Sinem Keskinel’in Cenova Yayınları’ndan çıkan kitabı Yaz’dan Sonra, tanıdık bir hikâye üzerinden annelik ile tanışma, lohusalık buhranı, yetersizlik ve başkalaşma duygusu gibi pek konuşulmayan ve üstü örtülen meselelere dokunuyor.
Yazar Sinem Keskinel ile yeni kitabı Yaz’dan Sonra çerçevesinde anneliğin boyutlarını konuştuk. Toplumsal kodlardan annelere yüklenen ağır sorumluluklara, doğum yapmış kadınların yaşadıkları adapte zorluklarından yeni hayatlarına alışmaya çalıştıkları trajikomik sürece uzanan pek çok konudan bahsettik.
Yaz’dan Sonra adlı kitabını elime ilk aldığımda karşılaşacağım şeyleri hiç tahmin etmeden okumaya başladım. Adının da getirdiği hissiyatla yaklaşan yaz mevsimine yakışır, sempatik ve naif bir kitap bekliyordum. Hâlbuki daha başlarda hikâye ortaya çıktıkça, sandığımdan çok daha sert bir şeyin beni beklediğini fark ettim. Gerçekçi ve sözünü sakınmayan bir dünyaya daldım. Bu hikâye nasıl ortaya çıktı ve otobiyografik bir yanı var mı?
Herüretimin otobiyografik yanlarının olduğunu düşünüyorum. Birebir üreticisinin başından geçen bir olay veya deneyim olmasa bile, onu etkileyen, kafasını kurcalayan ve en nihayetinde üzerine konuşmadan, yazmadan, çizmeden edemeyeceği noktaya geldiği bir etki bu… Anlatmak istediğini kendi süzgecinden geçirme sürecinde de ortaya çıkan sonucun ister istemez otobiyografikleştiğine inanıyorum. Yaz’dan Sonra’da da hem yakınlarım aracılığıyla şahit olduğum hem de birebir deneyimlediğim birçok anlatı var. Mesela Deniz’in bebeğini kucağına aldıktan sonra hayatının nasıl evrileceğine dair en ufak fikrinin olmayışı %100 şahsi deneyimlerimden referans alınmıştır. Yeni doğum yapmış kadınların yaşadıklarına ve yeni hayatlarına alışmaya çalıştıkları trajikomik sürece yakınen tanık olmam ise hayatın bu dönemi üzerine kafa yormadan, konuşmadan, yazmadan edemeyeceğim bir noktaya getirdi beni.
Lezzetli diline Artful Living’teki yazılarından aşinayım ama bu kitap bir başka. Aynı akıcı anlatışı, rahatsız edici ve bunaltıcı hisleri ifade ederken de yakalayabilmen beni çok şaşırttı. Anne olmanın sancılarını tek başına göğüslemeye çalışan ve bu süreçte de normal olmak için elinden gelen her şeyi yapan bir kadının, çoğu yerde gülümseten trajikomik hikâyesi Yaz’dan Sonra. Annelik deneyimin kitaptaki karakter ile nasıl bir paralellik kurdu?
3,5 yaşında bir oğlum var. Deniz kadar zorlayıcı olmasa da benim de anneliğimin ilk günleri oldukça sancılı ve dramatik geçti. Sonra Elena Ferrante’nin Terk Edenler ve Kalanlar kitabındaki bir karakterine anneliği, bir başkasının hayatının önce karnına yapıştığı, sonra nihayet dışarı çıktığında insanı esir ettiği, boynuna bir tasma taktığı ve artık kendisinin efendisi olamadığı bir durum olarak tasvir ettirdiğini okudum. Benim durumumdaki her kadının aşağı yukarı aynı şeyleri yaşadığını, kiminin bunları yüksek sesle söylemeyi, kimininse sessiz kalmayı seçtiğini fark ettim. Neye uğradığımı şaşırmışlığımdan sıyrılmak için kendime farklı bir gerçeklik yaratıp onu yazıya dökmeyi tercih ettiğimi ve kendimi içinde bulduğum açmazdan bu şekilde sıyrıldığımı söyleyebilirim.
"Genç modern” annelerin başına gelen çoğu absürt olay kitapta da karşımıza çıkıyor. Kültür sanat sektöründe çalışan genç ve idealist bir kadın hamile kalıyor ve daha bu dönemde zorluklar yaşamaya başlıyor. Zor geçen hamilelik günleri, doğum ve ardından hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını fark etmesi ile gelişiyor olaylar. Sence Deniz neler yaşasaydı, nelerle karşılaşsaydı bu dönemi çok daha rahat ve sorunsuz atlatabilirdi?
