Çağdaş edebiyatımızda farklı sanat disiplinleriyle yan yana ilerleyerek otuz yılı aşkın süredir yazan Şebnem İşigüzel ile son romanı Memoria odağında yüzyıla yayılan hikâyesini, ele aldığı konuları ve romana dair merak ettiklerimizi konuştuk.
Şebnem İşigüzel, Memoria adlı romanında yüzyıla yayılarak sonu gelmez bir hikâye anlatıyor. Beş yaşında bir çocuğun günün birinde Karılar Tekkesi’ne emanet edilmesiyle başlayan olaylar bir şimdiki zaman anlatısına dönüşüyor. Fakat çocuğun kim olduğunu öğrenmemiz, bitik bir imparatorluk, işgaller, savaş, ölüler, diriler, mezarlar, tekke karılarının hikâyeleri ve eli kulağında Cumhuriyet derken her bir ayrıntı bir yüzyılın hikâyesine önemli katmanlar kazandırıyor. Edebiyat, yazarlık, sinema, tiyatro, opera; Şebnem İşigüzel ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.
Sadece edebiyat değil sanatın farklı disiplinleriyle iç içe oluşunuz çağdaş anlatı adına önemli. Hanene Ay Doğacak henüz yirmi yaşınızdayken yayımlanmış, Yunus Nadi ödülünü almış ama aynı yıl yasaklanmış. 2000’li yıllar yasakların kalkması ve sizin farklı disiplinler ile tanışmanıza sebebiyet veriyor. Edebiyat, sinema, tiyatro, opera tüm bu sanat dalları hayatınızı nasıl dönüştürdü; memnun musunuz?
20 yaşımdan beri bir yazar olarak yaşıyorum evet. Kitap yasaklandığında Orhan Pamuk, Latife Tekin, Yaşar Kemal ve daha pek çok yazar bir bildiri yayımlamışlardı. Benim için asıl bu destek ve dayanışma ödülün kendisiydi çünkü lise yıllarım onları okuyarak geçmişti. Hem ödül almak hem yasaklanmak hem tabu olanı konu etmek üzerinden eleştirilere maruz kalmak, buradan bakınca aslında yönetilmesi zor bir dönemmiş. Bu bana yazarak ve sadece işimi yaparak direnebileceğimi öğretti. Kendimi sanırım böyle korudum. Yazarak. Hanene Ay Doğacak o dönem çok fazla film teklifi aldı. Hatta aralarında yapımcı olarak Onat Kutlar, yönetmen olarak Atıf Yılmaz da vardı. Kuşkusuz bu kıymetli isimlerle bir şey yapmak güzel olurdu ama kesin kararım Hanene Ay Doğacak’ın kitap olarak kalması yönündeydi. Film olması kitabımı başka bir şeye dönüştürürdü. Kitap neredeyse üç kuşak okunduktan sonra daha bu yıl bir tiyatro oyununa uyarlandı o da başka bir ülkede. Şu an Londra’da İngilizce oynanıyor. Doğru zamanı buydu. Bana eserimin uzun bir ömrü olacağını düşündürdü. Romanlarım her zaman sinemaya çok yakın bulundu ama ben onların uyarlanmasına sıcak bakmadım. Yavaş yavaş bu direncim kırılıyor çünkü bu kitapların benden sonra da bir hayatı olacak ve benim şimdi veremediğim kararlar belki daha kolay verilecek. En azından hayattayken uyarlamalar kötü olursa kitap iyiydi, iyi olursa zaten kitap da iyiydi, derim diye düşünüyorum gülerek. Tabii bu işin şakası. Uyarlama deyince aklıma hep John Fowles ve onun Fransız Teğmenin Kadını geliyor. Filmin senaryosunu yazmak için tutturmuş ve sonuç hüsran tabii. Yani yazarın teslim olması gereken yerler var ortak yapılan işlerde. Buna hazır olmak gerekiyor. Tiyatro ve opera için metin yazmak ayrı bir şey tabii. 2019 yılından beri tiyatro oyunlarım sahneleniyor. Bu yıl buna opera da eklendi. Gılgamış operasının librettosunu yazdım. İçimde bir şiir varmış aslında o ortaya çıktı. Gerçi Füruğ Ferruhzad’ın hayatını anlatan Yaralarım Aşktandır oyunumda da pek az şiir kullandığım hâlde benim satırlarım şaşırtıcı biçimde Füruğ’a ait sanılarak ortada dolaşıyor. Bu ilginç. Dolayısıyla farklı alanlar aslında yazar için besleyici. Özellikle operada müthiş bir terbiye, nezaket ve anlayış fark ettim. Bu da bana iyi geldi. Bütün bunlar bir yana ben aslında 20 yaşımdan bu yana bir yazar olarak yaşıyorum.
