Şiir üzerine yeni bir soruşturmaya başlıyoruz. Günümüz şairleriyle gelenekten günümüze şiirin durumunu, şiir anlayışlarını, nasıl yazdıklarını, şiir ile şairin varlıklarını konuşacağımız bir söyleşi dizisi olacak. Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi adlı bu dizimizin ilk konukları Emre Gürkan Kanmaz, Utku Yeşilöz, Fatih Kök, İlkay Şahin ve Esra Sağlık oldu.
“Yazar kılavuzluk edebilir size ve eğer bir gecekonduyu anlatıyorsa, bu gecekonduyu toplumsal adaletsizliklerin bir simgesi yapıp öfkenizi kışkırtabilir. Ressam dilsizdir: size bir gecekondu sunar, hepsi bu; orada dilediğinizi görmek elinizdedir.” Diyor Sartre, Edebiyat Nedir? kitabında. Bu kısa cümleden aslında sadece bir ressam ile bir yazarın ya da şairin arasındaki farkı aramak biraz sığ bir düşünce kalacaktır. Burada aslında şair ve ressam arasındaki farkın başka bir yaklaşımı da mevcuttur. Sartre’a göre ressam, izleyicisine sunduğu yapıtta herhangi bir tez sunmaz, izleyicinin zihninde canlandırdığı imin tam olarak karşılığını baktığı resimde bulduğunu söylemeye çalışmıştır. Bir ressama göre yazar ise direkt olarak sözcüklerle okurun zihnini işgal etmiş, okura herhangi bir şekilde im, zihinde canlanacak bir görüntü bırakmamıştır. Burada Sartre’a katılmak mümkün değildir. Her ne kadar iki yaratıcı farklı bir isim almış olsa da aslında ressamın ve şairin ya da Sartre’ın dediği gibi yazarın ulaşmaya çalıştığı şey aynıdır. Buradaki “şey” tahmin edersiniz ki imlemedir, imdir, imgedir.
Bu soruşturmanın amacını tek bir cümleyle açıklamayı çok isterdim. Ancak bu beş soru aslında soruşturmanın soruları yerine amacını taşımaktadır. Genel itibariyle soruşturma: Günümüz şairlerinin şiir ve düzyazı hakkında düşüncelerinin, şiirlerini yazarken neye dikkat ettiklerinin ve nasıl yazdıklarının, geleneğin şiiri ve şiir anlayışıyla günümüzün şiiri ve şiir anlayışı arasındaki farkının ya da benzerliklerinin, şiir ile şair farklı iki varlık mıdır yoksa bu iki farklı varlığın evi şairin kendi bedeni midir? konularının açığa çıktığı bir proje olacağını temenni ediyorum. Herhangi bir aksaklık olmazsa her ayın son haftası “Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi” adını verdiğim bu soruşturma devam edecek. İlkini gerçekleştirdiğim bu soruşturmada Emre Gürkan Kanmaz, Utku Yeşilöz, Fatih Kök, İlkay Şahin ve Esra Sağlık yer alıyor. Şimdiden iyi okumalar diliyorum.
“Arkadaşım, bu coğrafya kendini şiirle ifade etmek isteyenlerin coğrafyası ama sen düzyazıyı bütünüyle bir kenara bırakma. Çünkü şiir geniştir ama her şeyi şiirle anlatamazsın. Düzyazıyla soluklan. Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz.” (Şiirsaati dergisi-9. Sayı / Temmuz-Ağustos-Eylül 2010) Diyor Sennur Sezer. Günümüzde şiir yazan, yayımlayan kişilere şöyle bir bakacak olursak, genel itibariyle sadece şiir yazıyorlar. Düzyazı onlar için korku trenini anımsatıyor ve binmek istemiyorlar. Oysa günümüz şairleri ve onların şiirleri için inceleme, eleştiri(tenkit) gibi türlere ihtiyaç var. (kitap tanıtım yazılarından bahsetmiyorum) Geleneğe bakacak olursak bunun birçok örneğiyle de karşı karşıyayız: Cemal Süreya, Turgut Uyar, Gülten Akın, Memet Fuat, Fethi Naci… Sizce günümüz şiirinin düzyazı eksikliğinin sebebi ya da sebepleri nedir/nelerdir? Ayrıca yazılan bir inceleme ya da eleştiri yazısı objektif olabilir mi? Neden?
Emre Gürkan Kanmaz:
Şiir ile başladığım yazın serüvenimde hiçbir zaman şiirle yetinmedim, elimden geldiğince öğrenmek istediğim diğer türlere de açık bir biçimde katkı sunmayı hedefledim. Belki şiiri diğer türlerden ayrı tutup, öyle algılıyor olabilir eli kalem tutan arkadaşlar. Sennur Sezer’e son derece katılıyorum. Bence günümüz şiirinin düzyazı eksikliği kalem tutan kişinin/kişilerin evvela çağına yabancı durmasından kaynaklanıyor. Daha sonra bütünleyici sebeplerden söz edebiliriz. Nedir bunlar? Altyapı eksikliği, çevreden korkma, kendine yeterince güvenmeme, sosyo-kültürel açıdan bireyin gizliden gizliye kendinden korkması vb.
Objektiflik konusu mevzu bahis olunca nedense hep gülümserim. Kanımca günümüz eleştirmenleri maalesef objektif değiller. Bırakın objektif olmayı, yanından bile geçmiyorlar objektifliğin. Bunun çok komik sebepleri var elbette. Görebildiğimiz üzere bu durumun en büyük sebebi kişisel çıkarlardır. Bir eleştirmen, sırf karşısındaki eleştireceği kişiyi tanıyor ve kendisinden gizliden gizliye çıkar sağlamanın hesaplarını yapıyor diye kalemini yumuşatarak kaleme aldığı metnin değerini düşürüyor. Bu durum değişik şekillerde de karşımıza çıkıyor. Tarafsızlık ilkesinin ihlal edildiği onca saha mevcut... Edebiyat yarışmaları, etkinlikler, yayın aşamaları (kitap yayıncılığı), usta-çırak ilişkileri gibi çoğaltılacak listenin materyalleri bunlar. Özetlersek, günümüzde üzülerek söylemeliyim ki kendini akademisyen veya edebiyatçı gören/sayan onlarca kişi sadece ama sadece kalemini ve zamanını boşa harcıyor. Keşke özlenen edebi zamanlara geri dönebilsek!
