24 EKİM, PERŞEMBE, 2019

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -5-

Günümüz şairleriyle gelenekten günümüze şiirin durumunu, şiir anlayışlarını, nasıl yazdıklarını, şiir ile şairin varlıklarını konuştuğumuz söyleşi dizimizi sonlandırıyoruz. Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi adlı bu dizimizin beşinci ve son bölümünün konukları Emrullah Alp, Hakan Unutmaz, Tunca Çaylant ve Yiğit Ergün oldu.

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -5-

İlkine 29 Nisan’da başladığımız soruşturmanın sonuna geldik. Bu soruşturmaya benim kadar emek harcayan başta Begüm Kakı olmak üzere Artful Living emekçilerine ve soruşturmaya katılan herkese teşekkür ederim.

Soruşturma her ne kadar “gelenek” başlığı altında ilerlese de birkaç amacım vardı bu soruşturmayı hazırlarken. İlki elbette “gelenek” üzerinden günümüz şairinin gelenekle ilgili olan fikirleriydi. Ve ilk sorumuz da buna istinaden sorulmuş bir soruydu. Günümüz şairinin kalemini genellikle sadece şiir için oynattığını, düzyazı -özellikle de eleştiri- metinlerinden uzak durduğunu görüyordum. Diğer sorular gibi bu soruda da açık açık sormaktansa üstü kapalı sormayı tercih ettim ve doyurucu cevaplar aldım.

İkinci soruda ise, özellikle Gezi Parkı süreci ve sonrasında gelişen siyasi, politik ve sosyolojik sayabileceğimiz olayların sonucunda, günümüz şairinin sık kullandığı kelimelerden birkaçını örnekleyip kendilerinin de denk geldiği kelimeleri, bu kelimelerin şiirimizin yapısını ve gelişimini nasıl etkileyeceğini öğrenmiş olduk.

Üçüncü soru İlhan Berk alıntısıyla açıldı. Bu alıntı hem benim için özeldi hem de soruşturmaya katılan şairlerin verdikleri cevaplar açısından özeldi. Öyle ki şairlere neredeyse açık açık bir şiiri nasıl oluşturduklarını, şiiri oluştururken nelere dikkat ettiklerini, herhangi bir ritüelleri olup olmadıklarını sordum. Açık konuşmak gerekirse bazı cevaplar istenilen doyuruculuktayken, bazı cevaplar ise beklediğimin altında kaldı. İlhan Berk’in “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” şiirini açıkladığı Şairin Toprağı kitabındaki gibi ya da buna benzer bir açıklama beklerken, bazı şairler özelini korumak istediler. Elbette yargılamak bana/bize düşmez.

Dördüncü soruda da yine günümüzde ve geçmişte hem şiirde, hem öyküde, hem de roman türlerinde sıkça nesne/eşya kullanımına bir atıfta bulunarak, günümüzü şairinin şiirinde nesne/eşya kullanımının ne boyutta olduğunu öğrenmek istediğim bir soru oldu.

Soruşturmanın son sorusu olan beşinci soruda ise, şiir ve şair kavramları üzerinde durmak, şiirin şairden ayrılıp ayrılmayacağını öğrenmek, günümüz şairlerinin bu konu hakkında düşüncelerini öğrenmek istedim.

Soruşturmanın başlangıcında ortalama 45 kadar şair ile iletişim hâlinde olmuş, hepsine tek tek soruları göndermiş, birçoğundan da ilk başta olumlu cevaplar almış, sonrasında ise bu sayı soruşturmanın son bölümü de dâhil olmak üzere 23 şaire düşmüştü. Bazı arkadaşlarımızın cevaplarını aylarca beklemiş, bazı arkadaşlarımızın cevaplarını ise soruşturma sorularını gönderdikten yarım saat sonra almıştım. Hâliyle hem aylarca beklediğim hem de ciddiye almayıp yarım saat gibi kısa sürede cevaplayan arkadaşların cevaplarına soruşturmada yer vermemiştim. Bu durumlardan dolayı tahmin edersiniz ki olumsuz durumlar da ortaya çıktı.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok. “Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi” adlı soruşturmamızın sonuna geldik. Okuyan, ilgi gösteren, eleştiren, görmezden gelen, herkese teşekkür ederim. Umarım edebiyatımıza küçük de olsa bir katkım olmuştur. 

Arkadaşım, bu coğrafya kendini şiirle ifade etmek isteyenlerin coğrafyası ama sen düzyazıyı bütünüyle bir kenara bırakma. Çünkü şiir geniştir ama her şeyi şiirle anlatamazsın. Düzyazıyla soluklan. Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz.” (Şiirsaati dergisi-9. Sayı / Temmuz-Ağustos-Eylül 2010)  Diyor Sennur Sezer. Günümüzde şiir yazan, yayımlayan kişilere şöyle bir bakacak olursak, genel itibariyle sadece şiir yazıyorlar. Düzyazı onlar için korku trenini anımsatıyor ve binmek istemiyorlar. Oysa günümüz şairleri ve onların şiirleri için inceleme, eleştiri(tenkit) gibi türlere ihtiyaç var. (kitap tanıtım yazılarından bahsetmiyorum) Geleneğe bakacak olursak bunun birçok örneğiyle de karşı karşıyayız: Cemal Süreya, Turgut Uyar, Gülten Akın, Memet Fuat, Fethi Naci… Sizce günümüz şiirinin düzyazı eksikliğinin sebebi ya da sebepleri nedir/nelerdir? Ayrıca yazılan bir inceleme ya da eleştiri yazısı objektif olabilir mi? Neden?

