47 yaşındasın. Uluslararası bir şirketin İletişim müdiresisin. Şirketin 24 ülkede resmi, bir kaç ülkede de gayri resmi ve hatta gizli PR'ını yönetiyorsun. Zor iş. Ambalajlaması en zor sektörlerden biri. Dünyada bu kadar önemli bir göreve gelmiş bir Türk yok bildiğin kadarıyla. Devlet başkanlarıyla, bakanlarla, en büyük işadamları ve sanatçılarla haşır neşir oluyorsun. Buldozer gibisin. Şirketin çıkarı söz konusuysa, ezip geçiyorsun.
Bütün sene deli gibi seyahat ediyorsun. Özel uçaklardan inmiyor, beş yıldızlı otellerden başka yerde kalamıyorsun çünkü her dakikan kıymetli. Sürekli jet-lag'li kafan. İyi yastıklarda uyumalısın, iyi masaj yaptırabilmeli, iyi rejim yemekleri ısmarlayabilmelisin. Az uykuyla milyonlarca dolar konuşulan randevulara girmek ve hep çok iyi performans göstermek zorundasın. Altı haneli senelik maaş, artı prim, artı stock option'larının emeğinin karşılığı olduğunu düşünüyor herkes. Halkla ilişkiler konusunda en zorlu sektörlerin vazgeçilmez iletişimcisisin. Bundan önceki görevinde inanılmazı başardın; dünyanın en çok çevre kirleten şirketlerinden birine ekolojik temalı bir kampanya yapmayı başardın. Yeni patronun tam da bu yüzden seçti seni. ''Savunma sanayii'' denen ''öldürme ürünleri teknolojisi''ni barış sözcükleriyle pazarla diye. Daha ilk randevunuzda, ''İmkansızı istiyorum'' dedi sana ''Ama zoru sevdiğinizi biliyorum. Siz de karşılığını alacağınızı biliyorsunuz değil mi?'' dedi, kasvetli ofisinde. Cevap vermedin, gülümsedin, el sıkıştınız.
Üç yılda çok yol aldın. Sayende şirketin adı artık savaşla değil, yan teknolojisi ultra lüks yatlar, özel uçaklar, helikopterler ve –inanılır gibi değil ama–sanatla anılıyor. Aynı isimle sanat koleksiyonerliği departmanı kurdun. Arada bir festivallere, konserlere ve başka sanat etkinliklerine hamilik yaptığın da oluyor. Hem muz cumhuriyetlerine ve gerillaya silah satıldığında parayı dönüştürmenin en iyi yolu, hem de prestji var. Asıl işinizi unutturan bir ''draje hap'' gibi oldu bu yatırım. ''Hafıza kaybettirme ilacını keşfettik'' diye gülüştünüz büyük patronla. O da, babası da bayıldı tabii. ''Bu en dahiyane fikrin oldu, asıl işimiz unutuldu neredeyse'' dedi, gülerek geçen hafta. Üç nesildir silah satan Fransız ailenin adı saygıdeğer bir sanat hamisi olarak anılıyor artık sayende.
Milyon dolarlık oyuncakları alan müşterilerin bazılarıyla da bire bir ilgileniyorsun. Ruslar, Türkler, Çinliler, Amerikalılar, Fransızlar... Bayılıyorlar senin, o jeti ya da o yatı alınca çok özel birisi olacaklarını hissettirmene. İkna gücün yetiyor, hedefi her zamanki gibi tam ortadan vurunca kenara çekiliyorsun, diğer departmanlar bitiriyor işi. Küçük müşterilerle yormuyorlar seni.
Basın, şirketi köşeye sıkıştırmaya kalkınca konuşmak da senin işin. Haberlere çıkıyorsun bir çok ülkede, dört dilde röportajlar veriyorsun.
Bütün sene çok yoruluyorsun haliyle. Tam da bu yüzden hak etmişsin tatili. Aylar önceden ayarlanmış. « Şirketin küçük bir hediyesi » diye bir mail düşmüş kutuna. Fotoğraflara bakıyorsun. Muhteşem bir yelkenli. 56 metre, üç direkli, kuğu gibi bir şey. Dünyanın en iyilerinden. Türkiye'den binmişsiniz, Yunan adalarına geçeceksiniz.
Koylar dantel gibi. Yanık ve seksi buluyorsun kendini. Kocana yeniden aşık olmuşsun. Yelken yapmayı seviyor, kaptandan rica edip dümeni tutarken, yelken halatlarına manivela takarken falan, yirmi yıllık sevgilinin çekiciliğini keşfediyorsun yeniden. Ergen çocuklarının esprilerine gülüyor, satrançta artık seni yenmeye başladıklarını fark ediyorsun. Durduğunuz koylarda kendin gibi parlak bankacı, emlakçı, yatırımcı arkadaşlarınla teknenin arkasındaki jet ski’lere biniyorsun, sonra tekneye çıkıp Dom Perignon içiyorsun.