Utku Yeşilöz:
Soruyla muhatap olmamın akabinde gözümün önüne Turgut Uyar’ın Bir Şiirden inceleme kitabı geliverdi. Ve evet, saydığınız şahsiyetler ya da onların peşi sıra sayabileceğimiz, şiir bilgisini ve dahi kalemini yazar-eser tenkit ve incelemelerle destekleyen isimlerle bezeli bir yazın geleneği mevcut. Hem Sennur Sezer’in sözleri hem sizin sorunuz bağlamında diyebilirim ki bu türlerdeki boşluğu özellikle şairler ve şiir üzerine düşündüğüm, onların peşine düştüğüm vakit ben de hissediyorum. Bu arada yolculuğumu seçmiş, yüzümü şiire dönmüş, onu evim kabul etmiş bir kimse olarak düzyazıya -bilhassa bu bahsettiğiniz türler üzerine- eğildiğimi bildirmek isterim. Bu konuda biraz geçmişimden bahsedip “eksikliğin” sebeplerini kendimce cevaplayacağım. İlk ve ortaokul yıllarımda yazmaya başladım. Yazı yazmayı hiçbir zaman bir ödev olarak görmedim. Yazılarım sınıf duvarına asıldığında veya okul koridorunda onlara denk geldiğinde sanki bir başkasının yazısıymış gibi, ilk defa görmüş gibi okudum onları, hep. Yükseköğrenimimi eğitim fakültesi, Türkçe öğretmenliği bölümünde tamamladım. Takdir edersiniz ki yazı yazmak bizim bölümde ders prensiplerinden. O zamanlar türler arasındaki ayrımın keyfini çıkarıyordum yazarak. Ve zamanla deneme, sohbet türüne olan ilgimi fark ettim. Ancak şunu söylemeliyim, bu yalnız bir ilgiydi. Ciddiyetim ve samimiyetim 2012 yılında şiirde kendini bulmuştu. Yine ilkokul zamanlarımdan bu zamana kadar istikrarla sürdürdüğüm günlük ve anı tutma eylemim yazmak noktasında bir başka ciddiye aldığım husustur.
Yazmak… Yazarken okumak… Son birkaç yıldır geliştirmeye çalıştığım okuma zevkimi düşündüğümde biyografi, otobiyografi ve inceleme türlerine yöneldiğimi, o türdeki kitapları okurken, iyi kitapları okurken, müthiş zevk aldığımı fark ettim. Ve nihai olarak bir yanımla şiire, şiirime yoğunlaşırken bir yanımla da birtakım gelişmeler üzerine bu türleri yazmaya giriştim görgüm yettiğince. Meraklı ve araştırmacı mizacım bu yolda da bana ışık olmuştu.
Şimdi acaba diyorum, eksiklik dediğimiz şey şairlerin bu ve buna benzer yollardan geçmeyişi olabilir mi? Her dem arayışta olmak, eksiklikleri görmeye daha çok fırsat verir. Okuduklarımızla bilgi birikiminin, genel kültür seviyesinin yükselmesi ve sonrasında bu türler için kullanılması gereken dille sahip olmakla birlikte güncel gelişmelerin takibinde olmak gereklidir ki “Düzyazı onlar için korku trenini anımsatıyor ve binmek istemiyorlar.” sözünüz bağlamında bu türlere karşı geri durma sebebini bahsini ettiğim donanıma sahip olmamaya bağlayabilirim. Bu boşluğu doldurmak adına denemek, ortaya çıkan ürünü de değerlendirmeye sunmak gerek düşüncesindeyim. Ben bunu yapmaya gayret ediyorum. Okuduğum bir şiir ya da şair-yazar üzerine biyografi, inceleme, eleştiri kitaplarını aralıksız yokluyor ve sonrasında kendi düşüncelerimle harmanlayıp kaleme alıyorum.
Yazılan inceleme ve eleştiri türünün objektifliği hususunda da şunları söyleyebilirim: Bir şahsiyetin ya da edebi eserin iyi, kötü, başarılı ve zayıf yanlarının bilimsel yöntemlerle incelenip ortaya koyulduğu tür olan tenkit, edebi eserin/ismin yalnız iyi yanlarının ortaya konmasında övgü; yine yalnız kötü yanlarının sergilenmesin yergi olarak nitelendirilir. Bu açıdan baktığımızda gerçek eleştiride eleştirmen objektifliğini elbet savunmalıyız. Eleştirmen/incelemeci eserlerin değerini ortaya koymakla hükümlüdür zira. Yazısında nesnel dili kullanıp akıcı, açık ve sade bir anlatımı tercih etmelidir. Ve yine eser belirleme, eleştirinin amacını belirleme konusunda özenli; bilgi toplama, tasnif ve yazma aşamasında hassas davranırsa objektifliği üst düzeye taşımış olacaktır düşüncesindeyim.
Fatih Kök:
Düzyazının bir şair için korku tüneli gibi görünmesi bana pek anlamlı gelmiyor. Ya da şöyle diyelim bu tersten daha doğru bir önerme olabilir. Yani kendini öykü, roman, inceleme gibi bir alanda yetkinleştirmeye çalışan biri için şiir, evet korku tüneline dönebilir. Öte yandan sayın Sennur Sezer’in düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz gibi bir ifadesine katılmak mümkün değil. Tabii eğer burada düzyazıyı başarmaktan, lisede kompozisyon ya da askerde mektup yazmak olarak algılamıyorsak. Ciddi eleştiri yazılarına ihtiyacımız olduğu doğru lakin sıkı bir eleştirinin ciddi bir birikim gerektirdiğini unutmamak kaydıyla. Dolayısıyla genç şiir meraklılarından böyle bir şey beklemek çok da rasyonel gelmiyor bana. Gelenekten ismini andığınız çoğu kişinin de eleştiri ve değerlendirme yazılarını, şiirlerini yayımlamaya başladıktan çok sonraları ortaya çıkardıklarını söyleyebiliriz. Eksikliğe gelince, bu bir teorik eksikliktir, edebiyat tarihi, felsefe, estetik, kurmaca teorisi bilmeden şiir yazabilirsiniz hatta pekâlâ iyi şiirler de çıkabilir fakat bunlara hâkim değilseniz sıkı bir düzyazı çıkmaz. Yazılan bir eleştiri elbette objektif olabilir hatta olmak zorundadır yoksa bir eleştiri metni olmaz. Sanat felsefesinin temel yaklaşımlarından biridir; bir eseri, bir metni beğenmeyebilirsiniz fakat karşınızdaki yapıt ortaya çıktığı günün bazı belirgin biçim ve anlam özelliklerini yetkinlikle sergiliyorsa görmezden gelemezsiniz. Yani şunu diyebilirsiniz; “bu şiiri pek sevmedim ama sıkı bir şiir”. Tersinden de düşünebiliriz, mesela bir süredir Şükrü Erbaş’ı düşünüyorum ve hâlâ neden bu kadar yüceltildiğini anlamış değilim. Eski bir söyleyiş ve tekrar eden bir içerik. Velhasıl bir metni değerlendirirken işin içine ideoloji, tanışıklık, cinsiyet, dergicilik, ödüller, yaş, vb. giriyorsa, farkında olmadan da bu reaksiyonlar gelişiyorsa orada eleştiriden, şiirden bahsedemeyiz.