Emrullah Alp:

Ben böyle bir eksiklik görmüyorum, aksine yola giriş şiirle yapılıyor, ilk sapaktan düz yazıya dönülüyor. Hatta belki de bunu konuşmalıyız şiirde uzun süreli neden devam edilmiyor, neden sadece şiir yazılmıyor da düz yazı, deneme, öyküye kayıyor şairin kalemi? Salt şiir yazmak yetmiyormuş gibi “öykü yazıyor musun, yazacak mısın…” gibi sorular her şaire sorulmuştur diye düşünüyorum. Konuyu biraz buradan irdelemek isterim:

Yazılan inceleme ve eleştiri elbette objektif olabilir. Oluyor mu peki? Hayır!
Yazılan eleştiri var mı? Var. Çok mu? Hayır.
Yazılanlar eleştiri mi, kitap tanıtımı mı? Kitap tanıtımı.

Hakan Unutmaz:

“Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz” çok katı ve keskin bir görüş. Bu görüşe katılmıyorum. Hiç düzyazıya girmeden, kuramsal metinler yayımlamadan gayet başarılı olmuş şairler mevcut. Şiir işçiliği ayrı bir mevzu iken onun mühendisliğini yapmak bambaşkadır. Her başarılı futbolcunun iyi teknik adam olamayacağı gibi Jose Mourinho tarzı ayağına top bulaştırmadan da teknik sahneye çıkılabilme ihtimali vardır. Burada çözüm, şairin şiir bilgisinde yatıyor.

Nesnel bir eleştiri mümkün ama nasıl mümkün? Kuram bilimleri çerçevesinde (burada lisans/yüksek lisans dönemlerinde alınan “Ses Bilgisi”, “Edebiyat Bilgi ve Kuramları” gibi dersleri kast etmiyorum) eseri olabildiğince nesnel inceleyebilirsiniz ancak nesnellik yine tartışılacaktır. Çünkü bu sefer de eser seçiminde meydana gelen öznellik sorun oluşturur. Türkiye’de gerçekçi eleştiri yapmak zordur. Eseri eleştirmeden önce onun sahibinin hangi topluluktan, hangi yayınevi çevresinden, hangi şiir atölyelerinden, hangi derginin kardeşlerinden olduğunu bilmeniz gerekir. Şayet bunları bilmeden veya göz ardı ederek eseri eleştirirseniz bir anda “eril dilli kadın düşmanı, homofobik, kıskanç, kesin birinin adamı” gibi sıfatları almanız gayet olasıdır. Başıma geldi, başına gelen arkadaşlarım oldu. Hatırlayın, Hüseyin Cöntürk’ü bile küstürmüşlerdi. Belki de bu yüzden düzyazıdan kaçılıyor.

Tunca Çaylant:

Öncelikle, bu güzel soruşturma dizisi kapsamında benim görüşlerime de kıymet verdiğin için çok teşekkür ederim sevgili Bekir. Rahmetli Sennur Sezer’in bakış açısına saygı duymakla birlikte bunun zıddının, yani bir şairin sadece şiir yazmasının/yaratmasının da mümkün olabileceğine inandığımı söyleyerek başlayayım -ki bunu düzyazı alanında da metinler üretmeye gayret eden birisi olarak söylüyorum naçizane-. Günümüz şiirine dair en önemli eksiklik olarak gördüğüm o büyük sorun, senin burada altını çizmeye çalıştığın problemin de temelinde yatıyor bence.

Şairlerin genelinin okur olarak performansları kötü. Buna kesinlikle kendimi de dâhil ediyorum. Diyalojik, sistematik, karşılaştırmalı, metinler ve türler arası… Şiirde niteliği ve boyutlandırmayı artırabilmek için kesinlikle daha fazla ve farklılaşan bir okur performansına ihtiyaç var benim kanaatime göre. Ancak, şiirle hemhâl olan insanlar işin bu yönünü atlayıp hızla yazdıklarının okura ulaşması gayretine giriyor gözlemleyebildiğim kadarıyla. Bu noktada şair Altay Öktem’in yıllar önceki bir sohbetimizde söylediği (veya bir röportajında okuduğum, yanlışım varsa affına sığınırım) cümleleri anmak isterim: “Şiire en başta şiir yazarak, kişisel bir çıkış noktasıyla başlanır elbette. Ancak zaman geçtikçe iyi şiir yazabilmenin en önemli koşulu, iyi bir okur olmak ve çeşitli ve çok okumalar yapmaktır.” Sosyal medyanın ve teknolojinin imkânları şair sayısını ve ortaya çıkan şiirleri artırdı şüphesiz. Kendisini şiirle ifade etmek isteyenler okura ulaşmanın türlü yollarını keşfettiler böylece. Kısa ve vurucu formatlarda (birtakım caps’ler, Facebook resimleri, Twitter’daki twitler, Instagram görselleri) dolaşıma sokulabilen aforizmalar/dizeler hızlı tüketim nesnelerine dönüştükçe, şiirdeki boyut ve kalitenin düşmesi riski de şairin kesinlikle göz ardı etmemesi gereken bir olgu. Az ve tekdüze okumaya bağlı bu okur performansı şairin sadece şiir yazmasından daha büyük bir sorun gibi geliyor bana. Yazılan şiirlerin kalitesini artırmaya yönelik bir eleştiri geleneğinin de yine bu çok katmanlı okuma alışkanlığıyla kazanılabileceğine inanıyorum. Eleştiri adı altında karşılaştığım yazıların büyük çoğunluğunun övgü/yergi ikileminden kurtulamamış, kişisel ahbaplıklar veya husumetler üzerine kurulmuş, şiiri/dosyayı/kitabı değil şairi odağına almış ve yavan/düzeysiz/kalitesiz metinler olduğunu gördükçe; bahsettiğim kötü okur performansının yansımalarını burada da gördüğümü söyleyebilirim. Eksikliğini duyumsadığım bu bakış açısıyla kurulmuş eleştirilerin ise bilakis ihtiyaç olduğuna, şaire yazdıkları için ayna görevi göreceğine ve şairin de şiirin de gelişimine katkıda bulunacağına inanıyorum.

