Siberpunk türünü âdeta tek başına var etmiş bir yazar olan William Gibson’ın 1984 yılında kaleme aldığı ve yayımlandığı günden beri edebiyattan sinemaya pek çok esere ilham olan romanı Neuromancer üzerine bir yazı.
Mary Shelley’nin Villa Diodati’de farkında olmadan temellerini attığı, 20. yüzyılın başlarında Jules Verne ile H. G. Wells’in sınırlarını hayal gücümüzün ötesine taşıdığı bilimkurgu edebiyatı bugüne kadar birçok kez kabuk değiştirdi. Ursula K. Le Guin, Isaac Asimov, Arthur C. Clarke, George Orwell, Ray Bradbury ve daha ismini sayamayacağımız birçok üstat, kendi tarzlarını bulmaya çalışırken zamanla bilimkurgu edebiyatının alt türlerini icat etti. Tarihler tesadüfi olarak, George Orwell’in işaret ettiği 1984 yılını gösterdiğinde ise William Gibson isimli toy bir yazar Neuromancer isimli kitabını yayımlayarak bilimkurgu edebiyatında siberpunk devrimini başlattı.
İnsanlığın, etten hapishanelerini geride bırakarak teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalandıkları siberpunk evrenler, ilk bakışta birer ütopya gibi geliyor bize. Nihayetinde bu evrenlerde teknoloji sayesinde birçok hastalığın çaresi bulunduğunu dolayısıyla insan ömrünün hiç olmadığı kadar uzadığını görüyoruz. Hatta yine teknoloji sayesinde bazı insanlar, bilinçlerini “bulut” sistemlerine aktararak bedenleri olmasa bile hayatlarına farklı bir formda devam edebiliyorlar. Hâl böyle olunca siberpunk bir dünya hayal ettiğimizde hepimiz böyle bir dünyanın güllük gülistanlık olacağını sanıyoruz. Fakat gerçeği anlatmak, her zamanki gibi yine bilimkurgu yazarlarına düşüyor. Zira Arthur C. Clarke’ın da dediği gibi “Bilimkurgu geleceği tahmin etmeye çalışmaz. Çıkarımda bulunmaya çalışır.”
“Limanın tepesindeki gökyüzü, ölü bir kanala çevrilmiş televizyon rengindeydi.”
William Gibson hepimizin ilk aklına gelen ütopik bir gelecekten ne kadar uzak olduğumuzu daha kitabının ilk sayfalarında gösteriyor. Yasadışı Çiba kentinde yaşayan ana karakterimiz Case’i betimlemeye başladığında hepimiz neon ışıklarıyla dolu olmasına rağmen karanlıkta kalmayı başaran bir şehrin içine düşüyoruz. Şehrin sokaklarında Case ile gezerken etrafımızda sentetik uyuşturucular kullanan, basit bir elektronik çip için birbirini öldüren ve karnını doyurmak için hapsolduğu etten bedenini satan insanlar belirmeye başlıyor. Siz bu insanlarla göz göze gelmemek için çabalarken bir yandan da Case’in uzak durmanızı tembih ettiği ara sokaklardan geçiyor ve bu dünyanın, hayal ettiğinizden uzak fakat gerçekleşmesi de bir o kadar muhtemel geleceklerden biri olduğunun farkına varıyorsunuz.
Artık nerede olduğumuzu bildiğinize ve tehlikelerin farkında olduğunuza göre size ana karakterimizi tanıtabilirim. Nihayetinde hikâyemizin odağında o olacak. Case, Çiba’da yaşayan en yetenekli uzay kovboylarından biri. Tüm uzay kovboylarının etten bedenlerini geride bırakarak yapay bir dünyanın içerisinde hiç olmadıkları gibi kendi hissettikleri matriste iş yapan Case, bir gün işverenlerine yaptığı bir yanlışın bedelini bir daha hiçbir zaman matrise giremeyecek olmakla ödüyor. Bundan sonraki hayatını yasadışı yollardan kazandığı paralarla idame ettiren Case, kazandığı paraları yine yasadışı yollardan elde ettiği uyuşturuculara harcıyor bir yandan da yeniden matrise bağlanmanın yollarını arıyor. Çiba’nın en yetenekli hackerlarından biri olan kahramanımız ne yazık ki beladan uzak kalma konusunda aynı derecede yetenekli olmadığı için başı dertten kurtulmuyor.
İşte tam bu noktada bir jilet kız olmak için kendini modifiye eden, insan gözünün algılamayacağı dalga boylarındaki ışıkları görmesini sağlayan ayna gözlere sahip olan Molly sahneye çıkıyor ve zaten derdi başından aşkın Case’imizin başına yeni dertler açıyor. Molly belayı kendisine bir yaşam felsefesi edinen Case’e bir iş teklifi sunup, matrise bağlanmanın bir yolu olduğunu vadettiğinde Case kendini şimdiye kadar yapılan en büyük soygun planlarından birinin içine düşmüşken buluyor.