İlkay Şahin:
Öncelikle Sennur Sezer’in düşüncesine katılmıyorum “düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz” ifadesi doğru bir ifade değil. Genellikle şiirde dikiş tutturamayanların düzyazıya yöneldiği aşikâr durumda. Elbette farklı türlerde yetkin örnekler veren isimler de var Melih Cevdet Anday, Hulki Aktunç ilk aklıma gelenler. Edebi türler dışındaki yazını dışarıda tutarak söylersem düzyazının yapıp da şiirin yapamadığı hiçbir şey yok. Bilakis fazlası var. Eleştiri inceleme gibi türler için yaptığın tespite ise katılıyorum. Günümüzde bu türler için kendini geliştirmek ve bu yönde ciddi çalışmalar yapmak isteyen/yapan kişi sayısı oldukça az. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Eleştiriye tahammülsüzlük bunlardan biri. Sert bir eleştiriyle karşılaştığında çok enteresan tepkiler veren şairleri hepimiz biliyoruz. Övgü sözcükleri arasında bile art niyet arayanlar mevcut. Bu meselenin bir yönü tabi ama asıl sebep eleştiri yapabilmek için eleştirmen adayının kendini zorlu bir tedrisattan geçirme zorunluluğudur. Eleştirmende olması gereken teorik bilgi, entelektüel donanım herkesin uğraşmak isteyeceği bir şey değil. Gerçi bu donanımlar şair içinde gerekli. Lakin şiir bu eksikliği göze çarpmayacak bir hâle getirebiliyor. Eleştiride ise bu cehaleti saklamanın imkânı yok. Son soru her zaman tartışılmış bir konu. Tartışılmaya da devam edecek elbette. Benim buna cevabım ise mutlak anlamda objektif olmanın imkânsız olduğu yönünde. Ortada ne kadar kıstaslar da olsa insanın olduğu yerde muhakkak belli bir sübjektif bakış olacaktır. İnsan ne yaparsa yapsın karakterinden, yaşadığı yerden, ideolojisinden ya da bilinçaltından etkilenir. Elbette bütün bunları bir miktar törpüleyebilir ancak yine de tam anlamıyla objektif olmak mümkün değildir.
Esra Sağlık:
Her şeyden önce bir şairin şiir üzerine söyleyecek sözünün olması gerektiğini düşünüyorum. Kastedilenin de eleştiri, görüş ve inceleme yazıları olduğu üzerinden yola çıkarak düzyazının düşünceleri disipline edeceği kanısındayım. Her sanat dalında olduğu gibi şiirin de kendi içinde disiplin gerektiren dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikleri besleyen dallardan birinin de şiir üzerine yazılan ufuk açıcı yazılar olduğunu söyleyebilirim. Siz geçmişteki bazı isimlerden bahsettiniz. Düşünsenize Gülten Akın’ın Şiiri Düzde Kuşatmak kitabını okumadan onu ve şiirini anlamak yarım olmaz mı? Ya da günümüzde var olan yeni şiir için geçmişe ışık tutan Cemal Süreya’nın ve Turgut Uyar’ın düzyazılarının hiç mi etkisi olmadı? Günümüz şiirinde düzyazılarıyla edebiyatımıza katkı sağlayan şairlerimiz var. Veysel Çolak, İbrahim Oluklu, Şeref Bilsel, Baki Ayhan… aklıma ilk gelenler. Tabii yine de yeterli değil. Özellikle şair ve gençlerde. Eksikliğin sebepleri içinde bence en önemlisi şiir üzerine düşünme eyleminin–yaşadığımız çağın hızına uyum sağlayarak- azalması. Şiir üzerine yazılan düzyazılar aynı zamanda gelecek nesiller için de toplumsal bellek oluşturur. Günümüz şairlerince bunun da kaygısının güdülmediğini görüyorum.
Yazılan bir inceleme yazısı ya da eleştiri yazısı nesnel olmalıdır. Ancak bu şekilde sanata ve şiire katkı sağlar. Öznel değerlendirmelerin, yersiz övgülerin ya da sataşmaların şiire katkı sağlayacağını düşünmüyorum.
“1970’lerde şiirimizde “ter, yara, hüzün, isyan, kan, acı” sözcüklerinin de aralarında olduğu pek çok kederli, yaslı ses yaygınlık kazanmıştı. 1940 toplumcularında da durum farklı değildir.” (Şeref Bilsel, Yalnız Şiir, Ayrıntı Yayınları, sf. 70) günümüz şiirinde de genellikle benim farkına vardığım sözcükler arasında “ben, varlık, varoluş, anne-baba, park, çağ, beden, yalnızlık” gibi sözcükler ve bu sözcükleri karşılayan imgeler yaygınlık gösteriyor. Bu sözcüklerin ve imgelerin yaygınlık göstermesi günümüz şiiri için neyi imliyor? Günümüz şiirinin yapıtaşı konumunda sizin bahsedebileceğiniz sözcükler ya da imgelerin kurulumunu da göz önüne alırsak izlekler nelerdir?
Emre Gürkan Kanmaz:
Toplum bilincinden birey bilincine göçün sonuçları bunlar. Aslında tam olarak da göç tamamlanmamıştır. Şöyle açıklayayım: Derin okumalar yapıldığında birbirinden farklı dönemlerin şairlerinde hem toplum hem de birey sahası gelişmiştir. Bazısı bu iki yaşam alanını da dengeli kullanarak kendini ifade edebilmiştir. Ancak keder mevhumu pesimizmin doruklarında dönenen şiirin gerecidir anlamına gelmemelidir. Keder dediğimiz şey mutlu bir anın ortasında da kendini gösterebilir. Varlık bilincinde de keder vardır. Burada kalem sahiplerine çok iş düşmekte… Özellikle günümüz şiirinin kurtarıcıları olmak derdindeyseler bir an önce şiiri topluma yaklaştırmalıdırlar. Süpermarketlerin, bilgisayarların, her türlü eşitsizliğin çağında yaşıyor olmamız toplumun aynası olabilmek adına güzel bir fırsat değildir de nedir? Bu sorun aşılabilir, yeterli inançla bu mümkün.
Ve sonra, yetmişlerin şiiri, coğrafyasının politikleştiği zamanların birinde doğmuştur, günümüzün politikselliğiyle o kadar benzeşiyorken varlıksal şiire saplanmanın derdini bireysel olarak çözebileceğimize inanıyorum. Çünkü birey toplumdan ayrı tutulduğunda derin bir yalnızlığın esiri konumuna varmış oluyor. Günümüz şiirinin acısını dindirmek çok zor değil diye düşünüyorum.
Utku Yeşilöz:
Bahsettiğiniz sözcükler ve yine onlara paralel olarak kullanılan sözcükler bir bakıma felsefi düşünme tarzının şiire kazandırdığı sözcüklerdir, diyebilirim. Zira ontolojik sorunların yalnız felsefede değil insanın kendini anlatma çabasının bir ürünü olan sanat ve dahi sanatın bir dalı olan edebiyat içerisinde, şiirde kendini göstermesi hakikattir. Hâl böyle olunca şiirdeki söylem dönemler arasında farklılıklar gösterse de kimi sözcükler ve onların imlediği kavramlar, olaylar, nesneler şiirin, edebiyatın önemli temaları arasında yerini koruyacaktır, derim. Bahsini ettiğiniz kelimeler için yine şunu eklemek isterim: Bu sözcüklerin, imgelerin şiirde sık görünür olduğunu kabul edecek olursak dün, bugün ve daima sürecek olan şairin varoluşsal sıkıntılarının yanı sıra bilhassa anne-baba, park, çağ kelimeleri geçmiş, çocukluğa özlem ve çatışmaya işaret etmekte. Günümüz şiirlerinde mevsim ve ay adlarına, çiçek adlarına, boşluk, kuş ve bahçe kelimelerine sıklıkla denk gelmekteyim.