Sizi cezbeden, mıknatıs gibi kendine çeken imgeleri konuşarak devam etmek istiyorum. Şimdiye kadarki yazdığınız romanlarda kullandığınız leitmotivleriniz, imgeleriniz aynı olabilir fakat, burada konuşmak istediğim nelerin peşinden gidip, gözünüzü nelere diktiğiniz?
Sadece bir his. Bazen de hayali bir görüntü. Sanki görülmüş bir rüyanın yeniden hatırlanmaya çalışılması gibi. Her kitap farklı biçimde gelir. Önce sezgisel olarak gelir. Bu süreçte farkında olmadan bir şeylere takılıp okumalar yapıyorum. Aslında o süreçte dersimi çalışmış oluyorum. Sonra aptala malum olur gibi hikâyesi geliyor işin ve edinmem gereken bilgiyi zaten yüklenmiş olduğumdan kavanozları raflara yerleştirir gibi bilgiyi kullanıyorum düzenliyorum. Hiçbir romanımı, öykümü yaşadıklarımdan yola çıkarak yazmadım. Hayal etmek hayatın kendisinden daha uçsuz bucaksız çünkü. Yeni zamanı iyi takip ederim. Çok dikkatliyimdir. Dizi, film, bayılırım. Deniz üstündeki pırıltılar beni büyüler sonra. Şehir hayatını çok seviyorum. Memoria mesela hatıraların mihmandarı sayılabilecek kahramanımın çalıştığını düşündüğüm apartmanın ve sonra mağazanın önünden geçip giderken aklıma düştü. Orada genç bir kadın vardı. Sonra bu hayali ilmek ilmek ördüm. İstanbul’da bütün parasını çaldırıp Karılar Tekkesi’ne sığınan Amerikalı Mary için Moby Dick’in yazarı Melville’in İstanbul ziyaretinde yaşadığı korkular ilham verdi mesela. Daha doğrusu buradaki şu nüans: Melville balina avcılığı yapan bir adam ama İstanbul’da cenaze alayları ve mezarlıklar onu ürkütmüş. Bu his beni alır götürür işte. Ayrıca kendi korkularım: Mezarlıklardan hiç hoşlanmam. Dolayısıyla romanımın merkezini beni duygusal olarak zorlayacak bir yere kurdum. Ama yazmak için en önemli şey iyi bir okur olmak. Bir de akıl ruh sağlığınızın fiziksel sağlığınızın yerinde olması gerekiyor doğrusu. Disiplin ve sabır sonra.
Hafızasız bir toplum muyuz biz gerçekten? Ya da hafızamız nasıl işliyor, duygularımız bilincimiz nasıl hareket etmek istiyor? Çok ciddi bir araştırma döneminin içine girerek yazdığınızı düşünüyorum Memoria’yı, bu yüzden böyle bir hafıza sorusuyla kitaba giriş yapmak istedim. Yüzyıla yayılmış bir anlatısı olmasıyla beraber roman aslında yüzyıllık hafıza ve bilinç anlatısı, ne dersiniz?