Yiğit Ergün:

Günümüzde şairlerin kalabalık bölümü sadece şiir yazıyorlar ve kendilerini şair kimlikleriyle var etmeyi yeğliyorlar. Korku treni benzetmene bir ölçüde katılabilirim. Evet böyle şairler var, olacaktır da… Fakat şairin tutkuyu nerede yaşadığı, utkusunun hangi yol olduğu gerçeği de var. Bazı şairler ki bu kategoriye kendimi de dâhil ediyorum tek ciddi korku treni kendi şiiridir. Onu tekrarlaması, bayağılaştırması onun için en büyük tehlikedir. Şair elbet öykü, deneme, roman da yazabilir. Ancak bu bölünme ve hepsini diri tutma çabası teraziyi bir yerden bir yere kaydırır mutlaka. Sinema okuduğum için sinemayla haşır neşirim ve bazen senaryo/senaryo hikâyeleri karalıyorum. 4-5 sene öncesinde yazdığım kısa öyküler var. Bunları dergilere gönderir miyim, belki canım isterse ve üstüne şiire eğildiğim gibi eğilirsem. Ama yakın zamanda bu uzak görünüyor. Şiirin büyüsü ve ağrısı bende daha baskın geliyor. Sennur Sezer’in söylediğine şu anlamda katılabilirim ancak düzyazı antrenmanlarıyla ortaya çıkacak metinlerde şiire açılacak çatlaklar yaratılabilir. Gerçek ya da kurmaca öykü denemeleri bizi şiirimizde çok başka yönlere çekebilir, kafamızı açabilir ya da kafamızda dönüp duran sesler korosunun bir akış hâlinde kağıda dökümü şiirsel manevralarımızı keskinleştirebilir. Ancak bu derinleşmeler her şairin kaleminde böyle yürümez. Şiirsel üretim süreçlerinin, düzyazı metinlerin üretim süreciyle benzeştiğini düşünmüyorum.

Şiir üretemediğinde bile şiir yazmayı takıntı ya da şairliği bir unvan hâline getiren insanlar da var mesela. Şiir treninden bu insanlar kopsa hem tren ferahlar hem de belki bu şahıslar deneme, anlatı, söyleşi, eleştiri sularında kulaç atmaya başlarlar. Çift taraflı bir rahatlama olabilir.

Günümüz eleştirisinin edebi yükünün ve eleştirmenlerin izlediği metotların geçmiş eleştiri ortamımıza göre zayıf ve geri planda kaldığını düşünüyorum. Bugün bazı eleştirmenlerimiz metinleri belli bir şiir anlayışı/şiir görüşünden yola çıkarak virajsız dümdüz bir otobanda ilerliyorlar. Bu durum birbirinin aynı rengi, yamasız örme kazaklar çıkarıyor piyasaya. Bazı eleştirmenlerse hep yazdıkları ya da bir telefon mesafesinde dokunabildikleri dergilerde/platformlarda köşelerinde eş-dost ağırlama kültürüne dönüşen ucuz bir düzlem yaratabiliyorlar. Bu durum özellikle de gençliğin gözünde eleştiriyi ve eleştirmenleri itici kılıyor. Metin zaten kendini anlatıyor. Hayatında birkaç kitap okumuş bir insan bile eleştiri metninin eleştirideki üslubunda farklı dozlarda da olsa şunları fark eder diye düşünüyorum: “Bu eleştiri yazısı gerçekten metinlerin taşıdığı edebi yük, sözcük seçimi ve dizimi, imgelem,  poetik anlayış masaya yatırılarak mı işlendi?”, “Yoksa eleştiri yazısı yazmak, kötüyü keşfedip ona linçe girişmek için ya da kişisel bazı hazımsızlıklardan doğru hormonlarında kaynayan anksiyeteyi gidip edebiyat eleştirisi gibi bir alanda boşaltmak için mi tercih edildi?” Metin saklamaya çalışsa da niyetinin ipucunu mutlaka bırakıyor.

​Bir inceleme ya da eleştiri yazısı bazı eşikler kıstas alınırsa ve eleştiri gözünün dürbünü şiirin tarihsel gelişim sürecinin şiir anlayışlarından birine ayarlanırsa evet objektif olabilir. Burada şiir anlayışları, şiir görüşleri devreye girer. Benim açımdan düzyazı metinler ve şiir arasında fark var, olmalıdır da. Ama şunu da belirtmek gerek bence; sanat göreliliği olan bir uğraş ve sanatın kişi üzerinde yarattığı estetik duyum değişken olabilir. Objektiflik ancak bazı kabul edilmiş nesnelliklerin ışığında aranabilir. 

“1970’lerde şiirimizde “ter, yara, hüzün, isyan, kan, acı” sözcüklerinin de aralarında olduğu pek çok kederli, yaslı ses yaygınlık kazanmıştı. 1940 toplumcularında da durum farklı değildir.” (Şeref Bilsel Yalnız Şiir, Ayrıntı Yayınları, sf. 70) Günümüz şiirinde de genellikle benim farkına vardığım sözcükler arasında “ben, varlık, varoluş, anne-baba, park, çağ, beden, yalnızlık” gibi sözcükler ve bu sözcükleri karşılayan imgeler yaygınlık gösteriyor. Bu sözcüklerin ve imgelerin yaygınlık göstermesi günümüz şiiri için neyi imliyor? Günümüz şiirinin yapıtaşı konumunda sizin bahsedebileceğiniz sözcükler ya da imgelerin kurulumunu da göz önüne alırsak izlekler nelerdir?