Fatih Kök:
Öncelikle Şeref Bilsel’in değerlendirmesine pek katılamadığımı söylemem gerek. Yetmiş öncesi toplumcu şiirin çok daha umut dolu ve renkli olduğunu düşünüyorum. Sonrasındaki toplumcu gerçekçi diye anılan hat için andığınız sözcükler muteber olabilir. Ben o hattı, İkinci Yeni ile bir karşıtlık içinde yorumlamanın da hata olduğunu düşünüyorum Ancak yetmiş sonrası toplumcu gerçekçi şiirin, söyleyiş yetkinliğini aramayı bırakıp bir marş söyleme çabasına giriştiğini hissetmişimdir. İkinci Yeni içinde anılsa da bence o dönem gerçek toplumcu şiiri bir resim gibi Metin Eloğlu çizmeye en çok yaklaşmıştır. Tabii İsmet Özel’i de marştan sıkı şiire diyerek anabiliriz. Günümüz şiiri için bahsi geçen sözcüklerin ciddi bir kapsayıcılığı olduğunu düşünmüyorum. Belki ‘ben’, ‘varoluş’, ‘yalnızlık’ gibi çağrışımların etkisinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Yalnızca bu izlekler dahi, bizim günümüz şairlerinin tembelliğini göstermekte yeterli olabilir. Eskiden dışarıda olup biteni daha yakın takip ediyormuşuz, bugün postmodernizmin doksanlarda hüsrana uğradığından bihaber, yalnızca Türkçe bilen (ne kadarsa artık) ‘şairlerin’ sözde deneysel saçmalıklarına maruz kalıyoruz. Sözcükleri bir kenara bırakırsak sıkı şiir; ritimdir önce, canlıdır, özgün üsluptur, başka kavrayıştır. Nitekim günümüz şiiri yalan söylüyor, kimsenin kendiyle, varoluşla, bedeniyle, anlamla bir derdi yok. Eski bir alışkanlık sadece, -mış gibi yapıyorlar. Şairlerin kredi kartı borcuyla derdi var, sigara zammıyla, metrobüsle, dişçiyle, hükümetle, Fenerbahçe’yle, kimlikle, şiddet gören kadınlarla derdi var. Ama yalan söylüyorlar, bari onu becerseler.
İlkay Şahin:
“Ben, varlık, varoluş, anne, baba, park, çağ, beden, yalnızlık” aslında bu sözcükler birçok şeyi açıklıyor. Çağımızın insanı senin de bildiğin üzere oldukça yalnız. Artık arkadaşlıklar dostluklar bile sanal ortamda gerçekleşiyor. Birbirini hiç tanımayan insanlar bir bakmışsın sosyal medyada arkadaş oluvermiş. Artık gıyabi arkadaşlıklar çağındayız. Hatta gıyabi sevgililer çağı. Hiçbir zaman rûberû görüşülen arkadaşlıklar/dostluklar çağı gibi olmayacak. Burası muhakkak. Dolayısıyla şair de bedenine ve yalnızlığına dönmekten başka bir çare bulamıyor. Son soruya ise hakkıyla cevap vermek çok zor. Biraz daha zamana ihtiyaç var. Ancak belirli bir süre geçtikten sonra sağlıklı bir cevap verebilir.
Esra Sağlık:
Sait Faik bir öyküsünün sonunda “Dünya değişiyor dostlarım” demişti. Evet dünya değişiyor. İnsan; ekran başında, dünya parmağının ucunda olmasına rağmen yalnızlaşıyor. Bu kırılmalardan ve dönüşümlerden en çok etkilenen ve bireyci dediğimiz bu çağın sancısını en çok hissedenlerin başında sanatçılar gelir. Şiir, çağın ruhuna ayak uydurduğunda ortaya “varlık, varoluş, ben, yalnızlık…” gibi sözcükler çıkar. “Hayata siper alır gibi yazı masama yaklaştım.” der Pessoa. Günümüzdeki modern şiirde de durum böyle bence. Şair çağın trajedisi karşısında yazarak direnir. Beslendiği duygusal ve toplumsal kodlarla kurar imgesini. Sizin saydığınız sözcüklere “şehir, özgürlük, ölüm, zaman” izleklerini de ekleyebilirim.
İlhan Berk, Şairin Toprağı kitabında “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” şiirinin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde okura sunuyor. Bu soruşturmayı okuyanlar için siz de bir şiirinizin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde anlatır mısınız? Yazdığınız bu şiirin yazılışı esnasında (eğer varsa) ne gibi ritüelleriniz vardır? Olmazsa olmazlarınız var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bu soru sizlerin şiirlerinizi yazarken ne hissettiğinizi ve neler yaptığınızı göstermesi açısından önemli bu soruydu, bu soruyu bir de geleneğe bağlamak istiyorum: Günümüz şairi geldiği geleneği aşmak zorunda mıdır? Yoksa bu gelenekten de yararlanıp kendi dilini mi oluşturmalıdır?
Emre Gürkan Kanmaz:
“Ateşe Tapanların Şiiri” isimli şiirimi yazarken çok farklı bir ruh hali içerisinde günlerce kıvrandığımı hatırlıyorum. Benim için Sivas Katliamı’nı kaleme almak kolay bir şey değildi elbet ancak yazmaya da kararlıydım. Kendimce lanetlemek istiyordum o meşum günü. Bunun için bir hafta kadar okuma seansları gerçekleştirdim. İnternet baş kaynağım oldu. Elimdeki kitaplardan da fazlaca notlar çıkararak işe soyundum. Birkaç defa silip yeniden yazdım o şiirimi. Sonra son halini bir kez daha silerek sonuncusunu kaleme aldım. O zamanlar (bundan birkaç sene evvel) Kitapçı isminde, sadece kitap emekçilerinin katkılarıyla hazırlanan edebiyat ve kültür dergisinde yayınlanmıştı. İçimde soluyan katranı böylelikle dışarı atabilmiştim.
Onun dışında, şiir yazarken ritüellerden uzak bir yaşam sürdüğümü söyleyebilirim. Bir tür odaklanma büyüsü haricinde çok fazla şeye ihtiyaç duymam. Sigara ve sessizlik dışında sadece şiirle dans etmek isteyenlerdenim…
Şiirde gelenek olduğuna inanmıyorum. Ben bakış açımı dönemlere sabitleyen biriyim. Evet, bazı dönemlerde günümüz şiiri eşsiz başkaldırılardan bugünkü görüntüsüne ulaştı. Orhan Veli gibi korkusuz şairler sayesinde şiirin sınırları ortadan kalkmış oldu. Kaldı ki bir sanat türüne sınır koymak akıllı işi olamazdı. En fazla yazılı kültürden, o kültürün silinmez verisinden yararlanarak şiirin yolculuğunu sekteye uğratmamak adına bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorum. Aşmaktan ziyade eskiye benzememek… Dil oluşturma meselesinde de herkes kendi gemisinin kaptanı olmalıdır. Çünkü şiir her türlü toplumsal mevhumu yansıtmasıyla birlikte bireysel yaşayan bir canlı türüdür!
Utku Yeşilöz:
İlhan Berk… O ki adını duyduğum zaman beni hep heyecanlandıran bir isimdir. Ben İlhan Berk- “ev sahibim”-; Fazıl H. Dağlarca, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday gibi şiirini dönüştüren isimlerden.