Rüzgar güzelleşiyor, motoru durdurup yelken basmaya başlıyorsunuz. Denizin o güzelim dilini konuşuyorsunuz. Bütün yıl konuştuğunuz borsa, finans, reklam, bilişim lisanlarından çok farklı, deniz insanlarına has o güzelim kelimelerin tadını çıkartıyorsunuz. Suyun notalarıyla müzik yapıyorsunuz. Kelimeler opera partisyonları gibi andante, allegro, stakatto yankılanıyor.
"Ortalık neta" diyorsunuz, pasarelladan geçip, diğer teknenin pruvasında alesta duruyorsunuz mesela. Alarga’da kalıyor, "Apazlama esiyor" diye haber veriyorsunuz arkadaşlara. Mizana ya da grandi direklerindeki yelkenler süzüm süzüm süzülüyor. Yelkenlerden “Cenova, trinket, flok” halatlardan "Istralya, karanfil, iskota" diye söz ediyorsunuz. Iskarçaya göz atıyor, volta edip, zinciri loçadan sallandırıyor, kastanyola ve hırça mapasıyla uğraşıyorsunuz. Filikalar mataforalara bağlanıyor.
Bitki örtüsünün lisanı da farklı bu memlekette: Sakız, ardıç, buhur, sedef, ülker, yaban karanfili sözcükleriyle haşır neşir oluyorsunuz.
Çevrenizdeki yaratıklardan Rumca’nın o şahane prestissimo seslerini taşıyan kelimelerle söz ediyor, "Orkinos, çitari, lahos, sargos, fangri, isparoz, melanurya, trança, eşkina, pina, pavurya" diyorsunuz.
Sonra gece oluyor. Gökkubbeye bakıp başka bir Türkçe'ye geçiyorsunuz. Bütün kış kullanmadığınız kelimeler, "Çoban yıldızı, Kasiope, Vega, Kutup yıldızı, Sütyolu, Samanyolu, Büyük ayı" dilinize düşüyor.
İkinci gün kaldığınız adanın minik koyundan çıkıp ilerlemeye başlıyorsunuz. Kaptan yolu biraz uzun tutmuş. Açıktan seyredeceksiniz. Akşama varmak istediğiniz bir yer var. Cennet gibi, kimselerin bilmediği bir yer.
Kıyıdan uzaklaşıyorsunuz, volkanik kayalar yavaş yavaş kayboluyor. Büklerdeki denizin ehlileşmiş türkuazı, yerini tekinsiz koyu lacivert dalgalara bırakıyor, insan sesleri duyulmaz oluyor.
Aşçı enfes bir ıstakoz çıkartmış. Yanında Pouilly Fumé içerek sohbete dalıyorsunuz. Çocukların binlerce dolarlık okullarından sözediyorsun, “Val d'Isère'deki ahşap dağ şalesini mi yoksa Güney Fransa'daki çiftliği mi alsam?” diye emlak danışmanı arkadaşına soruyorsun. Kadın arkadaşlarınla New York'taki estetik doktorunun, yeni gelen asit enjeksiyonlarıyla elmacık kemiklerini nasıl kaldırdığını konuşuyorsun.
İşinle ilgili soru sorulduğunda konuyu sanat departmanına getiriyorsun hep. Silah sanayii konusuna girmiyorsun asla. Özel hayatında bu konuları en yakın arkadaşlarınla bile konuşmadığını biliyor herkes, kimse üstelemiyor. Hepsi senin dostun olmaktan gurur duyuyor. 'Başarılarının devamını diliyor birisi, bir diğeri bir Türk'ün yurt dışında bu derece nadir görülen türden başarısıyla çok gurur duyduklarını tekrarlıyor.
Onlarla gülüşüyor, aşçıya iltifatlar yağdırıyorsun. Tatlı için özel bir şampanya açmasını istiyorsun. Tüm kış rejimdesin, hep aç geziyorsun ama bu tatilde kendini sıkmamaya kararlısın. Dondurmalı jöleyle roze şampanya hakikaten harika gidiyor. Kafan iyi. Planın ön güverteye gidip, denizin sesini dinleyerek uyuklamak biraz.
Personel hazırlamış yerini. Mayonun turuncusuna asorti, ipek gibi yumuşak havluya bırakıyorsun yağladığın vücudunu.
Tatlı tatlı doluyor yelkenler. Chopin noktürnleri çalıyor fonda. Kendinden geçiyorsun.