Emrullah Alp:

Zamanın kendi ruhuna ait sözcükler var. Bahsedilen 70 kuşağı darbelerle, devlet baskısıyla, eylemlerle geçirdi yıllarını. Bahsi geçen kelimelere; içerde, dört duvar, gökyüzü, özgürlük… gibi kelimeleri de ekleyebiliriz.

Bizim kuşağımız için de Gezi Direnişi örnek gösterilebilir. Biz de o günlerden sonra; direniş, mavi, el ele, yarın, hatta belki penguen sözcüklerini benimsedik ve kullanımlarını çoğalttık.

Şiir zamanın içinde yolculuk ettiği için bugünü alıyor ve yarına götürüyor. Geçmiş yıllarda kullanılan şiir dili bugün kullanıldığında “eskimiş” olarak adlandırılıyor. Buna şiir sözcükleriyle örnek verirsek; pranga, taşra, gardaş, kurban, gözüm… Hatta bazı sözcükler bazı şiirlere-şairlere ait kabul edilmiştir. Bazı sözcükler kullanıldığı için şiire gölge bile düşürmüştür. “Pranga, suzinak, nar, mavi…”

Hakan Unutmaz:

Chuck Palahniuk imzalı, aynı adlı kitaptan uyarlanmış Dövüş Kulübü filmindeki şu tiradı hatırlatmak isterim: “Bizler, tarihin ortanca çocuklarıyız. Ne bir dünya savaşı gördük ne de büyük buhranı yaşadık. Bizim savaşımız ruhani bir savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız.” Edebiyatın da tarih adlandırmada duyusal bir alternatif olduğunu düşünürsek 40 kuşağı ve 70 kuşağı şairlerinin dünya görüşü/sorunlarıyla günümüzün dünya görüşü/sorunlarının aynı olmaması gayet normaldir. İnsanın bireyselleşmesi, yalnızlaşması özellikle teknolojik gelişmelerin bu denli hızlanmasıyla paralel olarak ilerlemektedir. Günümüzün şiir izleği “ben”dir. “Alter ego” da bu “ben”e zaman zaman eşlik edebilir. Böyle giderse yakında şiirlerde “Instagram, Tripadvisor, Whatsapp” kelimelerini sıklıkla görürsek şaşıramayız.

Tunca Çaylant:

Tek kanallı televizyon, bisküvi arası lokum ve leblebi tozu, koalisyon hükümetleri, veresiye defterlerinden; Netflix, profiterol çakması lokma ve San Sebastian cheesecake, 17 yıllık bir tek parti iktidarı ve kredi kartı borçlarına gelindi çağ olarak. Toplumsal dönüşümün izdüşümlerini şiirde de görmek mümkün elbette. Kapitalizm aile yapısını, tüketim alışkanlıklarını, insan ilişkilerini ve hatta değer yargılarını şekillendirirken şiirin bundan azade durması mümkün mü? Baskılanan özgürlükler bireylerin vücutları vasıtasıyla nasıl sistem içerisinde sızacağı çatlaklar buluyorsa her türlü varoluş (cinsel yönelim, kimlik, inanç, görüş) da şiire aynen böyle sızıyor. 1970’ler şiiri, 1940’lar şiiri veya daha öncesindeki şiirde kendini belli eden izlekler/akımlar günümüz şiirinde açık seçik ortada değil artık. Çok sesli, çok renkli, çok kültürlü bir çağda hâliyle çok imgeli, çok izlekli bir şiire vardık, varıyoruz. Muğlak, geçişkenliği yüksek alanlar da çok. Birbirini etkileyen, bir araya gelerek birbirinin gelişimine katkıda bulunan, takip ettiğim çok oluşum ve şair var. İyi şiir, özgün bir biçimde kurulmuş imge, söyleyecek farklı bir sözü olan şair muhakkak ayırt ediliyor.

Yiğit Ergün:

Yaptığın sözcük tespitlerine katılıyorum. Benim şiirimde kullanmayı tercih ettiğim sözcükler de oluyor bunlar içinde. Burada “ben, çağ, yalnızlık, varoluş” temel çatıyı oluştursa gerek. Günümüz şiiri için bu dört sözcük ve bu sözcüklerin alt damarları günümüz insanının savrulduğu en büyük boşluğu imliyor. Bu savruluştan rahatsız olmasak, boşlukların içinde hırpalanmasak ya da boşluklara mana aramasak şiir yazmazdık. Çağdan nefret etme ve çağın tek tip, mekanik, kapitalist ilişkilerinden bunalma bende çok yoğun bir duygu durum. Birçok şiirimde çağdan memnuniyetsizlikten izler bulunabilir. Kitabımda orta bölümün ismi: “y kuşağı sendromu”. Burada çağın getirdiği teknolojik iletişim biçimlerinin zorunluluğunun yarattığı sosyal yalnızlığa, kayıp bir kuşağın içinde varoluşu arama çabasına, gelecek kaygısı ve geleceksizliğe, bazı politik olaylara ve kişilere dair izlekler yakalanabilir.

Şiir bence aynı zamanda bir sığınak, bir kaçış. Giderek çürüyen ve yozlaşan dünyada en yüksek oksijene sahip ada. Park sözcüğünden bahsettin. Park benim şiirime Gezi Parkı direnişiyle sızmış bir sözcük. Günümüz şiirinde imgelerin kurulurken toplumsal olaylardan az da olsa beslendiğini düşünüyorum. Bu anlamda gelecek yılların daha üretken olacağını düşünüyorum. 2000’lerden bugüne yaşanan toplumsal olaylar bugünün genç şiirine elbette sızacaktır.

2010’lar şiirinde; çağdan ve hızdan rahatsızlık, kapitalist ilişkilerin hayatımızın her alanına tecavüzünden duyulan tiksinti, dünyadan kaçıp kurtulma isteği, varlığın hiçbir yere oturtulamazlığı, aşk ve aşkın günümüzde yaşanan/yaşanamayan biçimleri ile nostalji izleklerini görüyorum.