Sorunuza gelecek olursak kendimi bir an çıplak hissettim. Zira şiiri konuştuğum bir ya da iki arkadaşım dışında kimseyi o anların bilgisine ortak kılmadım bu zamana kadar. Ama şimdi…
Şöyle ki bir ritüelim yok. Öncelikle bunu söylemiş olayım. Ama şiirim için, kendimi daha iyi hissetmek için koşturduğum şeyler var elbette. Onlardan bahsedeyim. Odamda yazmak mesela; masamda, kitaplarımın yanında. Ve illa defter illa kalem… Eski usul yani. Bu mümkünse ne hoş. Değilse şiiri kaçırmaktan korkarım. Tek korkum budur. O nedenle bana kendini duyuran şiiri nerde ve ne zaman olursa kayda almaya çalışırım. İmkânım varsa o an yanımda taşıdığım herhangi bir şeye notumu alırım; bir dize, birkaç dize ya da bir şiir… Yazmaya imkân yoksa –hani olur olmadık yerde gelirse- içimden tekrarlarım sözcükleri. Araya bir şey girmez de unutmazsam sözcükleri, ilk fırsatta defterime yazarım.
Olmazsa olmazlar… Duymak… Beni ve şiirimi ıslah ettiğine inandığım şeydir, duymak. Ben kulaklarıma teşekkür ederim ki şiiri bana getiren odur. Doğayı, etrafımdaki sesleri duyarak yazıyorum şiirimi. İkinci olarak görüntüler beni ilgilendirir. Görüntüleri “duyarım”. Resimler, fotoğraflar, eşyalar… Yazma aşamasında kâğıda tarihi atar -bu son bir iki yıldır edindiğim bir alışkanlık- şiire bırakırım kendimi. Şiir bittiğini bana duyurduğunda bir okuma yapar, gerekirse o an üzerinde kalem oynatır sonrasında şiiri bırakırım. Demlensin. Duymadığım bir şey kalmışsa da şiire döndüğüm bir başka vakit o bana kendini duyurur inancını taşırım.
Şiir ve gelenek… Şair ve gelenek… Bir kere her şeyden önce samimiyetle şunu söylemek isterim: Çok okudum, çok okuyorum. Nitelikli olan, ufuk açıcı olan, şiirimi ve beni besleyeceğine inandığım eserleri edinme ve devamında onları okuma, notlarımı alma, okuduklarımı içselleştirme gayretindeyim. “Şiir okuyorum” ben de benden önceki kuşaklar gibi… Kuramsal olarak Türk ve dünya edebiyatındaki şiiri ve şiir örnekleri okuyorum. Ve elbette okuduğum şiir ve yazılar bakış açıma, yazdığım şiire sirayet ediyor. Etmelidir de. Geleneği yok saymanın çürük bir düşünce olduğu kanısındayım. Geçmişe baktığımızda da günümüzde de geleneğe karşı çıkan, geleneği kıran, dönüştüren isimlerin bir yerde yapıca -öz ve biçimce- belli noktalarda gelenekten beslendiğini bilmekteyiz. Şiirin yenilenmesi, dönüşmesi gerektiğini, bu şekilde kalıcılığı yakalayacak olmasını düşünmekle birlikte gelenekten yararlanan şairlerin bir zaman sonra özgün birer üslup yakalayacağına da inanıyorum.
Fatih Kök:
Bir şairin, şiirinin oluşumunu anlatması iyi bir fikir mi pek emin değilim. Belki sırf anlatmak için bir şiir yazmak denenebilir. Bilmiyorum. Ancak sıkı bir şiir eninde sonunda şairinin açıklamalarından da fazlasını taşır. Dolayısıyla onu ortaya çıkaran kişinin kendi eserine ket vurması bana garip geliyor. Saygısızlık etmek istemem ama İlhan Berk’in de bu açıdan bakıldığında çok fazla sıkı şiiri olduğunu söylemek iyimserlik olacaktır. En azında oranlarsak. Gerçi bu durumdan daha kötüsü de var, şairlerin şiirlerini okuma çabası. Herkes için değil belki ama çoğu komik duruma düşüyor bence. Fazıl Say’ın bestelerini seslendirdiğini bir düşünsenize. Şiir yazarken oluşan ritüeller ise biraz üst sınıf bir âdet olsa gerek. Boğaza nazır bir evin şöminesinin önünde kırmızı bir İtalyan şarabı eşliğinde yazmıyor çoğu kimse. Ben nasıl yazıyorum meselesine gelirsek pek ritüellerim olduğunu söyleyemem. Bazen bir duvarda bir yazı görüyorum, başka bir şey hatırlatıyor bana, metroda onu örmeye çalışıyorum, evde salak bir programa bakarken bazı dizeler ekliyorum. Belki sabah uyandığımda hepsini boş veriyorum. Günümüz şairi geleneği aşmak zorunda değildir. İki sebepten ötürü, birincisi kendisinden önce bir gelenek yoktur. Yani seksenlerin sonları ve doksanlarda ülkede güçlü bir şiir geleneğinden bahsetmek bence gerçek dışı olur. İkinci olarak da bir geleneği aşmak meselesi sıkıntılıdır. Garip, Nazım’ı aşmış mıdır mesela yahut İkinci Yeni neyi aşmıştır? Gelenekten yararlanıp kendi dilini oluşturmak ise olmaz olmaz bir durum. Aksi takdirde şair değil, hiçbir eseri bestelenmemiş bir söz yazarı olursunuz.
İlkay Şahin:
“Çargâh” isimli şiirimin anlatılacak bir hikâyesi var denilebilir. Şiire genellikle bir sözcükten ya da bir şah dizeden yola çıkarım. Daha sonra ana çatıyı oluşturup şiirin mimarisini düzenlerim. Bu şiire de başlamadan evvel “korumak” kelimesi zihnimde dönüyordu. Bir hafta boyunca bu kelime hakkında tefekkür ettim. Ama bir yere varamadım. Bir gece rüyamda kendimi lise yıllarıma dönmüş olarak buldum. O vakitlerde okuduğum lisenin karşısındaki kırtasiyede, şimdi kullanmakta olduğum not defterimi gördüm. Şimdiki zamandan bir imgeyi görünce rüyada olduğumu da anladım. Rüyamda bir süre düşündükten sonra beklediğim dize aklıma düştü ve dizeyi not defterine yazdım. Sonra birden uyanıp aynı not defterine uzandım ve aynı dizeyi yazıp şiirin devamı gelir umuduyla geri yattım. Rüyamın da şiirin de devamı gelmedi. Sabah uyandığımda ise korka korka not defterimi elime aldım. Dizeyi rüyamda beğenmiş olsam bile gerçeklikle çarpışmasının nasıl olacağını merak ediyordum. Şükürler olsun dize tam istediğim gibiydi. Gün boyunca çalışıp şiiri tamamladım. En kısa sürede bitirdiğim şiirim oldu. Zaten oldukça kısa bir şiir.
Çargâh
ateşin vaazını almadım kaale
söndü, soldu…
ama sen üstüne titre
koru kalbindeki koru…
Böylece bir kısmı rüyada yazılmış bir şiirim oldu. İkinci soruya gelecek olursam. Genellikle geceleri çalışırım. Bazen bu çalışmaya musiki de eşlik eder. Bu genellikle Bach, herhangi bir saz semaisi ya da peşrev olur. Düşüncemi bastırmaması için sözlü müzikleri tercih etmem. Ayrıca sürekli not defteri taşırım. Şiir çalışırken, kendimi epeyce hırpalarım aslında. Şiiri bozarım, düzenlerim, nadasa bırakırım, vazgeçerim. Bir şiiri tamamlamam bir iki istisna hariç genellikle aylarımı alır. Yazdıklarıma karşı müşkülpesent bir tavır takınırım. Hiç düşünmeden aylarca çalıştığım bir şiiri yok edebilirim.