Doğru. Yüzyılın hafızası. Yüzyılın belleği. Yine dediğiniz gibi bilinç anlatısı. Bu benim için yeni değil. Daha önce yaptığım bir şeydi. Sadece burada zamane deyimiyle ifade edecek olursam meydan okumam dev bir yapıyı, geçmişi, bugün daracık bir zamanda anlatabilir miydim fikriydi. Okuru hatıraların mihmandarı dediğim genç bir zihnin içine sokabilir miydim? Kahramanımın başkalarının hatırasına ses olmasını, başkalarının sesi olmasını nasıl becerebilirdim? Yüzyılı kronolojik olarak anlatmak en kolayıydı. Oysa ben ruhsuz ve tekdüze bir şey yapmak istemiyordum. Memoria’nın dünü kadar bugünü de önemli. Ayrıca bu romanın dualitesini oluşturuyor. Bu romana bir ruh üflemek his katmak benim için her şeyden önemliydi tabii. Anlatıcı kahramanımın özellikle başından aldığı yaralar, kendini içinde bulduğu dertli durumlar, ölürken dedeye görünenler bunlar en kolay yoldan düz bir tarihsel sırayla anlatılabilecek şeyler değildi bana kalırsa. Edebiyat patikalara sapmasaydı Proust olmazdı. Kronolojik bir anlatıyı, sıradan olanı, bunu yapmak istemedim. Yüzyılı bambaşka bir yerden hatırlamak, görmek istedim.
Romanda odak mesele olarak kendinize neyi belirlediniz? Bu anlamda diğer romanlarınızdan bir farkının olmasını istediniz mi mesela? Bir anda masanızın başına oturmadığınızı düşünüyorum; bir şey veya şeyler sizi etkiledi, hatta belki de rahatsız etti ve böylece süreç odaktaki meseleleri oluşturdu belki de.
Hafızayı, belleği, hatırlamayı, şimdiyi, geçmişi, geleceği, hayal etmeyi ve düşünmeyi istedim. Aslında bir düşünce olmak istedim. Düşüncenin ta kendisi olmak istedim. Genç bir anlatıcının düşüncesi, zihni olmak istedim. Yaptığım şeyi, büyük bir yapının içinden çıkan yorgun bir savaşçı olarak, bugün ben bunu ne yaptığımı, ne yapmak istediğimi iyi ifade edemiyor olabilirim ama umarım üzerinden zaman geçtikçe birileri inceler ve bunun adını koyar, ne yaptığımı anlatır. Şu an manzaranın içinde gibiyim. Hem ben hem okurlar. Roman sadece Karılar Tekkesi’nde geçmiyor ayrıca. Orada başlıyor ve devam ediyor. Hatta orada bile başlamıyor. Saman alevi gibi bir şeyle masa başına çökülmeyecek kadar büyük bir yapı var dediğiniz gibi. Hiçbir romanımda da zaten böyle bir kalkışmayla yazmaya başlamadım. Yazacağınız ya da yazmakta olduğunuz roman yazarken size sürpriz yapabilir ama siz ne yapacağınızı bilerek geçersiniz masanızın başına. Zaten roman da tarihte Karılar Tekkesi’nde neler olmuşu anlatmıyor. Sıradan insanlar üzerinden bir dönemi, dönemleri anlatıyor. İstanbul’u, imparatorluğun çöküşünü, modernleşmeyi, sonrasında da belli başlı toplumsal olayların hayatlarına yansımasını anlatıyor. Bütün bunlar olurken insanların ne hâlde olduğunu küçük şeylerle görüyoruz. Ne bileyim İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki sosyal hayatı, yokluğu, yoksulluğu… Mesela roman kahramanımızın ceket cebindeki kapağı var kendi yok dolmakalemden anlayabiliyoruz. Artık bu numara herkes tarafından bilindiğinden tramvayda bir kadın ceket cebinden görünen kalem kapağına müstehzi bakar, adamın bir dolmakalemi olmadığını anlamıştır çünkü. Nişantaşı Teneke Mahallesi’nde değnek üstündeki evlerdeki hayatları anlatmak için tıpkı bir rüzgarı yakalar gibi bir hissi yakalamak gerekiyordu. Başlangıçta edindiğim akademik bilgi hayal gücümle doğru birleşti. Olay akışını ve kahramanlarımın kim olacağını çok iyi bilerek başladım yazmaya. Yoksa bu kadar büyük bir yapıyı baştan sona sırtımda taşıyamazdım. Ayrıca Memoria’da dün kadar bugün de önemli. Genç kahramanımın Sultanbeyli, Nişantaşı ve mezarlığa geri dönüşünde yaşadıkları bu zamanın ruhunu anlatıyor. Bu bölümleri yazarken daha çok heyecanlandım.