İlhan Berk, Şairin Toprağı kitabında “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” şiirinin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde okura sunuyor. Bu soruşturmayı okuyanlar için siz de bir şiirinizin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde anlatır mısınız? Yazdığınız bu şiirin yazılışı esnasında (eğer varsa) ne gibi ritüelleriniz vardır? Olmazsa olmazlarınız var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bu soru sizlerin şiirlerinizi yazarken ne hissettiğinizi ve neler yaptığınızı göstermesi açısından önemli bir soruydu, bu soruyu bir de geleneğe bağlamak istiyorum: Günümüz şairi geldiği geleneği aşmak zorunda mıdır? Yoksa bu gelenekten de yararlanıp kendi dilini mi oluşturmalıdır?

Emrullah Alp:

Kullandığım kâğıdın, kalemin bile önemi var. Kalemin kendine ait söyleyeceği varmış gibi gelir bana. Her neredeysem, müziği duymak isterim. Bir şarkı, bir ezgi ama mutlaka bir tını olmalı arkada. Şiirin fonunu arıyorum, kalemin kağıt üzerinde yapmak istedikleri için zeminmiş gibi geliyor müzik bana.

Günümüz şairi hiçbir şeye zorunlu değildir. Doğru iş yapmak zorundadır, zorundaysa. Güzeli kovalamak zorundadır, zorundaysa. Şair bugüne, düne, yarına ait değildir. Yazar ve sunar, sunduğu bize iyi-güzel geliyorsa oluşturduğu yapıt başarılıdır. Kendi dili, kendi sesi, kendi kendine sayıklamaları bunun adına ne dersek diyelim, güzeli takip eden bizler için ayırt edici özellik daima değişmiştir. Değişen bizleriz, bizim algılarımız, hislerimiz.

Hakan Unutmaz:

Kırkı Kundakta Cenin adlı kitabımda yer alan “Cins Ellik Tek Seans” şiirimi Freud okurken yazmaya başladım. Özellikle cinsel zamlama çıkarımlarımdan yola çıkarak konuyla ilgili o zamana kadar olan bilgi birikimlerimi toparladım. Ayrıca tecavüz/taciz haber arşivleri, genelev çalışma şartları, dinsel pedofili gibi birçok konuyu şiir üzerinden harmanlayarak dizelere dökmeye çalıştım. Böylece bu şiir oluşmuş oldu. Şiirimi yazarken herhangi bir ritüelim yok. Anlık gelişen durumların üzerinde çalışarak şiirimi oluşturuyorum. Yayımlamadan önce de farklı bir göz tarafından (genellikle bu eşim olur) mutlaka okunurum. Gelenek konusuna gelecek olursak, sadece günümüz şairi değil her dönemin şairi geleneği aşmak zorundadır. Bu aşma, geleneği yok sayma anlamına gelmez. Gelenekten beslenmeden kendi dilinizi oluşturmanız mümkün değildir. Bambaşka bir dille bile ortaya çıksanız bu durum bazı geleneksel örüntülerin zıtlığıyla oluşmuştur. Bu bile aslında bir çeşit beslenmedir.

Tunca Çaylant:

Geçtiğimiz sonbahar, hafta içi bir akşam, bir arkadaşım ve onun bir arkadaşıyla, Beyoğlu Sineması’nda Gaspar Noé’nin Climax filmine gitmiştik. 21.00 veya 21:30 seansıydı, 23:30’a doğru çıktık diye hatırlıyorum. Sinema çıkışı vedalaştık arkadaşlarla. Ben de tam gece yarısı, 00:00 vapuruna yetişip Karaköy’den Kadıköy’e geçer ve eve dönerim dedim kendi kendime. Filmi izleyenler bilir, müthiş imgesel ve görsel bir anlatımı vardı. Ayrıca sesler ve renkler zihni bir imge bombardımanına tutuyordu adeta. Öyle bir ruh halinde Şehir Hatları vapuruna bindim ve Kadıköy’e kadar filmin sahneleri geçti gözümün önünden. Vapurdan inmek için geminin iskele kısmına yaklaştığımda, Şehir Hatları logosundaki 2. h harfi düşmüş, göz hizamda “Şehir atları” yazmaktaydı. Çok da kalabalık değildi etrafım zaten ama benimle aynı şeyi gören kimse var mı diye bakındım. Alnıma çakılan imgeyi kimseyle paylaşmama bencilliğiyle ve gördüğümün bir yanılsama olmadığına dair bir teyit ve akli dengemi korumak için bir şahit ihtiyacıyla, aynı anda! O andaki heyecanımı tarif etmem çok zor. Evren imgeyi o gece kucağıma bırakmıştı sanki “yaz” diye. Beyaz yakalılık, iş hayatı, emeklilik, İstanbul’un kaosu, bunun artarak büyümesi… Bu imgenin bende tetikledikleri üstüne birkaç hafta çalıştım. Düzeltmeleri vs. ile tüm süreci tamamlandı ve “Şehir Atları Nasıl Ölür?” adında bir şiir çıktı ortaya. Çevrimdışı İstanbul dergisinin 12. sayısında da okurla buluştu. Climax’in etkisi altındaki zihnimin bana oynadığı bir oyun muydu bu olay yoksa o, h harfi sahiden düşmüş ve şehir atları benim için mi ortaya çıkmıştı bilmiyorum. Bu örnek özelinde ben şiiri/imgeyi bulmadım, şiir/imge geldi beni buldu diyebilirim. Her şiirin farklı bir yolculuğu olabiliyor elbette. Kendi adıma net, ölçülebilen ve tekrarlanabilen ritüellerden bahsetmem biraz güç. Bu ama hayatımda yaşadığım en tuhaf ve muhteşem anılardan biri oldu şüphesiz. Günlük hayatın içindeki detayların genel olarak yazdığım şiirlerde önemli bir yeri vardır. Tuhaf detayları yakalamaya dönük bir algıyla yaşamaya ve yaşadığım çağa ait/bu çağda ön planda olan gelişmeleri, kavramları kullanmaya kesinlikle devam edeceğim. Bunları şiire dâhil etmeyi seviyorum. İlerleyen zamanlarda böyle bir tercihten bahsedilebilir belki naçizane benim şiirlerim için. Ancak halefi olduğum bir gelenek/akım olduğunu düşünmüyorum. İyi şiire inanıyorum. Türkçe konuşup Türkçe okuyor ve Türkçe yazıyorum. Farklı dönemlerde yazılmış, farklı akımlar içerisinde ürün vermiş şairlerin iyi şiirlerinden ve iyi şiir çevirilerinden beslenebileceğimi düşünerek şiir yolculuğuma devam ediyorum. En basitinden bir yaprak, nehir veya ağaç gelmiş geçmiş tüm şairlerin kullandığı/kullanabileceği şiir malzemeleri olabilir. Bunun nasıl işlendiği çok önemli. “Bu şehir arkandan gelecektir” diyen Kavafis 1863-1933 yılları arasında yaşamıştır ama insana dair işaret ettiği o muhteşem iç hesaplaşma 2019’da da hâlâ yapılmıyor mudur? Özgünleşebilmiş, güçlü, iyi bir şiir kendisini büyük şiir yelpazesinde eninde sonunda fark ettiriyor. Bu soruya cevaben son olarak, şairin kendi sesini bulmasının şart olduğunu düşündüğümü söyleyeyim.