Doğumumdan önce birinin beni karşısına oturtup, bebeğimi kucağıma aldıktan sonra hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını, bu eskisi gibi olmayan hayatın, ilk zamanlardaki fizyolojik yoksunluklarla birleşince hayli zorlayıcı olacağını, bu hayli zorlayıcılığın öyle ha dedin mi geçmeyeceğini, bir süre devam edeceğini, ancak her şey gibi bu dönemin de önünde sonunda sona ereceğini ve gün gelip yeni hayatımı, kimliğimi çok seveceğimi ve eski hayatımı özlemekten vazgeçeceğimi söylemesini isterdim. Deniz’in de karşısına böyle biri çıksaydı eğer bu dönemi çok daha rahat ve sorunsuz atlatabilirdi. Ha bir de her anne lütfen kendi doğrularına göre büyütsün bebeğini, anne ve bebeğin bu mahremiyetine saygı gösterilsin, herkes kendinde, kardeşinde, bir tanıdığında, alt komşusunda, takip ettiği bir blogger’ın sayfasında gördüğü ve en nihayetinde kendine mal ettiği doğruları lütfen kendine saklasın.
İlk bebeğini kucağına alan Deniz’in kızıyla geçirdiği ilk mevsime, yaza tanık oluyoruz kitapta. Deniz hayatında bu büyük değişiklikten sonra olduğunu sandığı kadından başka birine evriliyor. Kadınların yaşadığı bu aşamanın, hem kendileriyle hem de yaşadıkları çevreyle birlikte bu değişimi kabullenmeleri ve ayak uydurabilmeleri açısından oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin?
“Anne”liğe, “nirvana” gibi yükselinen bir mertebe olarak bakılmasında sorun… Çoluk çocuğa karışan kadının, birey olarak hayattan beklentisini en aza indirgemesi -zira anne de olmuştur artık, daha ne istiyordur?-, bebeğinin bedenini terk etmesiyle, kendine ait, hayatına ait bütün ihtirasını bir kenara bırakıp bambaşka biri olması bekleniyor. Kutsal bir kimliğe bürünmesi; kızmayan, yorulmayan, bıkmayan, şikayet etmeyen… Negatif duygulardan, özellikle de yeni hayatlarıyla ilgili olan şikayetlerinden tamamen arınmaları, bionik bir yapıya bürünmeleri bekleniyor. Toplum bunu yapamayan anneleri tukaka olarak yaftalamaya hazır.En kötüsü de yeni annenin yeni anneye yaptığı yaftalama: Beslenmeden uyku düzenine, bakıcınızın etnik kökeninden bebekle yapılan haftasonu faaliyetlerine kadar genişleyen bir kıstas ve eleştiri yelpazesi var. Hormonel değişikliklerden kaynaklı fizyolojik aksaklıklar bir yana, psikolojik yoksunluğun zirve yaptığı bir dönemden bahsediyoruz. Sinema dünyası annelik üzerinden yarışı son birkaç senedir gündemine aldı ve işliyor. Ancak durum öylesine hassas ki, lohusa sendromunu ve beraberinde gelen yetersizlik duygu durumunu dramatik perspektifiyle ele alan örnekler hâlâçok az. Komedi açısıyla işlemek hem daha kabul görür hem de daha sempatik oluyor, dramatik içeriklere yavaş yavaş hazırlıyorlar izleyiciyi. Toplumun, özellikle çocukları ile olan ilişkilerinde anneleri sıradan, etten, kemikten insanlar olarak görmeye tahammülü yok henüz.
Kitapta ciddi bir toplum eleştirisi de söz konusu, birbirlerine hava atmak için doğumu hangi yabancı ülkede ne şartta gerçekleştirdiğini anlatan anneler, anne figürlerine yüklenen toplumsal baskı ve yine annenin bebeğinden önceki normal hayatını birebir sürdürmesinin beklenmesi gibi. Sen bu toplumsal kodlamalar hakkında ne düşünüyorsun?
Hayatımızın olduğundan daha güzel bir versiyonunu reklam etme üzerine kurulu bir sistem içinde yaşıyoruz. Herkes gerçekte olduğundan daha akıllı, daha yetenekli, daha bohem, daha kültürlü, daha güzel, daha yakışıklı, daha zengin, daha entellektüel. Herkesin gerçekte olandan daha fazlasını iddia ettiği bu anlayıştan, ebeveynlik de hâliyle nasibini alıyor. Yeni trendleri uygulamayan anneler yetersiz görülürken, oldu olacak listesinin zirvesini takip edenler kendilerini “iyi anne”ilan ediyorlar. Annenin bebeğinin doğumundan önceki hayatına dönmesi ne kadar kabul edilemezse, görünüş olarak aynı standardı tutturamaması da o kadar eyvahlar olsunluk…
Bunlar dışında Yaz’dan Sonra’nın tercihleri sorgulayan bir kitap olmadığını özellikle belirtmek isterim. Daha ziyade tercihini neden yaptığını bilmeyenlerin anlaşılamadığı üzerinde duran bir kitap. Yurtdışında doğum yapmak bir tercihtir, kimsenin kimseyi bu konuda sorgulaması söz konusu olamaz. Ancak yaşadığımız coğrafyanın bebek doğurmaya uygun olmadığına inanarak hareket etmek asıl anlamlandırılamayıp, üzerinde durulmak istenen.