Hatuniye Mektebi (Hatuniye Dergahı) ya da nam-ı diğer Karılar Tekkesi bir karakter misali hikâyeyi baştan sona domine ediyor. Bitmiş Osmanlı dönemi ile yeni başlayan Cumhuriyet döneminin iki arada bir derede durumu. Hem her şey olmuş hem de hiçbir şey artık. Biraz anlatır mısınız bize Karılar Tekkesi’nin var olma sebebini ve hikâyeye etkisini? Bir yandan da neden Karılar Tekkesi ismini tercih ettiniz, bunu da merak ediyorum.
Bir tür kadın sığınma evi aslında. O dönem öyle çalışmış. İstanbul o dönem tekkelerle dolu. O da tekkeler arasında bir tekke. Bizans Manastırının üzerinde yükselmesi ilginç. Yani öncesinde orada manastıra kapanan rahibeler var. Orada ilgi çekici bir dünya yaratabileceğimi sezdim. Her şeyi oradan başlayarak anlatabilirdim ki öyle yaptım. Sonra zaten Cennet Apartmanı da genç kahramanımın çalıştığı kadın toplulukları da bir tür karılar tekkesine dönüştü. Halk arasındaki adını tercih ettim çünkü o yapının duygusunu daha iyi veriyordu. Genç kahramanımın mezarlığa geri dönüp kendini acayip bir durumun içinde bulduğu anı yazmak beni Karılar Tekkesi’ni yazmaktan daha fazla heyecanlandırdı. Ancak tabii okur çok düz kolaycı bir yerden bakıyor. Romana yönelik incelikli bir bakış yok şimdilik. Romanın derinliğinin ve ne ifade ettiğinin zamanla anlaşılacağını düşünüyorum. Ama şu an benim için Memoria’yı yazmış olmak önemli. Memoria ile masamın başında geçirdiğim zaman benim için her şeyden çok kıymetli. Karılar Tekkesi’nin gizemli mistik ama bir o kadar da hayat dolu umut vaat eden mücadeleci yapısı beni cezbetti tabii.
Beş yaşında bir çocuğun günün birinde Karılar Tekkesi’ne emanet edilmesi ile başlayan hikâye aslında şimdiki zamanda kısa bir sürede geçiyor. Bir dede torun anlatısı Memoria. Böyle bir zaman kurgusunu neden tercih ettiniz? Tamamen bulunduğu dönemde de geçebilirdi hikaye.
Aslında tamamen dede torun anlatısı diyemeyiz. Ama tabii ruhunu üfleyen de bu haksız sayılmazsınız. Öte yandan kuşaklar boyunca devam eden bir anlatı da değil. Genç kahramanım herkese ses veriyor ve neredeyse bütün sesler onun sesine dönüşüyor. Herkesin yerine geçen becerikli bir kahramanla karşı karşıyayız bir bakıma. Dedenin hatıralarının mihmandarlığını yapıyor ama bir yere kadar. O aynı zamanda diğer kahramanların da sesi oluyor. Bir de kendi hikâyesi var geçmişe eşlik eden. Bugün var. Romanın dualitesi var ikiliği var. Kolaycı bir anlatı yaratmak isteseydim tabii olay Karılar Tekkesi tarihi boyunca geçer ve tekke kapatılınca biterdi. Karılar Tekkesi’nden daha önemli bence Arnavutların Konağı var. Nişantaşı Teneke Mahallesi var. Bugün var. Geçmişin Memoria’sı Cennet Apartmanı var.