Yiğit Ergün:

Şiirlerimin oluşumunda metropolün kargaşasından, kentin kaosundan besleniyorum. Zaman zaman şiirimi besleyen başka mekânlar da oluyor. Gezdiğim, gördüğüm kasabalar, sahiller oluyor bunlar mesela. Ama hepsinde mutlaka insan ilişkileri, taktığımız maskeler ve oynadığımız roller şiirimin damarlarını oluşturuyor. İki türlü şiir yazdığım oluyor benim genelde. Ağırlıklı olarak hayatın içindeyken notlar alıyorum. Bu notlar çoğunlukla keşmekeşin içinde alınıyor. Gececi şairlerdenim. Geceyi ve gece insanlarını dinlemeyi seviyorum. Gündüzün yeterince bulanan ve allak bullak olan kafam ağırlıklı olarak gece şiire koşuyor. İstanbul dışına çıktığımda, sevdiğim sahil kentlerine gittiğimde oranın kendi gerçeklikleri ve atmosferi de şiirime sızıyor elbet ama her şair kendi cehenneminin yangınını taşıyor. Metropolün, İstanbul’un hızının ve ilişkilerinin bünyemde yarattığı tahribat buradan kaçışlarımda da şiirime yansıyor.

20’li yaşlarımın başında şiir yazmaya başladım. Şiir gelip beni buldu desem yalan söylemiş olmam. Şiirden sonra bazı ritüellerim oluştu. Müzikle haşır neşirliğim arttı, film okumalarım başka bir göz kazandı, müdavimi olduğum bazı mekanlar şiire koştuğum yerlere döndü. Notlarımı ve şiirin o doğaçlanıp içten akan yüklü dizelerini kalabalığın içinde alıyorum. Ama o şiir orada bitmiyor, henüz yeni oluşuyor. Sonra aldığım notlar ve şiirsel metinlerin üzerinde oturup çalışıyorum. Bu düzenli ve disiplinli bir çalışma olmuyor bende. Üst üste aşkla çalıştığım geceler de oluyor, günlerce şiirime bakmadığım günler de. Bu çalışma esnasında yalnız olmayı tercih ediyorum, inime çekiliyorum. Enstrümantal ve yormayan müzikler burada yol arkadaşım. İki tür müziği seviyorum kabaca genellersek. Klasik müzik ve elektronik müzik. Bir çalışma metodum da yürümek. Bir sene öncesine kadar yalnızca kağıt kalem kullanan bir şairdim şiirle boğuşurken. Son zamanlarda ev üstüme geldikçe çıkıp yürüyorum. Yürürken telefonun not defterine notlar alıyorum. Yürürken aldığım bu notlar da şiirime kan pompalıyor. Genel olarak tek bir yoğunlaşma anında şiirime bir biçim veriyorum. Ama yoğunlaşma anında fark edilmeyen ve o an biz yazdığımız için çok şairane gelen fazlalıklar olabiliyor. Bunu bence çoğu şair yaşıyordur. Yani şiir, dinlenme ister demek istiyorum. O şiire yoğunlaştığın o gece o şiir bitmiş olmuyor. Sürekli aynı metne bakmak da insanı yorup, sıkabiliyor. O yüzden kendime molalar veriyorum, bir süre metne bakmıyorum, kayboluyorum hayatın içinde. Dönüp şiire tekrar baktığımda yeni bir yoğunlaşma süreci başlıyor.


"Benim için eşyada duygu aramak, önüne geçilmez bir alışkanlıktı bir zaman. Kullandığım zaman eşyanın duygularının farkında olmazdım. Pencereyi açtığım zaman pencerenin, gemiye bindiğim zaman geminin konuşan bir hali yoktur da asıl açmadığım pencere, binmediğim gemi dile gelir" diyor Sabahattin Kudret Aksal. Bu alıntıdan yola çıkarak şiirde nesne veya eşya kullanımına dikkat çekmek istiyorum. Kimi zaman şiirde kullanılan nesneler özne durumuna geçer. Özelde sizin şiirinizde, genelde ise günümüz şiirinde nesne kullanımı için düşünceleriniz nelerdir? Günümüz şairleri Garip’ten devraldıkları şiirde nesne ve eşya kullanmayı, nesne ve eşyayı şiire katmayı başarabilmişler midir? Günümüz şiirinde kullanılan nesne ve eşyanın şiirdeki yeri nedir?

