Yazdıklarında gerçek bir başka gerçekliğe bürünür, olağan, hayata aykırı kaçmayan tam da hayatın içinden gelen bir şekilde. Gabriel Garcia Marquez'in eserleri ışığında edebiyatına odaklanan bir inceleme.
Edebiyat, güzellik ve estetik zevki içinde taşırken, çeşitli felsefi yaklaşımlarca anlama ve yorumlama edimiyle yüz yüze kalır. Bir edebiyat eserinde yazılan bir bireyin veya bireylerin hayat karşısındaki düşüncelerinin, toplumun kültürel değerlerinin ve bireylerin gereksinimlerinin belli bir mekan ve zamansallık içinde yazar tarafından kurguyla örtüştürülmesidir. Bu yüzden de olmuş olanı değil olabilecek olanı, olanaklılığı göstermesidir edebiyatı farklı kılan. Yazın yapıtlarında gerçeklik ve düşsellik arasında kurulan bu bağı yazar hem kendine hem de okuyucuya sunar ve bu sunuşta estetik bir yan vardır.
Yüzyıllık Yalnızlık, zihnimde o tek resimle başladı, diyen Marquez de kendi küçük kasabasındaki olayları kurgusallıkla birleştirirken, romanı oluşturan ana çekirdeği hep o yaşanmış gerçek olaylar üzerinden kurar. Aracataca'daki o mikro dünyasını makrolaştıran Marquez, bir anlamda "yüzyıllık bir dev" olmayı başarır. Ninesinin büyülü masal dünyasıyla büyüyen Gabriel Garcia Marquez, geleneksel sözlü anlatımın kendisinde bıraktığı etkiyi insan tinin nesneleşmiş biçimine, yazıya döker. İşte bu döküş onda "dışdünya-düşünme ve dil" üçgeniyle kurduğu bağın varlıksal açılımını sağlar. Düşünme, bir kurgudur. Dile dökülmediği sürece kendi gizini, yalnızlığını, kimsesizliği korur ama dile geliş işte anlam yüklüdür. O anlam ki insana, tarihsel, toplumsal ve kültürel bir varlık olduğunu hatırlatır. Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanı için on beş on altı yıl düşünme sürecini geçiren yazar için en önemli olgu hemen her sene bir kitap yazmak değil, gerçeğin gerçekliğini sindirerek var etmektir yazdıklarını.
"O zamanlar Macardo, tarih öncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik kerpiç bir köydü." (Yüzyıllık Yalnızlık) Dil, günlük konuşma dilidir, sözcükler kendi sıcaklığı içinde durmadan akan bir nehir gibidir, olduğu anlamın dışında farklı bir anlam aramak boşunadır. Garcia Marquez romanlarında "var olanı var olan" kılarak anlatır. "Gelenler, kendi dillerinden başkasını bilmeyen, yağlı tenli, eline çabuk, yakışıklı delikanlılarla güzel kadınlardan kurulu yeni bir obaydı, İtalyan aryalar söyleyen rengârenk boyalı papağanları, tefin temposuna ayak uyduran yüz altın yumurta yumurtlayan tavukları... (Yüzyıllık Yalnızlık)
Yazdıklarında gerçek bir başka gerçekliğe bürünür, olağan, hayata aykırı kaçmayan tam da hayatın içinden gelen bir şekilde. Kendisi de, sıradan insan keyifle okur kitabımı, diyerek ilave eder, onlara kendi başlarına gelmemiş hiçbir şey anlatmıyorum. O başlarına gelen olaylar başka olaylarla birleşir, hayatlarının akışını değiştirir. "Pek çok kişi, o dönemlerde güzel bir şubat günü beklenebileceği gibi, muz bahçelerinin içinden geçip gelen bir meltemin estiği pırıl pırıl bir sabah olduğu anısında birleşiyordu." (Kırmızı Pazartesi) Dışdünya hayal değil, gerçektir. Oraya gittiğimizde o yağmur, o muz bahçeler, meltemin pırıl pırıl estiği sabahlar bizimledir. Eserlerinde anlatılan kendi geleneksel, kültürel yapısı içinde var edilen bir dışdünyadır, Marquez'in kendi yarattığı coğrafyasıdır. Tam da bizim yaşadığımız dünya. Sevinçleri, çıkmazları, korkuları ve yalnızlığıyla.
Zaman, insandan bağımsız olarak varolan ama anlaşılması için dile gelmesi gereken bir olgudur. Marquez'in Benim Hüzünlü Oruspularım adlı romanında zamansal dile geliş hem ironik hem de düşündürücüdür çünkü insan tarihseldir, belirli olanaklara yazgılıdır. "Doksanıncı yaşımda, kendime bakir bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline bir yenilik geçtiğinde hatırlı müşterilerine haber veren kadın. Daha önce öyle şeylere ya da onun baştan çıkarıcı müstehcen önerilerinin hiçbirine asla kapılmamıştım ama benim ilke sahibi biri olduğuma hiç inanmazdı o. Ahlak da bir zaman sorunudur, derdi, yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, görüşürüz bak..." (Benim Hüzünlü Oruspularım) Bir son ve bir başlangıcın buluşması doksanıncı yaş gününde, nasıl da doğruluyor Rosa Cabarnas'ın sözlerini "ahlak da bir zaman sorunudur". İşte o zaman ki, doğum ile ölüm arasındaki yayılımı, uzanımı bir bütünlüktür. Doksanıncı yaşında olanaksızlığı olanaklı kılmaya çalıştığı zaman on dört yaşında bir yeni yetmenin elindedir. İşte bu yüzden insandır en tekinsiz, en yabancı hem de en yurtsuz olan.