-“I see dead people” diye fısıldar Altıncı His adlı filmde küçük kahramanımız Cole Sear. Ölü insanlar gördüğünü itirafı çarpıcıdır. Korkmuş, susmuş, sinmiş, kendine kilitlenmiştir. Canlılar, ölüler, hayaletler, her türlü kışkırtıcı nesne ve olay çevresini kuşatmıştır çocuğun. Batılıların lisanındaki ‘ucube’ hakaretine maruz kalmakta, dışlanmaktadır. Alay konusudur hatta; ama o küçümsenirken tedirgin de eder etrafını: Dobradır; gördüğünü, bildiğini çekinmeden bağıra bağıra söyler. Ne yazık ki bu itirafını yine bir hayalete yapmış, daha yolun başında güven ve sır ikileminde kendisinden beklenilen güzel kabahati işlemiştir.
O bir şairdir aslında bana göre. Yaşadıkları makuldür; yüzleşirken karşılaştıkları bilinç altından çok, bir kayıt cihazını çalıştırıp seyredip dinlemekte olduğu evrenin egosu, kendi basitliğinin yüzüne vurulmasıdır belki de. İnsan öğrendikçe ufalanan bir şeydir. Organizma olduğu ise tamamen gerçekdışıdır – bilinen gerçek. O ilkel bir tekrar edicidir topu topu. Nefes alıp vermesine bu nedenle izin verilmiştir bir bakıma. Tekrar edecektir ki, ‘hafızası nankör insanlar’ kuşaktan kuşağa bu bilgilerle, deneyimlerle temasını kaybetmesin. Şiir bu açıdan önemli, şair ise sıradan bir ulaktır. Kellesi hep gider. Bu bazen hakiki bir infazdır, bazense kaçınılmaz akıl hastalıkları.
Gençlere bakıyorum da kimi, hemen şair oluyor, kitap bastırıyor, etkinliklerde boy gösteriyorlar. Kuşkusuz hepimizi sevindiren bir gelişme bu. Eğer belli bir kaliteyi yakaladılarsa, işin özünü kaptılarsa, göz önünde yetkinleşmeleri, ustalaşmaları alkışlanacaktır. “I see dead people” diye mırıldanmalarında hiçbir sakınca yoktur. Ama benim açımdan eğlendirici bir yanı da var bu hızın: Hoşlandığınız birini eve davet ediyorsunuz; birlikte zaman geçirmeyi, yakınlaşmayı hayal ediyorsunuz. Daha kapı kapanmadan soyunup yatağa giriyor ve sizi de davet ediyor. Hani ‘kolay’ denilen insan tipinden biri çıkıyor birdenbire. Evet, seks mükemmeldir de bu kadar çabuk elde etmek, elde edilmek huzursuzluk, sadakatsizlik yaratacaktır ilerde. Çaba harcamamak rahatsızlık verir kimilerine diye düşünüyorum. Umarım, yanılma payım yüksektir. Sanki ölçülü bir çekingenlik gerekiyor yine de. Ya da ben öyleydim. Hâlâ da öyleyimdir. Kimse fark etmez. Birileri çıkıp ‘şiir ile seksi nasıl bağdaştırırsın’ diye feryat edebilir şimdi; zaten sözüm bu paralelliği kurmayanlara. Üremek, çoğalmak fiillerini kurcalar, imgeye yatırırsak ortak bir nokta yakalayabiliriz gibi.
Canı isteyen herkes yazabilir. Yazmalıdır. Bazısı mısra işçiliğini önemser, diğeri çala kalemin gücüne inanır, öteki ilham der. Bu renkliliğe zaaf benim tercihim. ‘Sen şairsin, öbürü değil’ yaftası kadar saçma bir şey yok çünkü. Dönüp dolaşıp geldiğimiz soru, sorun ise şu oluyor içten içe: Acaba iyi mi yazıyorum?
Hepimiz biliyoruz ki bu sorunun, sorunun aslı ‘şair miyim; onlardan biri oldum mu’dur. Genellikle de bu sıkıntının telafisi için tanıdık, kabulgörmüş bir şaire başvurulur. Bu yöntem yanlıştır asıl.
Kuvvetli okumalar yapan, şiiri araştıran, ‘vay be, nasıl da yazmış’ diye heyecanlanan biri zaten şiirin, şairin ne olduğunun farkındadır. O zaman eksikliğini örtmek adına bir şairden el istemek tuhaftır, kötüdür. Hissedersiniz ki, bir okuma performansında şiirinizi seslendirdiğinizde dinleyiciler sevmeyecek, zayıf ve yetersiz bulacaktır yazdıklarınızı. Basıldığında ilgilenen çıkmayacaktır. ‘O halde kışkırtan, kaba bir dille yazayım ki dikkat çeksin’ yöntemine yönelir ve hata yaparsınız. Yazdığınız ne avantgard’tır, ne moderndir ne de yer altına aittir. Bildiğin küfür, hadi en fazla, argodur. Jargondan nasibini alamamıştır. Oysa Türkçe dil cambazhanesidir: Harikulade bir haiku’ya ‘Haikulade’ diyebileceğinizi unutmamak beyne oksijen taşır. Cambazhanenin kapısını da okuma disiplinleri aralıyor ister istemez.
Dağınık Okuma olarak adlandırabileceğimiz okuma biçimi en yaygın olanı: Kitapçıda rastladığınız, bir arkadaşınızın önerdiği, bir yerlerdeki tanıtım yazısıyla ilginizi çekiveren kitaba yönelmeniz eleştirilemez elbette. Ancak dağınık okumanın yararı tartışılsa da uzun zamana yayılan edebiyat maceranıza zararı şüphe götürmez. Metinler arası karşılaştırmaları yapamazsınız; eserin dönemsel değerini hissedemezsiniz; etkilenmeleri/intihalleri atlarsınız vs. Liste kabarıktır. En acısı ise birini gözden kaçırma riskinin yüksek oluşudur.
En doğru okumalardan biri Dönemsel Okuma’dır: Yakınlık kurduğunuz kültürü fay hatlarıyla dönemlere ayırıp bir deftere o dönemin usta, sansasyonel yahut geride durmuş kalemlerini bir bir not düşer ve teker teker okur, mümkünse yan okumalarla dönemin sosyolojik, politik, tarihi panoramasını da çıkartırsanız öğrenme eyleminiz gerçekleşmiştir kısmen.
Bir diğer okuma da Yönelimsel Okuma olarak karşımıza çıkar: Sanatçı belli bir ideoloji, eğilim taşır ve buna bağlı olarak hemfikir çağdaşlarıyla hareket ettiğinden akım dediğimiz ana başlıklar altında toplanır. Bu akımları masaya yaymak ve yine birbirleriyle çatışma nedenlerini araştırmak verimlidir.
Ben bu üç okumanın da birlikte yapılmasından yana olan kesimdenim. Bunalmayı, yorulmayı önlediği gibi farklı bir dikkat toplama şansı verir. Genç arkadaşların eksikliğinin, yüksek tansiyonunun, hedefsiz kalan kimi öfke patlamalarının okuma-empati-vefa üçgeninin dışında olmaları, hatta dışarıda durmayı yeni bir tavır gibi benimsemeleridir diyebilir miyiz? Bence kimi örnekler için diyebiliriz. Onlara kızmamız mı lazım? Hayır.
Laf üretmek için laf dinlememeyi doğru bulmaları yeter ki kimseyi yanlış anlamalarına yol açmasın.
Her kelime hak ettiği cümleyle sonunda buluşur nasılsa.