Emrullah Alp:

Şiirin içinde kullanılanlar şiiri güçlü kılıyor, anlam yitirmiyorsa her şeyin kullanılmasından yanayım. Hem Garip’ten hem eşyadan bahsedince şiirde nasıl da güzel durduğunu düşündüğüm şu dizeler geldi aklıma;

“Tabakam senin yadigarın”
“Ada vapuru yandan çarklı…”


Hakan Unutmaz:

Nesne kullanmaktan ziyade kendini nesneleştirmek daha bir başarı ölçütüdür benim için. İstiareye başvurmak çoğu koşulda şairi kurtarabilir ancak şairin “ben”ini istiareleştirmesi daha yapıcı şiirler ortaya çıkarır. Nesnenin fotoğraflanarak dizelerde ayrıntılanması, kolaya kaçmaktır. Sıkıştığım anlarda ben de nesneye başvurmaktan çekinmiyorum. Bununla beraber o nesne, gözümde bambaşka işlevselliklere bürünebiliyor. Günümüzde nesneye çoğu zaman çağrışımsal gözle bakılmıyor. Doldurma dize olarak adlandırabileceğimiz bölümlere serpiştirilen bir tuğla görevi görüyor çoğu madde. Aksal’a genel olarak katılsam da maalesef durum böyledir.

Tunca Çaylant:

Ben her türlü nesnenin, eşyanın, yiyecek ve içeceğin, bitki ve hayvanın, kavramın, olayın, rengin, yerin, insanın, duygunun, evrenin kendisinin, evreni oluşturan her türlü madde parçacığının şiirin konusu olabileceğine inananlardanım. Okuyanın duygularını ve algılarını harekete geçirsin yeter ki. İnsan ve şiir yazan insan özelliğiyle şair, özne olarak dokunduğu her şeyi nesne kılabilir elbette; yaşadığı dünyada ve şiirde. İnsanın nesneleştirmesinden muaf olma ayrıcalığına sahip olabilmiş ne kalmıştır ki evrende? Plüton’un bile fotoğrafı çekildi son kertede. Bu açıdan bakınca şiire girmeyen/şiirde kullanılmayan nesne de yok gibi. Bunun yanında günlük kullanım amacıyla kapı, koltuk, meyve soyma bıçağı, abajur, baston, dildo, çakmak, mektup açacağı, halı, kalem, tahta, tebeşir vb. eşya ve nesnelerin tümünden bahsediyorsak şayet; ağırlıklı olarak 20’li yaşlarını süren şairlerin ve bazı diğer kuşak ve akımlardan şairlerin geniş bir yelpazeden şiire yaratıcılık katma konusunda maharetli olduklarını ve yazılan şiirlerde türlü eşya ve nesnenin kendisine yer bulabildiğini düşünüyorum günümüz şiir dünyasında. Kendi yazdığım şiirlerde de iç dünyama hapsolmamaya, duyularım vasıtasıyla ilişki kurduğum türlü nesneyi ve eşyayı dâhil etmeye çalıştığımı söyleyebilirim.

Yiğit Ergün:

Şiir her şeyden önce bir duygu işi. Günlük yaşantımızda onlarca anlam yüklediğimiz nesne, eşya var. Hatta büyük bir kısmının kölesiyiz. Buna bakkaldan aldığımız çikolata, birası ucuz olduğu için gitmek zorunda kaldığımız barın sallanan ayaklı bistro taburesi, gündelik telefon rutinleri. Nesneler her yerdeler, hayatımızın her alanında farklı ortamlarda maruz kaldığımız nesneler. Sevdiğimiz, bağımlısı olduğumuz eşyalar. Kaçtığımız, bağımlısı olduğumuz eşyalar. Huzur ve acı duyduğumuz eşyalar. Yirmi birinci yüzyılda “modern” insanı dürtüleri kadar eşyalar (ı) da var ediyor.

Ben nesne ve eşyaları yerine göre kullanıyorum şiirlerimde. O nesne gelip benim kurgularımdan önce gözümden kalemime koşmuşsa kağıtta kalıyor. Bu nesneler bilinçaltımda birikiyor, bilinçle evriliyor, şiirsel coşum anlarında nesneler başka nesnelere de dönüşebiliyor. Nesne ve eşyalara fazla boğulmak şiiri de boğabilir ama. Underground metinlere ilgim yoğun. Orada nesne ve eşyalara bol bol rastlarız. Günümüz şiirinde nesne ve eşyaları ustaca kullanan şairler de var; şiirlerini şiirin dokusuyla uyumsuz/alakasız/zorlama eşya ve nesnelere boğanlar da… Günümüz şiiri Garip’ten devraldıkları eşya ve nesne kullanımını Garip anlayışında sürdürmediler. Orhan Veli’nin eşya ve nesneleri şiirin merkezine koyması ve şiirlerindeki basitliğe rağmen bazı şiirlerinden alınan müziksel tat onu bu yolda öncü yaptı. Fakat günümüzde bu anlayışla örtüşük ama bu anlayışın üstüne çıkan metinler olduğu konusunda şüpheliyim. Günümüzde nesne ve eşyaların şiirde kullanımının kurulacak sıkı imgeler yolunda birer müfreze görevi görmesi şairin şiirini daha da parlatacağını düşünüyorum. Gece Gelen’de eşyaları diğer şiirlerime oranla sık kullandığım “saklı” isimli bir şiirim var.