Oğlum birkaç aylıktı, hava almak üzere dışarı çıkmıştık. Annem yaşlarında iki kadın yanımıza yaklaşıp abidik gubidik oğlumu sevdikten sonra doğumu nerede yaptığımı sordular. Semtimize yakın bir hastanede doğurduğumu öğrenince yüzlerini buruşturup, komşularının yabancı bir ülkede doğum yaparak pek de iyi yaptığını söylediler. Sonra biri diğerini dürttü ve içi rahatlamışçasına derin bir nefes alıp,“Ama falancanın bebeği kızdı, neyse ki bu erkek… Büyüyünce illa ki kendini kurtarır” dedi. Şimdi böyle bir şey yaşadıktan sonra gel de bu orta-üst sınıfın her kesimine ince ince işlenmiş olan, doğumu yabancı ülkede yapma kaygısına değinme…
Kitabın arka kapağında yer alan şu sözler çok vurucu: “Hiç öyle şatafatlı falan değildi ölümüm. Sanki insan gibi değil de, yanlış zamanda yanlış yerde dolanan bir kakalak gibi ölüverdim; ne olduğunu anlayamadan, ne olup bittiğinin farkına bile varamadan. Bir saniye vardım, sonrasında yok oluverdim. Bu da onun hikâyesi; nasıl öldüğümün, daha doğrusu ölüverdiğimin.” Karakterin kendisine bu denli dışarıdan, bir yabancıymış gibi bakması ve hayatının sona erme anını anlatması fikri nasıl gelişti?
Bence lohusalık dönemi, üzerinden zaman geçtikten sonra bireyin geçmişi bir yabancıymışçasına hatırladığı bir dönem… Aslında karakterin hayatının sona erme anını anlatması fikri tamamen yazım tekniği seçimindeki arada kalmışlığımla ilgili bir şey. Yaz’dan Sonra’yı, edebiyat literatüründe “Tanrısal Yazıcı” olarak geçen, olayların dışında kalan, ancak hikâyeye dair her şeyi bilen o ilahi anlatıcı üslubuyla, üçüncü şahıs kipiyle anlatmak istiyordum. Ama okuyucunun, Deniz’in duygu, düşünce ve etrafında olan bitenlere dair algısına yönelik azami empatisini hedefleyen ve bu hedefine ulaştığı sürece kahramanın iç dünyası ile neredeyse birebir ilişki kurabileceği anlatımı “Birinci Şahıs Anlatıcı” tekniğinde buldum. Olayların akışı içerisinde subjektif ve yanlı bir perspektiften elimden geldiğince sıyrılabilmek için de karakterin öldükten sonra nasıl öldüğünü, yaşadıklarına yabancılaşarak anlattığı kurguyu seçtim. Yani bu fikir tamamen teknik bir ihtiyaç sonucu ortaya çıktı.
Aynı zamanda Ay Yapım bünyesinde yazar olarak çalışıyorsun. Neler yapıyorsun, kişisel üretimlerine birlikte nasıl devam ediyor, birbirini nasıl besliyor?
Babil dizisinin yazar ekibinde çalışıyorum. Dizinin senaristlerine, karakterler özelinde alternatifli hikâyeler kurguluyoruz ekip olarak. Yoğun olarak sinematografik düşünmek kişisel projelerimin de senaryo yazımı üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Her ikisinin de odağında yazı yazmak olsa da roman ve senaryo kurgulamak malum birbirlerinden çok farklı alanlar. Birinde metin detaylarla zenginleşirken, diğerinde görsel anlatıma hizmet edecek en rafine anlatım hedefleniyor bildiğin gibi. Sürekli senaryo yazımına hizmet edecek kurgular düşünmek de ister istemez kişisel üretimimin de senaryo yoğunlaşmasına neden oldu diyebilirim.
“Sekizinci (!) ilk kitabim” tanımından yakın zamanda karşımıza yeni kitaplarla çıkacağını hissediyorum. Bekleyen ya da yeni projelerin var mı?
Eğer araya karantina günleri girmeseydi, çekimini mayıs ayına programladığımız, senaryosunu yazdığım bir kısa film projemiz vardı. Gündelik hayat normallerimize döner dönmez gerçekleştirmek istediğimiz ilk proje bu. Uzun süredir final hâline getirmeye, edebi anlatımı yerinde müdahalelerle sadeleştirmeye çalıştığım bir uzun metraj senaryom var. Sene sonuna kadar onunla ilgili yapım ve çekim takvimini netleştirmeye çalışıyoruz. Yeni bir romanın ise fikri var ama bu sene içinde yazma şansımın olabileceğini zannetmiyorum. Gelişmeyi bekleyen fikirler hep var, keşke hepsini hayata geçirebilecek vaktim olsa.
Başlık görselleri Andrea Wan'a aittir. Projesi: From Womb, To World