Ve sonra birden tuhaf bir şey oluyor. Önce kaptanın endişeli sesini duyuyor, gözlerini açıp ufka bakıyorsun. Miçoların dikkat kesilerek incelediği o noktaya. Karşıdan bir cisim yaklaşıyor. Çok uzakta henüz. Acaip bir formu var. Böyle sanki üzerinde koyu gri mantarlar bitmiş bir yaratık sanki. Kaptanın dürbünüyle bakıyorsun, ''Garaib-i mahlukat'' dedikleri, eski kitaplardaki fantastik hayvan figürleri gibi bir şey. Yüzlerce kafası, leğen gibi bir bedeni var adeta.
Gözünü ayıramıyorsun. Kaptanla miçolar da iyice endişelenince, sen de heyecanlanmaya başlıyorsun. Olabilir mi ki? Olur mu olur. Cisim ısrarla teknene doğru geliyor. Yaklaşınca turuncu lekeleri ayırt ediyorsun. Can yelekleri olmasın bunlar? Hani şu 200-300 kişiyi doldurdukları göçmen botlarındakilerden. Korkuyorsun birden. 2009'dan beri duyduğun ama son aylarda her haber bülteninin konusu olan, Avrupa'ya ulaşmaya çalışan göçmenler hikayesine mi tanık olacaksın yoksa? Burada hem de!
Şirketi protesto etmek için aktivistlerin hazırladığı belgeselde gördüğün resimleri kusuyor beynin. Devrilen botlar. Çoluk çocuk atlayan insanlar. Ağlayan kadınlar. Fransa, Yunanistan ve İtalya'daki göçmen kampları.
Başına bela olmuştu o film. Tanıklar konuşurken, fabrikanın görüntüleri dönüyordu. Silahsızlanma kampanyasının flaş ismi olan bir Hollywood aktrisinin sesi sizin şirketi kötülüyordu durmadan. Dünyadaki göç hareketleri hakkında bilgi veriyor ve en büyük sorumlulardan birisi olduğunuzu tekrar ediyordu belgesel boyunca.
Bir sahil güvenlik görevlisinin filmde anlattığı hikayeyi hatırlıyorsun: ''Gözümüzün önünde yaptı Rum polisler. Batan bottakileri öylece bıraktılar ölsünler diye. Yemin ederim, gözümle gördüm. Ellerini bile uzatmadılar. Boğulmasalar daha fena bela olacaklardı başlarına çünkü.''
Yine filmdeki İtalyan köylü kadın geliyor belleğine: ''13 bin göçmen boğuldu Lampedusa açıklarında, bizim adada. Biz de ne yapalım, denizin dibine bir Meryem Ana heykeli attık. Gözyaşlarıyla çevrili bir ikona olsun, o zavallı ruhları korusun diye...''
Ve şirketin silahlarının hangi ülkelere satıldığını anlatan sekansın hemen ardından röportaj yaptıkları Arnavut insan kaçakçısının sesini duymaya, blur'lanmış suratını görmeye başlıyor, sızıyla hatırlıyorsun:
''Ben aslında iyilik ediyorum bunlara. Göçmek demek kaçmak demek. Keyiflerinden gitmiyor ya bunlar da. Savaştan, yoksulluktan, şiddetten, açlıktan kaçıyorlar. Patlayan silahlardan kaçıyorlar. Bana geliyorlar, ben de diyorum ki... ‘Tamam yardım edeceğim ama bak... Yol gitmek öyle kolay iş değildir. Açlık, susuzluk, soğuk, sıcak... Becerebilecek misin?’ Yaparım derse ve de parası varsa tamam. Gemilerdeki konteynerlere bindirdiğim de oluyor bunları. Kutuları üstüste koyarken delik bırakıyoruz ki, nefes alabilsinler. Ama bazen oynuyor konteynerler, delik tıkanıyor. Fransa'da limanda bir açıyorlar ki, konteyner leş gibi kokuyor. Ceset dolu. Yani yine en iyisi bu botlar. Ama sonra bir de vardıktan sonrası var. Diyorum ki, karaya ayak basınca mal yüklü kamyonlara binmeye çalışacaksınız. Soğutuculu kamyonlar en iyisidir, aklınızda olsun. Polislerin kontrol etmesi daha zordur. Normal kamyonlarda içeri bir sonda veriyorlar, karbondiyoksit varsa içerde insan olduğunu hemen anlıyorlar. Onun için kafanıza naylon torba geçirip nefes alın diyorum ama o zaman da boğulanlar oluyor bazen. Onun için buzdolaplı kamyonlar daha iyi. Ama onlar da tehlikelidir, şoför ısıyı iyi