“Güzellik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dünya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğuna göre, belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şiirde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir” diyor Oktay Rifat Şiir Konuşması kitabında. Soruyu fazla uzatmadan, Rifat’ın bu düşünceleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiir ve şair ayrı iki varlık mıdır? Yoksa ikisini birbirinden ayıramaz mıyız?

Emrullah Alp:

Sanat farkında olmakla, farkı hissettirmekle sanat oluyor. Belli bir bakış açısına, olgunluğa, bilgeliğe sahip olmalı sanatçı. Salt şair için değil, tüm sanat yaratıcıları için böyle düşünüyorum. Bence şair ve şiir ayrılabilir peki ya ayrılmazsa ne olur?

Tanrı, kendi kutsal kitabını şiir formatında sunmuş; şiirin büyülü bir yanı olduğunu referans alırsak, şiir yazıcısı büyücü, sihirli, özel güçleri olan bir yaratıcıdır. Şairi böyle görmekte beyiz yoktur. Güzel bir şiir sizin ayaklarınızı uyuşturuyor, saçlarınızı bozuyor, içinizde boş sokak yankısı oluşturuyorsa, geçmiş olsun, şairin sihri size geçmiş, şiirlenmişsinizdir. Şair işte böyle güçlü olur şiiri bulmuşsa. Her şey şiir değildir ama her şeyden şiir oluşturulabilir.

Hakan Unutmaz:

Şiir ve şair bende tamamen iki ayrı varlıktır. Nezdimde, hiç aşk acısı çekmedim ben ama aşk acısını tarifleyen bir şiiri rahatlıkla yazabilirim. Çoğu şair kendi hayatından yola çıkarak şiirini oluşturuyor. İpuçlarından hareketle şairlerin geçmişini ve şimdisini görebiliyoruz ancak söylem ve yaşantı farklılıkları da yok değil. Şiirin içtenliğiyse bu durumda sorgulanır. Eğer şiiri şairin kimliğiyle okursanız esere haksızlık etmiş olursunuz. Çoğu sanatçı yapıtındaki gibi yaşamayı ya da yaşadığı gibi yapıt üretmeyi tercih edecektir. Ben, yazdığım çoğu dizeyi yaşamadım; yaşamak da istemem açıkçası. Dünya görüşünün güzelliğiyse görecelidir. Benim güzelliğim başkasının tehlikesi olabilir.

Tunca Çaylant:

Şiir, kendi tarihi boyunca muhteva ettiği sihirli etkiyi bugüne kadar sürdürebilmiş, çok özel bir sanat dalı bana göre. Yazılı sanat dalları arasında gibi gözükse de farklı disiplinlerle etkileşim içerisinde olan bir tür ve gelişerek devam ediyor. Şairler birer birer ölüyor ama şiir sürüyor. Bunun ayırdında olan şairlerin şiir tarihine çok daha büyük katkıları olduğunu düşünüyorum. Şiire devrimci bazı yenilikler getirmiş şairlere duyulan minnet daha büyük olsa da okunulan kitaplardan, şiirlerden, dizelerden akılda kalan şair değil, şiirin kendisi oluyor. Zaman terazisine vurulduğunda şiirin şairden bir tık daha ağır bastığını düşünüyorum bu yüzden. Sorunun ilk kısmına gelecek olursam da sevdiğim şairlerden olan Oktay Rifat’ın bu sözleriyle neyi kast ettiğini az çok anlamak/sezmekle beraber tam olarak katılamadığımı belirtmek durumundayım. Bahsi geçen güzellik anlayışı ve şaire atfedilen ileriyi gören bir düşünür olma zorunluluğu şiir yaratımı için elzem olsaydı şiir tarihinden bazı önemli şairleri tamamen silmemiz gerekirdi. İyi insan olamayıp, bilakis “geri düşüncelerle yoğrulmuş kafayla” iyi şiirler yazmış şairlere dün de bugün de rastlıyoruz. İnsanın çiğ yanları insana dâhilse eğer şairin çiğ yanları da şiire dâhil. Şair, insan olmaya yazgılı; şiir, bir arınma yöntemi değil benim baktığım yerde.

Yiğit Ergün:

Şiir şairin iç ve dış dünyasından şüphesiz kalıcı izler taşır, şairin tavrını belli eder. Şiirin izleklerinden şairin inine yolculuk yaparız. İnsan yaşamda tavrı, görüşleri ile vardır. Mekanik, ekonomik, herkesin tükettiği ilişkilerin istilasında şiire sarılmak kendi başına büyük bir dünya görüşüdür bence. Para ile alınıp satılan şeyler, buna parası olan herkesin muhatap olabildiği için değersizdir. Fakat şiir her şairin farklı yöntemlerle daldığı bir kuyudur. Şair bu kuyuda kendi derinliğini belirler. İsterse yakar o kuyuyu… Şair şiiriyle vardır. Şiir yazmadan nasıl şair olunabilir.

Şiirlerimizde hep gerçek karakterler ve olaylardan yola çıkmıyoruz. Bilinçaltımıza işlenen onca gerçeklik farklı rüya evrelerinden geçerek şiire düşüyor ya da şiirimizde saldırmak istediğimiz özne/nesneleri ironiyle metaforlayabiliyoruz. “…Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır…” kısmını ben şöyle okuyorum: Şairin ister istemez bir duruşu olmak zorundadır. İnsana, hayata, aşka, toplumsal ilişkilere, siyasete, cinselliğe, doğaya, ölüme dair duruş. Bu liste daha da uzayabilir. Şiirlerinden şairin hayatın hangi alanlarında depresif olduğunu hissederiz, bu da şairin tavrından sloganlar fısıldar kulağımıza.

Görseller Gustav Willeit'a aittir.

0
7561
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage