak için bana ciltlerce kitap yetmez. Dinleyicilerin her birinin suratları, saçlarının şekli ve rengi, kıyafetleri, oturuş biçimleri, bakışları, hareketleri, salonun dizaynı ve diğer her şey, yazmakla bitmeyecek bir zenginlik içeriyor. Ama sinemada tek bir film karesi bütün bunları kolayca önünüze serebilir. Ayrıca sinema bir ekip işidir, örneğin fantastik filmlerde senaristlerden görsel yönetmene, illüstratörlerden özel efekt uzmanlarına sayısız kişinin hayal gücü birleştiği için ortaya bir yazarın kurgulamakta zorlanacağı, hayal etse bile romanına sığdıramayacağı kadar görkemli diyarlar çıkabilir.
Sinemanın ve diğer görsel sanatların bu üstünlüğüne karşın, edebiyatın da farklı üstünlükleri vardır. Beyazperdenin önünde sadece seyirci kalırız, kitap okurken ise yaratım sürecine aktif olarak katılırız. Yazarlar tasvir yaparken sadece öykü için bir anlamı olan detayları kaleme alır, gerisini okurun hayal gücüyle tamamlamasını beklerler. Bu mecburiyetin iyi tarafı bize hayal gücümüzü kullanmak için bir alan bırakmasıdır. Çünkü diğer her yetenek gibi hayal gücü de kullandıkça gelişir ve keskinleşir. Yazarın anlattığı yaratığın iki büyük kırmızı kanadı olduğu, kanatlarının ucunun bıçak gibi keskinliği belki satırlarda mevcuttur, ama o kanatların şeklini, kitapta tasvir edilmeyen kuyruğunun biçimini ve diğer detaylarını kendi yaratıcılığımızla tamamlarız. Tasvir konusunda en detaycı yazarlardan Tolkien’ın eserlerinden ilham alınarak çizilen resimlerde bile, aynı karakter ya da yaratık çok farklı şekillerde görünür. Benim yarattığım kahramanlar da çeşitli projeler için birden fazla çizer tarafından resmedildi ve hepsi romanlarımdaki detaylara sadık kalsalar da tasvir etmediğim noktalarda hayal güçlerini kullanarak ortaya farklı biçimlerde karakterler ve fantastik hayvanlar çıkardılar.
Edebiyatın bir başka gücü ise, anlattığı dünyaları ve olayları bize karakterlerin gözünden gösterebilmesidir. Sinemada olanlara seyirci kalırız, çocuğunu kaybeden bir kadın görür ve duygulanırız, ırkçılığa maruz kalan bir adam görür ve öfkeleniriz, ama iyi yazılmış bir roman okurken, bundan fazlasını yaşarız. Şayet yazar, karakterlerin iç seslerini doğru ve etkili yazabilirse, çocuğunu kaybeden o kadın ya da ırkçılığa maruz kalan o adam biz oluruz. Roman kahramanlarının kimliğine bürünür, büyük aşklar yaşar, ölümcül tehlikeler atlatırız, tek bir hayat içinde pek çok hayatı tadarız, gerçek dünyada muhtemelen asla tecrübe etmeyeceğimiz şeyleri deneyimleriz. Okuma sürecinin bazen günlerce sürmesi de bu deneyimin gücünü artırır. Aldığımız tatların yanında, hayatı ve diğer insanları daha iyi anlamaya, kendimizi onların yerine koyabilmeye başlarız. Tabii başta söylediğim gibi kitap iyi yazılmışsa, yazar yaşananları bize karakterlerin gözünden gösterebildiyse, bizi onların varlığına inandırabildiyse.
Romandan sinemaya uyarlanan kitaplar bu tür farklılıklar yüzünden değişime uğramaya mahkûmdur. Aksi takdirde tatsızlaşırlar. Nasıl ki İngilizceden Türkçeye bir kitap çevirirken, birebir çeviri yapmazsınız, neredeyse o öyküyü Türkçede yeniden yazarsınız, cümleleri böler, birleştirir, İngilizceye ait deyimler yerine Türkçeye özgü sözler bulursunuz, farklı anlatım dilleri olan romanların da filme alınırken sinema diline uyarlanması zorunludur. Görsel zenginlikleri nedeniyle neredeyse tüm başarılı fantazya ve bilimkurgu eserleri zaman içinde sinemaya uyarlanıyor, Yüzüklerin Efendisi’nden, Harry Potter’a, Bulut Atlası’ndan son dönemin çok konuşulan bilimkurgu romanı Marslı’ya kadar, hepsini beyazperdede seyredebiliyoruz. Ama bu filmleri izlediğimiz için kitaplarını okumaya gerek kalmadığını sanmak büyük hata olur. Tüm bu romanlar, eğlenceli sinema versiyonlarından çok daha kapsamlı ve olan biteni bize karakterlerin gözünden gösterme gücüne sahip eserler.
Bu tür uyarlamalarda bence önemli olan, kitabın beyazperdeye birebir aktarılıp aktarılmadığı değil, eserin ruhunun korunup korunmadığı. Yazarın okura geçirmek istediği duyguların, aktarmak istediği düşüncelerin, filmde de aynı şekilde aktarılıp aktarılmadığı.
Geçenlerde öykülerinden bahsettiğim Doğu Yücel’in “Hayalet Kitap” isimli romanı da “Okul” ismiyle filme çekilmişti ve yazarının da sık sık dile getirdiği üzere başarısız bir uyarlama olmuştu. Roman esprili noktaları olan ama gücünü romantizmden alan bir öyküydü, filmi ise bambaşka temaları, erotizmi ve absürt komediyi öne çıkardığı için neredeyse kitaptan tamamen farklı bir yapıya bürünmüştü. Gişe başarısı kazanmıştı kazanmasına, fakat sanatsal açıdan pek iyi övgüler almadığı bir gerçek. Aynı yazarın senaryosunu kaleme aldığı “Küçük Kıyamet” isimli filmin çok daha başarılı bulunması, yönetmenlerin öyküleme ve karakter yaratma konusunda yazarları özgür bırakmasının gerektiğine bir örnek.
Sinema bizi görsel gücüyle büyülemeye, eğlendirmeye ve her geçen gün yeni teknolojilerle gelişmeye devam edecek. Edebiyat ise insanı ve hayatı anlamak, başka yaşamları deneyimlemek için daima en güçlü araç olacak. Bize bir başkasının düşlediği öykülere kendi hayallerimizi ekleme fırsatı verecek. Elbette günün birinde insanoğlu tüm bunları tek başına yapabilen yeni bir sanat dalı yaratmazsa… O zamana kadar ikisinin de tadını çıkarmak bence en güzeli.