Gazale Alizade’nin imalarla inşa ettiği dünyasını Roberto Bolaño’nun dünyasıyla benzerliği üzerinden okuyan, kurgusal “Aşk Şehri”nde geçen İdrisîlerin Evi romanını hem editör hem de yazar gözünden değerlendiren bir yazı.
Gazale Alizade’nin 1990 yılında tamamladığı ölümsüz eseri İdrisîlerin Evi’ni bir yayıncı gözüyle incelemek bence çok kolaydır. Kolaydır, çünkü karşımızdaki son derece oturaklı ve tamam bir eserdir: Dil yerinde, üslup özgün, olay örgüsü orijinal, kurgu sağlam, karakterler sahici, ayrıntıcılık had safhada, ince işçilik göz alıcı, vesaire vesaire. Karşımızdaki tam anlamıyla bir kurmaca şaheseri, bir “büyük roman”dır. Üstelik gözden kaçmış bir “büyük roman”. Edebiyat tutkunları bilirler, böylesine her zaman rastlanmaz. O yüzden böyle kitaplardan birine rastladığınızda günlerce, belki aylarca sürecek bir mutluluğa kapılırsınız ve eser, hafızanızda ve gönlünüzde, zaman zaman ziyaret edeceğiniz görkemli bir köşke ömürlük yerleşir. Bu durumun, yani “büyük romanlar” karşısında kapıldığımız bu şevk ve heyecanın, hem yayıncılar hem de okurlar için benzer, belki de aynı olduğu kanaatindeyim.
Peki, bir yazar olarak “büyük roman”larla karşılaştığınızda ne olur? Kendisi de yazan birisi, bendeniz mesela, İdrisîlerin Evi’yle karşılaştığında neler hisseder, neler düşünür? İdrisîlerin Evi, bir yazarın gözünden nasıldır? İşte bu, yanıtlaması çok zor bir soru. Ama her zaman rast gelinmeyen bir talih kuşuna rast geldiğime, bir “büyük roman”la karşılaştığıma göre, bu zor işe biraz tedirginlik ve bolca heyecanla girişebilirim.
Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler ve 2666 romanlarını okuduğumda çok büyük bir hayranlığa, hayrete ve vecde kapılmıştım. Bu iki büyük roman, yukarıda zikrettiğim üzere bir romanda yayıncı gözüyle aradığımız kriterlerin tamamını mükemmelen taşımasının yanında beni hâlâ şaşırtan ve bence büyük oranda gözden kaçırılan bir özelliği paylaşıyordu: İma. Eserlerini okuyanlar, hayatını araştıranlar takdir edeceklerdir; Bolaño “varlık karşısında şaşkın” bir adamdır. Dünyanın, hayatın ve insanın ihata edilemezliği onu büyülemiş ve birçok duyguya gark etmiştir. Evet, birçoğumuz gibi. Büyük yazarlığın biraz da “dünyayı” ihata etmek ve mimetik bir evrene taşımak çabası olduğunu düşünürsek, Bolaño’nun geniş mirasındaki duygu, karakter ve olay yelpazesinin genişliği şaşılacak şey değildir aslında. Şaşılası olan, Bolaño’nun “neredeyse” dünyanın kendisi kadar renkli bu iki eserinde ustaca gizlediği hüzündür. Bolaño hüznünü gizlemiş, ama taliplisi için ipuçları bırakmış, deyiş yerindeyse hüznünü göstermek yerine ima etmiştir. İnsanlar, olaylar, coğrafyalar, yaşam tarzları, tatlı sürprizler ve büyük belalar, aşklar, düşmanlıklar, âlemler, cinayetler, takıntılar ve saplantılar, neşe ve mutluluk, kahır ve ıstırap… Koca koca dünyalar akar, bütün bütün devranlar döner onun kitaplarında. Ama alttan alta, yeterince dikkatle bakarsanız, bizim Roberto’nun bütün bunlara aslında çok, ama çok üzüldüğünü görürsünüz. O yüzden Bolaño külliyatını ne nefis tanımlar şu iki kelime: İmaen hüzün!
Bütün bunları, elbette, Bolaño hakkında bir yazı kaleme almak için anlatmadım. Diyeceğim şu: Muhtemelen birbirlerinin varlığından hiç haberdar olmadılar ama, Bolaño’nun, memleketi Şili’den binlerce kilometre uzakta bir ruh ikizi, bir tin kardeşi vardı: Gazale Alizade. Bana göre tahtını Bolaño’nun tahtının yanına kurmaya layık bir yazar olan Alizade de tıpkı Şilili ikizi gibi dünyayı, hayatı ve insanı ihata etmeye çalışır. Hadiseler ve karakterler tıpkı Bolaño’daki gibi akıl bulandıracak kadar renkli ve çeşitlidir. Diğer yandan Bolaño maddi ve materyaldir, dikkati daha ziyade cisimde, dışta ve ettedir; Alizade’yse yaşantısının ve tahsilinin de kanıtladığı üzere açıkça mistiktir, merceğini daha ziyade kişilerin dünya ve hâlleri karşısında verdikleri “tepki”ye, hadiselerin kişiler üzerinde uyandırdığı “etki”ye çevirir. Alizade’de cisim, dış ve et, neredeyse salt göstermeliktir. Onları birer “delalet” aparatı olarak kullanıp ruhu, içi ve gönlü işaret eder.