Roman çok karakterli ve nerdeyse yan rol yok gibi. Böyle olunca zor olmadı mı bu kadar çok başrolü yönetmek? Çünkü bir anda dönemden döneme geçtiğimiz gibi bir karakterin anlatısından, duygusundan, diğer karakterin anlatısı ve duygusuna hızla geçiyoruz. Üstelik hepsinin kendisine özel diyalogları var ki edebiyatta diyalog başlı başına bir iştir ve romandaki diyalogların her biri çok iyi yazılmış.
Teşekkürler ama işim bu. Bugüne ait bir zihnin içinde yol alıyoruz. Düşünce hızında yol alıyoruz üstelik. O zihin neyi nasıl hatırlarsa ve anlatırsa öyle var. O nasıl duyduysa, dinlediyse, dinlediğinden ne anladıysa ve gördüyse. Tıpkı romanın Cumhuriyet bölümündeki theatral anlatı gibi. Burada dinlenildiklerinden şüphe ediyorlar hatta korkuyorlardı yerin kulağı vardır misali, bir okurum o bölümde bu korkuyu tastamam geçirdiğimi söyledi ki bunu duyduğuma çok sevindim. O bölümdeki tekinsizliği tamamen yapmacık diyaloglarla verdim mesela. Düz ruhsuz teknik theatral denebilecek bir tonda konuşturdum kahramanlarımı sadece o bölümde. Memoria’nın dünyası çok katmanlı tabii. Genç kahramanımın anlatıcımın aktardıkları sadece duyduklarından ibaret değil bir de ona sunulanlar var. Ses kayıtları okusun diye önüne konulanlar falan filan. Dün ve bugün arasında bu kadar net gitmek elbette zordu. Sesleri, özellikle Muazzez ve anlatıcı genç kahramanımın sesini anlatıyı son bölümde iç içe geçirmek zordu. Başlangıçta dedesinin anlattıklarını kendi anlatısına dönüştürme biçimini bulmak zordu. Hafıza, bellek, hatırlamak üzerine epey düşünmeyi gerektirdi. Bu teknik bugün değil ama ilerleyen zamanda roman üzerinde daha derin ve incelikli düşünüldüğünde anlaşılabilir diye umuyorum. O dönem insanların ne hissettiklerini nasıl tepkiler verdiğini sezmek ve oraya gelmek benim için en incelikli yerdi belki diyaloglar ve duygu geçişleri karakterler bu yüzden iyi çıktı.
Romandaki kadınları ayrıca konuşmak istiyorum sizinle. Münire Kadın, Muazzez Hanım başta olmak üzere hikâyenin tüm unsurlarını bir evi çekip çevirir gibi çekip çeviriyorlar. Kadın karakterlerden hangisi en özeliydi sizin nezdinizde? Tarihi olayları en çok hangisi etkiledi, kalbinizi en çok hangisi çarptırdı?
Hepsinin yeri ayrı ama Muazzez’in yaşadıkları özeldi tabii. Tanıklıkları, katlandıkları farklıydı. Ona ne kızabiliriz ne sevebiliriz ya da hepsini birden gösterebiliriz. Bir kahramanı yaptıklarını yapmak zorunda kaldıklarını anlayabilmek varsa bence bu Muazzez’di. Bir de Münire kadını, Mary’i, Yahudi’yi yazarken yarattığım ikilikler var tabii. Hangisi onların gerçeğiydi? Okuruma oyun oynamayı sevdiğim yerlerdi buralar. Ayrıca Muazzez bir bakıma Cumhuriyet demekti. Aynı şekilde Cennet adını verdiği apartmanı da öyle cumhuriyetin temsiline dönüşüyordu zamanla. Karakterleri ve yapıları hatta eşyaları birlikte temsil eden bir anlatı kurmaya çalıştım. Dili olsa da anlatsa denilen şey bir bakıma kahramanlarım aracılığıyla ses buldu. Eşyalar da yapılar da hatta semtler de birer karaktere dönüştü. Dolayısıyla romanın bazı yerlerinde karakterleri değil bu yapıları eşyaları yazmayı daha çok sevdim. Kristal Günler’in mağazası gibi ya da Yusuf’un çiçekçi dükkanındaki karanfil dağı gibi. Romanın kutuplarını çoğu zaman karakterler değil bu yapılar o yapıların içindeki yaşantılar oluşturdu.