Diğer soruya geçmeden evvel geleneği tanımlamak gerekir. Benim için şiir geleneği, batının, doğunun ve kendi şiirimizin tamamını kapsar. Özetle Hilmi Yavuz'un “sahih şiir” dediği sonuca varmanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Benim için Octavia Paz, Nizamî, Yunus Emre de gelenektir. Türk şiiri özelinde konuşacak olursam şiir, dilimizin en yetkin örneklerinin verildiği edebi tür olarak öne çıkar. Dolayısıyla çıta yukarıda. Şair ya bu çıtanın üstüne çıkmalı ya da en azından o çıtaya yaklaşmalı. Burada Necatigil’i hatırlamamak olmaz. “Şiir geçmişte yapılan atıflarla ilerler”. Bu noktada son soruna da cevap vermiş oluyorum sanırım.
Esra Sağlık:
Şiirin gerçekliği ile yaşamın gerçekliğinin paralel olması gerektiğini düşünüyorum. Bazen kalabalık bir caddedeyken başlarım ilk sözcükleri duymaya. Bazen okulda öğrencilerimle beraberken yakalarım bazı imgeleri. Kimi zaman da beni çocukluğuma götüren bir mevsim gelir ve tam da buradan bir şiir çıkar. Salah Birsel’in dediği gibi “Bir şiir kendinden ibaret değildir. Bir şiir yalnız o şiire giren değil bir de girmeyen kelimelerden meydana gelir.”
Sevdiğim şiirlerimden biri olan “Varoluş Gülü” adlı şiirimin oluşum sürecine kısaca değinmek isterim. Kış mevsimi bana oldum olası çocukluğumu ve çocukluğumdan kalan yer, ses ve kişilere ait kareleri hatırlatır. “tutup çektim sonsuzluğun içinden/ örselenmiş ellerimde varoluş sızısı” dizeleri soğuk bir günün sonunda belirmişti zihnimde. Aydın’da yaşadığım için kışın kar görmem oldukça zor bir ihtimal. Çocukluğumda Ankara’ya yağan karı içime yağdırmayı yeğledim dizelerimde. “kar kırılırken içime/ çiçeğim gül olmuyor bu mevsimde. Sonrasında birkaç gün zihnimdeki imgeler ve çağrışımlarla içime dönerek geçti. Tabii şiirin oluşum sürecine ülke ve dünya gündeminin de etkisini yok sayamam. Bu aşamada zihnimde beliren tek sözcük “şefkat” olmuştu. Çoğu şiirimdeki değişmez ritüelim olan benim için çok özel bir fon müziğim ve masam bu şiirde de varlığını sürdürdü. Bu asırdan ve insanın yenilmişliğinden uzak kalmak için bir koza örüp masamda şiire sığındım sanırım. “ey yenilmiş şefkat/ bileğim tütsüleniyor/ ördüğüm kozada” ve sonrasında yine çocukluğum, kış, annemin o buz gibi evimizi ısıtma telaşı şiirde yerini buldu. Şimdiyi, yaşadığımız bu çağı karşılayan mevsim kıştır bana göre. Şiirdeki “annem ısıtırken evimizi emeğin nefesiyle/ dünya ağır kış” bölümüyle de bunu anlatmak istedim. Şiirimin oluşum sürecini anlatmak benim için bir ilkti aslında. Daha fazla derine inmesem de olur herhalde. (Bu kısımda yüzümdeki gülümsemeyi belirtmek isterim)
Günümüz şairi gelenekten yararlansa da yararlanmasa da kendi dilini oluşturmalıdır. Orhan Koçak, Bahisleri Yükseltmek kitabında Turgut Uyar’ın kendini yaratma deneyimini irdelerken bazı tespitlerde bulunur. Bunlardan birisi de şudur: Her şiirin hayatında üç şiir vardır:
1. Daha önce yazılmış olan etkili bir şiir
2. Yazılmakta olan şiir
3. Henüz yazılmamış ve yazılabilecek şiir
Ben bu durumu geçmişin yani geleneğin ister istemez yazılan hatta yazılabilecek şiirde etkili olacağı şeklinde yorumluyorum. Önceki şiirlerin şimdiki şiirler üzerinde hakkı vardır. Bu etkilenme ya da poetik akrabalığın ötesine geçmemeli ve şair dili eğip bükerek güçlü bir yankılanmayla kendi dilini oluşturmalıdır.
"Benim için eşyada duygu aramak, önüne geçilmez bir alışkanlıktı bir zaman. Kullandığım zaman eşyanın duygularının farkında olmazdım. Pencereyi açtığım zaman pencerenin, gemiye bindiğim zaman geminin konuşan bir hali yoktur da asıl açmadığım pencere, binmediğim gemi dile gelir" diyor Sabahattin Kudret Aksal. Bu alıntıdan yola çıkarak şiirde nesne veya eşya kullanımına dikkat çekmek istiyorum. Kimi zaman şiirde kullanılan nesneler özne durumuna geçer. Özelde sizin şiirinizde, genelde ise günümüz şiirinde nesne kullanımı için düşünceleriniz nelerdir? Günümüz şairleri Garip’ten devraldıkları şiirde nesne ve eşya kullanmayı, nesne ve eşyayı şiire katmayı başarabilmişler midir? Günümüz şiirinde kullanılan nesne ve eşyanın şiirdeki yeri nedir?
Emre Gürkan Kanmaz:
Şiirimde nesne ve eşya kullanmayı çok sevmem. Genellikle bir durum anlatıcısı olmayı yeğleyerek şiire başvuruyorum. Belki hoşuma gittiğinden, belki de bana kolay gelmesi sebebiyle bunu yapıyorum, bilemiyorum. Vaktiyle özne konumuna geçirdiğim nesneleri ve eşyaları kullandığımı anımsıyorum hatta birkaç şiirimde nesneleri ve eşyaları arkadaşlarım olarak dillendirdiğim de olmuştu. Şiirde nesneler/eşyalar (ve diğer her şey de) olmalıdır, çünkü soyut ile somutu en iyi bir biçimde anlatım yolu onlar sayesinde mümkündür diye düşünüyorum.
Günümüz şiirinde nesneye ve eşyaya gelecek olursak: Şiirine hangi nesneleri/eşyaları ne kadar koyacağı şairin tasarrufundadır. Kanımca günümüz şiiri nesne/eşya kullanımında aşırıya kaçmadı tabi bu dediğim toplumsal şiir için geçerli, bireysel şiirde zaman zaman aşırıya kaçıldığını gözlemliyorum. Benim bu konudaki kaygım şiirin özünün bozulmamasıdır. Yoksa şiire her şey girebilir, her şey de girdiği gibi çıkabilir…
Utku Yeşilöz:
Şiirin kaynağının insan, doğa ve hayat birlikteliğinden meydana geldiğini düşünmekteyim. Kimi zaman doğa ve eşyalar canlı birer varlık olarak şiire girmekle birlikte edebî metinlerin ayırıcı bir özelliği olan “kelimelerin bilinen anlamlarının yanında yaygın olmayan anlamlarının da işlenmesi” -ki buna alışılmamış bağdaştırma diyelim- yani kelimelerin mecazî anlamlarının yoklanması, eşyayla arasında ilişki kurulması şairin kelimeleri durmadan yokladığını bize işaret eder. Nesneyi, doğayı böylesi bir bakış açısıyla ele aldığını düşündüğümüz vakit, şairin tasvirde bulunurken zihinsel faaliyeti üst safhada tutacağı aşikârdır.