Bolaño’yla Alizade arasındaki bir başka benzerlik, eserlerinde “ima”nın büyük bir yeri olmasıdır. Birkaç farkla elbette. Mesela, her şeyden önce Alizade’de ima, Bolaño’daki gibi ikincil değildir. Alizade imayı başat edebî aygıt olarak kullanıp romanını imalarla inşa eder. Bu açıdan İdrisîlerin Evi’nde bazı olayların nihayetinin ve bazı karakterlerin akıbetinin belirsiz bırakılması bir eksiklik, kusur ya da yarımlık değil, aksine kasıtlı bir “fluluk”tur. İsmini şimdi hatırlayamadığım bir edebiyat kuramcısı, Shakespeare’i usta kılan unsurlardan birinin yalnız neyi söylediğini değil, neyi söylemediğini de seçmesi olduğunu öne sürüyordu. Aynısını Alizade için de öne sürebiliriz: İdrisîlerin Evi’ni gözlerini kapatıp adeta bir kitaptan okurcasına telaffuz ederek yardımcısına dikte eden, telaffuz ettiği hikâyeleri kendisine hayalî arkadaşı Hüseyin’in anlattığını ve kendisinin yalnızca aktardığını söyleyen, yani bariz trans metoduyla yazan Alizade, romandaki muazzam detaycılık da göz önüne alındığında, bir şeyi söylememişse, kasten söylememiştir. Burası kuşkusuz.
Alizade imayı yalnız olayları ve kişileri tasvir etmek için değil, atmosfer yaratmak için de ustaca kullanır. Klasik Fars edebiyatından iktibas ettiği beyitlerle ve o beyitlerin anlam hinterlandlarıyla yarattığı etkiye ilaveten, bana öyle geliyor ki, İdrisîlerin Evi’nin her tarafında pek çok gönderme vardır. Bunlardan bazıları çok silik, neredeyse salt kendisinin ve yakın çevresinin anlayabileceği göndermelerdir. Yine bazı göndermeler de, gene silik olsalar dahi, elbette, ölümünden neredeyse otuz yıl sonra, bir başka dilde okurken bile sezilecek türdendir. Örneğin, İdrisîlerin Evi’nin açılışıyla Anna Karenina’nın açılışı arasındaki benzerliğe dikkat buyurun.
Alizade romanını şöyle açar:
“Kaos bir evde birdenbire ortaya çıkmaz; ahşap oymalar, nevresim kıvrımları, panjurlar ve perde pileleri arasında usulca birikerek, kapıdan esip gelen bir rüzgârla savrulmayı bekleyen tozlar gibi pusuda bekler.”
Tolstoy’sa şöyle:
“Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”[1]
Her iki açılışta da, kanaatimce, yazar bize yaşantısında her şey yolunda giden bir ailenin başına belalar geleceğini, rutinlerinin kendine has bir çatırdamayla yıkılıp çökeceğini ve okuyacağımız hikâyenin de aslında bu çöküş hikâyesi olduğunu hissettirir.
Yine İdrisîlerin Evi’nin sonunda, eskinin muhteşem ve canlı İdrisiler Konağı’nı harabeye dönmüş, içinde koyunlar otlar, buz gibi, cansız hâlde gördüğümüzde Alizade sanki, Fatih’in İstanbul’un fethinden sonra viran imparatorluk sarayına girdiğinde okuduğu da rivayet edilen şu meşhur beyti mırıldanır gibidir:
Efrasiyâb’ın köşkünde baykuş nöbet tutuyor
Kayser’in sarayında örümcek perdedarlık ediyor. [2]
Bunların sadece bende uyanan çağrışımlar olma ihtimalini bir kenara bırakırsak; evet, işte böyle: İdrisîlerin Evi imayla başlar, imayla biter, hacimli gövdesi de irili ufaklı imalarla nefis bir Acem halısı gibi ilmek ilmek örülmüştür. Böyle bir eserin karşısında, onu hakkıyla takdir edebilen yazı ehline de ancak hayret, hayranlık ve vecitle parmağını dişlemekten başkası düşmüyor.
[1] Lev N. Tolstoy, Anna Karenina, çev. Ergin Altay (İletişim Yayınları, 2021), s. 9.
[2]Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrasiyab
Perdedârî mîkoned der kasr-ı Kayser ankebut