Tarihi mekânlar, apartmanlar kadar, tarihi semtler de romanın en önemli unsuru. Florya’dan Dolmabahçe’ye, Nişantaşı’ndan Eyüp Sultan’a Osmanlı’dan günümüze hem toplumsal yapıyı görüyoruz hem de sınıf farklarını. Romanı bu geniş kapsamlı yönüyle de konuşabilir miyiz?
Bu aynı zamanda İstanbul’un romanı. Her yer bizim hatıralarımızla hayat buluyor aslında. Nerede, ne hatıramız varsa ya da bir semt belleğimizde nasıl yer etmişse bizim için o hisle var oluyor. Öncelikle bu histen hepimizin tecrübe ettiği gerçeklikten yola çıktım tabii. Kahramanlarım için ne ifade ediyordu bu semtler bunun üzerine düşündüm. Yerini bulan bilgi kıymetliydi. İşte ne bileyim Florya’da deniz üstü köşk yapılırken istimlak edilmesi elzem olan bir ev var mesela. Önce istimlak edilmek istenilmiyor ama sonra birileri diyor ki o evin sahibinin kardeşi İstiklal Mahkemeleri’nde asıldı o evden buraya bir fenalık gelebilir. O ev, o aile bu bilgi önemliydi. Aynı şekilde Nişantaşı tarihi, Teneke Mahallesi’ndeki hayat, buradaki mandıralar bunların bilgisinden çok bilgiyi hisle işlemek gerekiyor aslında. O semtlere hayat veren insanlar yaşantılar. Doğru bilgiyle ama yazarken onlar olmak gerekiyor. Oyuncu olsanız nasıl oynar, rol yaparsanız yazarken de yazdıklarınıza hayat vermek için bu gerekiyor, bir anlamda yazarak yaşamak.
Başucu kitaplarınız neler? Bu dönemde okuduğunuz tarih kitaplarından başucu kitabı belirlediğiniz oldu mu hiç?
Tarih okumalarım oldu tabii epeyce fazla. Ama benim başucu kitaplarım çağdaş dünya edebiyatı, şiir, oyunlar, bizde yeni çıkanlar, kendi çağdaşlarımın kitapları oluyor. Dört beş kitabı aynı anda okurum işim bu. Başucu kitabından benim anladığım büyük bir saflıkla hakikaten yatağın başucundaki kitaplarım oluyor. Yatmadan önce ve sabah kalkınca ilk işim okumak olur. Erkenciyimdir, uzunca bir süre yatakta kitap okuyarak vakit geçiririm. Bilimsel okumalarım da var onların yeri nedense okuma koltuğum hatta masamın başı. Memoria için tarih kadar zihin, nöroloji, ucu tıp bilimine çıkan okumalar yaptım mesela. Bir zihin nasıl işler bunu öğrendim ki o zihni işletebileyim içini doldurup boşaltabileyim.
Klasik, modern ve çağdaş en çok hangi dönem kitaplarını okumayı seviyorsunuz? Çok önemli bulduğunuz, sevdiğiniz kitaplar var mı bunlar arasında?
Klasiklerin hayatın üç döneminde ayrı ayrı okunması gerektiğini düşünüyorum. Gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta. Gılgamış operası için libretto yazdıktan sonra yeniden destanlara gömüldüm ve İlyada’yı mesela yeniden farklı iki kaynaktan okudum. Odyssia’ya gömülmek üzereyim. İnsan, Ecinniler’i okumadan ölürse eksik ölür bana kalırsa.
Roman yazmaya devam edecek misiniz yoksa öykü veya hikâye kitabı yazmakla ilgili bir düşünce var mı?
Romanla devam edeceğim. Bir libretto daha yazacağım. Bu arada tiyatro metinleri olabilir tabii.