Siberpunk evrende geçen her roman gibi Neuromancer da yapay zekâ konusuna değinmeden edemiyor. Hatta Case’in basit bir soygun diye kabul ettiği bu iş onu bir yapay zekânın kendisini özgür bırakma mücadelesinin tam ortasına atıyor. Kendisine Kışdilsizi denilen bu yapay zekâ için çalışmaya başlayan Case, zamanla yutabileceğinden çok daha büyük bir lokma ısırdığını fark ediyor fakat iş işten geçmiş oluyor.
Aslına bakarsanız Neuromancer’ın yeniden dilimize çevrilmesi için bundan daha iyi bir zaman olamazdı diye düşünüyorum. Midjourney’nin sanat dünyasında yarattığı tartışmalar henüz bitmemişken ChatGPT gibi yapay zekâlarla üretilen metinler her geçen gün kendimize yeni sorular sormamıza neden oluyor. “Hisleri olmayan bir varlık sanat yapabilir mi?”, “Neye sanat deriz?”, “Yapay zekâ işlerimizi elimizden mi alıyor?”, “Bir yapay zekâya ne kadar güvenebiliriz?” Neuromancer ise tam olarak bu noktada öne çıkıyor ve cevap veriyor: Hiç!
“Senin de bildiğin gibi, o şerefsizlere kimse güvenmiyor. Şu zamana dek hangi AI yapıldıysa, alnına bütünleşik elektromanyetik bir pompalı tüfekle yapıldı.”
Hiç şüphesiz yazımızı buraya kadar okuyanlar, hem hikâyenin hem de karakterlerin 1999 yılında vizyona giren The Matrix filmiyle çok fazla benzerliğinin bulunduğunu fark etmiştir. Hatta satır aralarında matris gibi filmde geçen birçok kelimenin yer alması dikkatli okurlarımızın dikkatlerinden kaçmamıştır. Bunun, Neuromancer kitabının The Matrix’ten ilham almasından kaynaklı olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat gerçek bunun tam tersi. 1984 yılında yayımlanan Neuromancer, Wachowski kardeşlerin The Matrix filmini yaparken adeta kullandıkları bir taslak. Kitaptaki ana karakterlerinden Case’in, Neo için bir diğer ana karakter olan Molly’nin ise Trinity için ilham kaynağı olduğunu söylemek mümkün. Hatta bu iddiamızı biraz daha ileri götürerek Case ve Molly’e, Neo ile Trinity’nin büyük büyük ataları bile diyebiliriz.
Türkçede benim de kullanmaktan büyük zevk aldığım “nevi şahsına münhasır” şeklinde bir kelime öbeği var ya. Hah, işte Neuromancer kelimenin tam manasıyla nevi şahsına münhasır bir kitap. Kitabın bizimkinden yüzlerce yıl sonrasını anlatan dünyası, içerisinde birçok terim ve özel isim barındırıyor. Dolasıyla orijinal dilinde bile okumanın bu denli zor olduğu bir kitabı başka bir dile çevirmek de bir hayli zorlaşıyor. Zaten Neuromancer kitabını daha önce “Matrix Avcısı” ve “Neuromancer” ismiyle çeviren iki yayınevi de çeviri konusunda büyük bir eleştiri almış hatta yerden yere vurulmuştu. Bu yüzden İthaki Yayınları’nın Neuromancer kitabını çevireceğini duyan hemen hemen herkesin “Bu sefer düzgün bir çeviriyle çıksın” gibi dilekler tutmasını anlayışla karşılayabilirsiniz.
Her ne kadar William Gibson’ın Neuromancer kitabında kullandığı okurun elinden tutmayan hikâye anlatıcılığı ve ağdalı dili ilk bakışta bir çeviri problemi gibi gözükse de bunun aslında yazarın tarzı olduğunu anlıyorsunuz. Sayfalar ilerledikçe kitabın diline daha fazla alışacağınızı düşünüyorsunuz fakat Gibson, kitabın son sayfalarına dek hayal gücünüzün sınırlarını zorlayan betimlemeler yapıyor. William Gibson’ın anlatım tarzının bu olduğu konusunda kendi içinizde anlaşmaya vardığınızda N. Can Kantarcı’nın, başarılması oldukça zor bir işe imza atarak kütüphanelerimizdeki büyük eksikliklerden biri olan Neuromancer’ı dilimize hakkını vererek çevirdiğine ikna oluyorsunuz.
William Gibson’ın hiç bilgisayar görmeden daktilo başında yazdığı Neuromancer, insanlığın beklediğinden çok uzak fakat bir o kadar da gerçekçi portresini çizen ve mutlaka okunması gereken bir bilimkurgu klasiği. Fakat sizi uyarmalıyım, Case ve arkadaşlarının çıktığı bu tehlikeli ve bir o kadar da zorlu yolculuk kesinlikle rahatını bozmak ve kendisini zorlamak istemeyen okurlara göre değil. Eğer geleceğin getirdiği rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye cesaretiniz varsa size en yakın kitapçıdan Neuromancer’ın bir kopyasını satın alın ve beyaz tavşanı takip edin.