ayarlamazsa dondurur insanı. Bir keresinde 42 ceset buldular bir kamyonun içinde. Kadınlar, çocuklar, adamlar, hepsi mosmor olmuştu. Kamyonun arkasına binmek istemiyorsan eğer, şasiyle asfalt yol arasına kıvrılıp saklanabilirsin ama kamyon bir tümsekten geçer de çok sarsılırsa ezilirsin. Daha çok çocukları koyuyoruz oraya. Zayıflar ya, onlar ezilmez pek. Geceleri cangıllarda yatarlar bazen. Cangıl dediğimiz Romanya'da, Fransa'da, Almanya'da çadır kurup dinlenebilecekleri ormanlar. Orada yer bulabilirse iki gece dinlenir, bidonla su taşıyıp yıkanırlar. Çok kavga çıkar oralarda da. Memleketinde savaşmış olan var, hapiste işkence görmüş olan var. Yani pek yumuşak tipler değil bazısı. Gerçi kendi memleketinde doktor, avukat olan da var. Kimi diktatörden kimi yoksulluktan kaçmış işte ne yapsınlar? Kampta, yani cangılda tek gözün açık uyuyacaksın. Bazen polislerin kampları ateşe bile verdiği olur. Bir de parmak izini asla vermeyeceksin. Parmağını metale sürteceksin, asitle yakacaksın, derini yolacaksın ki parmak izin yok olsun. 15 günde bir parmak derisi yenilenir, sen de 15 günde bir parmak izini yok edersin. Schengen sınırını geçmeyi kolay mı sandın? Başaranların hepsi savaşçıdır. ‘Warriors‘ dır onlar! Silah tüccarları bir yıl arayla bir diktatörlere, bir direnişçilere silah satabilsin diye çıkartılan savaşların kurbanı onlar...''
Bunlar hafızandan akarken ve bu filmin etkisini silmek için aylarca nasıl çalışmak zorunda kaldığını hatırlarken, göçmen botu üstünüze üstünüze gelmeye devam ediyor. Kaptan şaşkın. Hemen içeri alıyor miçolar hepinizi. Ürkekçe giriyorsunuz. Alışık değilsiniz kargaşaya, sizin dünyanızda yüksek sesle bile konuşmaz kimse. Bir müddet bağrış çağrış devam ediyor dışarda, sonra korkunç bir ses duyuluyor. Dışarı koşuyorsun. Bir de bakıyorsun ki, göçmen botu dalıvermiş sancaktan sizin tekneye. Bir kaç genç adam çıkıyor önce tekneye, kaptanla personeli esir alıyor. Onların karşı koyamayacağını anlayınca diğerleri de çıkmaya başlıyor. Birden onlarca Suriyeli, Eritreli, Libyalı doluyor içeri. Gözlerine inanamıyorsun.
Afgan bir kadın kucağındaki bebekle ağlıyor. Adamın biri İngilizce ''Bebeği evvelsi gün öldü ama denize atmayı kabul etmiyor. Botta cesetle gidiyoruz iki gündür, koktu artık'' diye bağırıyor. Kaptanla personel şaşkın. Göçmenler yiyeceklere saldırıyor. Bağırmaya başlıyorsun. ''Sahil Güvenlik'i arasana! Ne duruyorsun, arasana!''
Birden arkadaşın dürtüklüyor: ''Neyin var, bağırıyorsun!'' diyor. Güneşte zor açıyorsun gözünü. Elini siper edip baktığında seni şefkatle azarlayan kocanı görüyorsun. ''Ben sana demedim mi güvertede uyuma diye?''
Arkadaşlarının sohbet eden sesi geliyor arkalardan.
Garson kız ''Kahve ister misiniz?'' diye soruyor.
Oğullarına bakıyorsun. En önde satranç oynuyor, gülüşüyorlar. Yakışıklılar şimdiden. Gelecekleri parlak, şanslı çocuklar, çok iyi biliyorsun.
Kötü gar romanlarındaki gibi « Oh, meğersem rüyaymış » diyesin yok ama ne gelir ki elden ? Her gün ölen binlerce mülteciyi televizyonda görüp sonra unutan milyonlarca insan gibi, hakedip kazandığın hayatını seviyorsun.
Onları görmezden geliyorsun. Kabusunu unutup, hayatına dönüyorsun.
Slider ve Başlık görselinin künyesi: "A beach on the Greek island of Lesbos is covered with deflated dinghies, tubes and life vests left by refugees and migrants after crossing a part of the Aegean Sea from the Turkish coast, on Sept. 21, 2015. Reuters/Yannis Behrakis"