Bir de ayrıca şunu eklemek isterim, şairin illa ki o nesneye ihtiyaç duyacağını düşünmemekteyim. Zihninde zaten o nesnenin imajı hazırdır. Burada yardımcı öge elbet sezgi. Sezgi, bir şeyler anlatma kaygısından uzakta olan şairin doğa ve eşyayla ilişkiye girdiğini hissettirmeye vesiledir. Yine bu bağlamda şairin, somut olan ya da somutlaştırdığı varlıkları şiire taşırken taklit yöntemini kullandığını söyleyebiliriz. Mallarmé'nin tabiriyle şiirin görevi nesneyi anlatmak değil, "nesneyi esinlemek"tir. Şiir, şaire bunu yapar. İnsan ruhunun derinliklerine inerek farklı bir yaratıcılıkla nesneyi anlatmak, nesneyi insanın bakış açısına göre yoğurmak, betimlemek şiirin esasıdır diye düşünmekteyim. Şair, her nesnede değişen halleriyle “ben”i ve sanatkâr “ben”i açığa çıkarmaya çalışmakta. Takip ettiğim kadarıyla günümüz şairleri için de bu söz konusu.
Fatih Kök:
Şiirde, karşıdaki şeye yönelim, yani onu nesne haline getirme aslında bir bakıma mecburiyet. Tasvirden yahut örneklemeden çok daha güçlü bir imleme. Çünkü insan zihninde düşüncenin yönelimi böyle işliyor. Kant’ı, Hegel’i aklımıza getirelim, akılda kurulan bir yapı da olsa her şey karşıda bir şeyin var olmasıyla başlıyor. Garip çok daha günlük, somut bir yere bakıyordu. Fakat sonrasında, özellikle Turgut Uyar, İsmet Özel gibi isimlerle, karşıda duran şey, kendindeki haliyle kuşatılmaya yakınlaştı. Çünkü tanrı da masa da güzel de eşyalaştı. Böylece bireysel olanın kuşatıcılığı ve anlamın çok katmanlılığı genişledi. Günümüz için çok yerinde saptamalar yapmak henüz mümkün olmayabilir lakin somuta doğru yarı bilinçsiz bir gidişat gösterilebilir. Öte yandan kendini deneysel şiir olarak ortaya atan bazı metinlerin de bu bakımdan İskender’in etkisinden kurtulamadığı söylenebilir. Kendi şiir yazma çabam için, bazı nesneleri dikkatlice ve manipüle ederek kavramsallaştırmaya uğraştığım görülebilir. Bunları tek tek ifade etmek sıkıcı olur sanırım.
İlkay Şahin:
İlk olarak şunu söyleyeyim ki ben Garip’ten (Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın garip çizgisinden uzaklaştıkları ikinci dönemi elbette dışarıda bırakıyorum) hiçbir şey devralmadım. Nesne kullanımına dair Asaf Halet Çelebi, Emily Dickinson, Vural Bahadır Bayrıl, Eugenio Montale gibi isimler beni daha çok etkilemiştir. Yazmaya çalıştığım şiir özelinde konuşacak olursam nesnenin ya da şeylerin metafiziği, benim ilgi alanımdadır. Onu algılayış tarzım, bende bıraktığı intiba şiirimin satır aralarında var. Günümüz şairlerinin çoğu bu tip meselelere kafa yormamayı tercih ediyorlar. Senin söyleminle eşya, nesne ya da benim tercih ettiğim ifadeye göre “şeyler” günümüz şiirinde istisnalar hariç sadece bir araç olarak var.
Esra Sağlık:
Şiir; şairinin eşya ve insan odağında dış dünyaya bakışını yansıtır. Eşyalar ait olduğu insanlara benzer. Sanatçıların eşyalar ve nesnelerle bağı diğer insanlara göre daha güçlüdür. Onlar nesnelere geçmişi, şimdiyi ve geleceği yükleyerek muazzam çağrışımlar yapabilirler. Didem Madak, şiirlerinde nesneler üzerinden kurduğu imgelerle bilinçaltını ortaya koymuştur. “seni sevince kıpırdayan her şiiri/kahverengi bir çaydanlıkta saklıyorum”, “keşke nane şekeri gibi mentollü bir buluttan doğaydım” dizeleri nesnelere nasıl yeni bir ruh kazandırıldığını gösterir. Haydar Ergülen de şiirinde nesneyi kullanan şairlerdendir. Onun “Gözlüklü Şiir”i bunun en güzel örneklerindendir. Yine Şeref Bilsel’in duygularını nesnelerle ifade etmesi de aklıma ilk gelenler arasında yer alır. “yıllardır eşi aranan terliği/ dışarı fırlatıyor babam” Günümüz şiirinde nesne ve eşyanın önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Gündelik hayatta kullanılan bütün nesnelerin insanla ilişkisi başladığı anda artık estetik bir yaratıya dahil olması kaçınılmazdır. Benim dizelerimde de okurda nesneler aracılığı ile belli bir duyuş oluşturma söz konusudur. “torbadan düşen erik sesi çocukluğum” ya da “teki kaybolmuş çorap yalnızlığı üstümde” dizelerini örnek olarak söyleyebilirim.
“Güzellik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dünya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğuna göre, belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şiirde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir” diyor Oktay Rifat, Şiir Konuşması kitabında. Soruyu fazla uzatmadan, Rifat’ın bu düşünceleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiir ve şair ayrı iki varlık mıdır? Yoksa ikisini birbirinden ayıramaz mıyız?
Emre Gürkan Kanmaz:
Belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışı elbette vardır. Bu belki ütopyadır, belki karabasan ancak yine de vardır. Dolayısıyla ister bilinçle ister bilinçsizlikle bir şair her zaman olmasa da bir güzelliğe varabilir diye düşünüyorum.
Rifat’a kısmen katılmakla birlikte bence şiir ve şair iki ayrı varlıktır. Öyle ki bu iki varlığın bir zaman yolları ayrılacaktır. Şiir bitimsiz bir kısraktır. Evrenin sonuna değin hız kesmeden yoluna devam edecektir. Şair ise sadece o kat edilen yolun veya hızın izleyicisi olabilir. Bu bağlamda ben ortada büyük bir sınır çizgisi görüyorum. 3. sorunun cevabında demin demiştim, şiir başlı başına bir canlı türüdür!
Utku Yeşilöz:
Geçen sonbaharda Ahmet Muhip Dıranas ve onun şiiri üzerine düşünüyordum. Hatta düşünmekle kalmayıp bir şiirini incelemeye de niyetlenmiştim. Sonra bir vesile vazgeçtim. Tamamlanması belki başka bir vakte kalacak olan bu girişim bana şiir nedir, şair nedir vb. soruları sorduruyordu o dönem. Oktay Rifat’ın yayımlanmış tüm şiirlerini okumakla birlikte okul niteliği taşıyan yazılarıyla da yine o dönem tanıştım. Şiir Konuşması’ında yer alan “Şairin Düşünürlüğü” başlıklı yazıdan aldığınız bu pasajı öncesi ve de sonrasıyla biliyorum; Oktay Rifat’ın bu sözleri sarf ederken ki maksadını da. O vakit okurken beni içine çeken düşünceler, söylemler şimdi bir kez daha durup düşündürüyor beni ve sizin de sorunuza cevaben aklımdan geçenleri buraya yazmama vesile oluyor.
Güzelliğin uyandırdığı zevk… Estetizm… Yaşamda ve sanatta olgunlaştırmaya çalıştığımız güzellik anlayışımız her yeni deneyimle bizlerin belleğinde ve duygularında gelişir. Burada esas mesele doğa, sanat ve kültür üzerine düşünmekle bu anlayışı şekillendirebileceğimiz gerçeğidir. Oktay Rifat’ın sözlerini bu çıkarıma bağlıyorum. Düşündükçe şekillenen dünya görüşü bize güzel olanı arama, “duyma” imkânı verecektir, derim. Şairin düşünür niteliğinde olması pek tabii çokça okuması, okuduğunu yazıya işlemesi, dili yetkin kullanmasını gerektirmektedir. Zira burada bahsettiğimiz güzellik de salt güzellik değil sonuçta. İzah etme, betimleme becerisi, şiirine her neyi taşıyorsa onu da başarıyla yerine getirmesi şairin güzellik anlayışının ne derecede olduğunu yansıtır.
Şiir ve şair… Şiirin ve şairin birbirindeki yerine şöyle bakabilirim, şair elbette burada yaratıcı güç, şiir de yaratılan öge. Şair daha iyi ve daha güzel arayışında şiirini yeniler. Yenilenen şiir de şairi yeniler. Bu etkileşim şairin, şiirine benzemesini doğurur mu, düşünelim.
Muhakkak ki şair şiirini, şiir de şairini besler. Yani şairin sanat aylayışı, duyuşu, yaratım süreci eserini etkiler; eser de sanatçısından izler taşır. Şair ile kuralların ve aklın ötesindeki şiir arasında özel ve devinim hâlinde olan bir bağ vardır. Bu yönüyle her şiir yaratıcısının bir parçasıdır. Başka olarak yan yana, iç içe durabilen zincirin birer halkası olurlar ve birbirlerini tamamlarlar. Yalnız şairin bu zincirde şiirinden bir önceki halka olduğunu düşünüyorum. Zira ortaya koyduğu ürüne sadakati ve sorumluluğu bunu gerektirir. Şairin anlatma ihtiyacı da şiirin kalıcı olma hakkı da bu yaklaşımla en sağlıklı biçimde yerine gelir, derim.
Fatih Kök:
Zor soru, çoğu zaman kafamı epey kurcalayan bir durum bu. Ama hemen başında Oktay Rifat’ın görüşüne katılmadığımı belirtmeliyim. Bir kere alıntılanan metindeki argümantasyonda bir öncül hatası mevcut. Dünya görüşü, neden güzellik anlayışını kuşatıcı bir üst yapı olmak zorunda ki? Pedofili bir bilim insanını düşünelim mesela, deneysel olarak ispat ettiği bilimsel yasaları ahlaki gerekçelerle yok saymak mümkün müdür? Tacizci olması bir oyuncuyu, kadın ya da erkek olması fark etmez, kötü bir oyuncu yapar mı acaba? Kötü bir insan yapar kuşkusuz. Dolayısıyla şairler iyi insanlar olmak zorunda mıdır bilmiyorum. Tersinden de düşünebiliriz, çok kabaca sıkı şiirler yazana şair diyorsak eğer belki de İsmet Özel büyük bir şairdir, insan olamamasına rağmen. Yine öte yandan çok sevdiğim Behçet Aysan’ı, Madımak katliamında yitirmiş olmamız onun şairliğini yüceltmez herhalde. Belki de bu sömürü en çok genç yaşta yitirdiğimiz şairler üzerinden yapılıyor ne yazık ki. Yani şiir ile şairi değil de estetik ile etiği birbirinden ayırabiliriz. Biliyorum kolay değil ama hepimiz biliyoruz ki bu dünyada kötü niyetli insanların sayısı şiir, yazmaya cüret edenlerin sayısından kat be kat fazla.
İlkay Şahin:
Son sorudan başlayayım. Kesinlikle şiir ve şair ayrı varlıklardır. Şiirle ilgili olan herkesin, şiirini sevdiği ama şairinden pek hazzetmediği (tam tersi de olabilir) bir isim ya da isimler mevcuttur. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle. Yaptıklarını, ettiklerini onaylamadığımız ama şiirine saygı duyduğumuz isimler daima olacaktır. İlk soruya gelecek olursam. Maalesef Oktay Rıfat'ın bu düşüncelerine katılmıyorum. Öncelikle güzellik anlayışı denilen olgu Platon’dan bu yana tartışılan bir mesele. Güzellik gibi sübjektif bir konu üzerinden bir değerlendirme yapmak çok zor. Hele hele şairin bir düşünür olma zorunluluğu kesinlikle yoktur. Çünkü şiir felsefenin bir adım önündedir. Parçadaki “geri düşüncelerle yoğrulmuş” ifadesindeki geri düşünceden kastın ne olduğunu bilemiyorum. Hadi o geri düşünceye “faşizm” diyelim. Ama biliyoruz ki bir şair “faşist” olduğu halde pekâlâ iyi şiir yazabilir. Evet, kendisinden faşist olduğu için elbette tiksineceğiz ama bu şiirin niteliğini değiştirmez. Bence Oktay Rifat da bunu biliyor. Bu romantik bir söylem olmuş. Şaire gereksiz bir kutsiyet atfedilmiş. Şairin tek bir zorunluluğu vardır o da şiir yazmaktır. Başka herhangi bir zorunluluğu yoktur. Şairin herhangi birinden tek farkı, hayatı hurufî bir şekilde yaşaması ve diğer insanlara göre kelimelere arasının daha iyi olmasıdır. Bunun dışında her şey aynı.
Esra Sağlık:
Şiiri şairinden ayrı düşünemeyiz. Şairin kalbinin ve beyninin ibresi şiirini gösterir kanımca. Şairin yaşam tarzı, sanat anlayışı yaşadığı çağa bakışı ve duruşu onu şiirlerinde ele verir. İnsanla, insanın varoluşuyla şiirden daha çok ilgilenen sanatsal bir yaratı olmamıştır. Bu nedenle şiir kendi mimarından ve onun insanla nesneye bakışından ayrı olamaz. Mayakovski, “Şiir bir üretimdir, çok güç ve karmaşık türden bir üretimdir.” der. Bu üretimi yapacak olan şairin belirli bir dünya görüşü, sosyal, kültürel birikimi, estetik anlayışı olmadan şiir yazabileceğini düşünebilir misiniz? Kendine özgü dinamikleri olan şiir sanatının bilinçli icra edilebilmesi için dilin inceliklerinden tutun da varoluşa ve çağa dair de donanıma sahip olunması gerekir. Oktay Rifat “Güzel şiir nasıl yazılır demeden, ben nasılım, demeli!” cümlesiyle de şairin kendini iyi yetiştirmesi gerektiğini çarpıcı bir biçimde dile getirir.
Fotoğraf: Jan Erik Waider