Anna Kavan’ın ünlü romanı Buz’a, yazarın edebi açıdan benzetildiği Kafka’nın Günlükler’i üzerinden bir bakış.
Shakespeare’inkini biliyorduk, duymuştuk, meğer Kafka’nın da bir kız kardeşi varmış. Anna Kavan’ın adı edebiyat çevrelerinde her zaman Çek yazarla birlikte anılırmış. Doğrusu, yazın dünyasında pek yaygın olan bu tür hısımlık yakıştırmalarında Kavan’ın nasibini Franz Kafka’dan yana almasının nedenini onun en ünlü kitabı Buz’un giriş bölümünde bile görmek mümkün. Daha ilk cümlesi “Kaybolmuştum,…” olan bir romandan beklenebileceği üzere, Buz okuyucusunu sürekli gerçekle düş arasında salınan bir alanda ağırlıyor. Romanın geneline hâkim olan belirsizlik duygusu, havada asılı kalma hissi ve anlatıcının şüpheleri Kavan’ı Kafka’ya yaklaştırıyor.
“Bana yazılan ilaçlar, onun daima narin gövdesi kırıklar, çürükler içinde, çaresiz bir kurban olarak göründüğü dehşetli düşler doğuruyordu. Bu düşler sadece uykuyla sınırlı değildi, ayrıca onlardan hoşlanmaya başlamış olmam da acınacak bir yan etkiydi.”
Düşler konusunda Franz Kafka’nın Günlükler’indeki şu satırlar da iki yazar arasında olduğu söylenen kan bağının ipuçlarını veriyor sanki:
“Gördüğüm düşlerle çaresiz boğuşup dururken, kendi kendimin yanı başında uyuyorum düpedüz. Saat beşe doğru uykunun son zerresi de harcanıp tüketiliyor; artık yalnızca düş görüyorum, bu da uyanık kalmaktan daha çok yoruyor beni. Kısacası, bütün geceyi, sağlıklı bir insanın uykuya dalmadan önce kısa bir süre yaşadığı uyur uyanıklık durumunda geçiriyorum. Uyandığımda bütün düşler çevremi sarıyor, ama üzerlerinde uzun boylu düşünmekten kaçıyorum.”
Zihin Katmanları
Her şeyden önce şunu söylemek gerek: Bir romanda belirgin bir konu ve inişli çıkışlı bir olay örgüsü arıyorsanız Buz hiç de size göre bir metin değil. Romandaki tüm iniş çıkışlar ve dalgalanmalar anlatıcının zihnindeki tekinsiz kaymalardan kaynaklanıyor. Bir kovalama, bir kaçış sahnesinin ortasında anlatıcı birden “Odamdaydım, yatağım boştu,” diyebiliyor. Franz Kafka’nın Günlükler’de sık sık “Eğer kendimi dışarıdan görebilseydim,” demesine paralel olarak, Buz’un anlatıcısı da sık sık kendine bakıyor. Bazen anlattığı kişilerden biri oluyor, bazen biraz “yükseğe” çıkıp içinde kendisinin olduğu bir sahneyi bize anlatıyor. Arka planda belirsiz, isimsiz bir nükleer çekişmenin yarattığı iklim değişikliği ve onun sonuçları var. Gökyüzünden gümüş renkte buz kütleleri iniyor, hava her daim aşırı soğuk ve nehirler donuyor. İklimin kendini bir otorite olarak dayattığı bu romanda okur, Yüksek Ev ve Şato arasında kolaylıkla bir bağ kurabilir. Yine Buz’daki Muhafız, Kafka’nın sevdiği erk, birey, iktidarın mesafesi gibi izleklerin bir yansıması olmalıdır.
Benzerlikler bunlarla da kalmıyor: Buz’un kimi bölümlerinde Günlükler’i okurken yoğun bir şekilde hissettiğimiz güvensizlik hâline benzer bir hal var. Tek başına “Dünyayla bu zayıf bağlantı hiç de güven verici değildi” cümlesi bile bize Kafka dünyasının kapılarını aralamıyor mu? Çek yazarın hayatla, gerçeklikle, parça veya bütün olmakla ilgili dertleri, öyle görünüyor ki Kavan’ı da bir anlatıcı olarak uğraştıran şeyler olmuş:
“Buzdan yayılan öldürücü soğuktan donmuş, billursu buz-ışığın parıltısıyla gözü kamaşmış, bu kutup görüntüsünün parçası haline gelmekte olduğunu, yapısının buzun ve karın yapısıyla aynılaşmakta olduğunu hissediyordu. Parlayan, ışıldayan, ölü buz dünyasını, kaderi olarak kabul etti; buzulların zaferine ve dünyasının ölümüne razı oldu.”
Marjinal Bilimkurgu
Yazarın asıl adı Helen Woods. Kavan soyadının da Kafka’ya açık bir gönderme olduğunu Göndermeler’den öğreniyoruz. Romanı Türkçeye kazandıran Selahattin Özpalabıyıklar, kitabın çevriliş ve basılış hikâyesini anlattığı sunuş yazısını bu ilk telif eserine de almış. Roman, Avrupa’da ilk çıktığında bilimkurgu olarak lanse edilmiş, ama bu bana pek doğru bir adlandırma gibi gelmiyor, zira alışıldık bilimkurgu kitaplarındaki gibi bir öyküsü yok Buz’un. Daha çok -bu yazıda da anlatmaya çalıştığımız gibi- sanrılarla gerçeklerin birbirine karıştığı, iyi yazılmış, okuru saran ve özellikle son bölümlerde tuhaf bir şekilde sizi içine çeken bir anlatı var elimizde. Ben Buz’u okurken nedense Pedro Paramo’yu hatırladım daha çok, bir de Demir Özlü’nün bazı öykülerini. Nükleer felaket, savaş ve değişen iklim koşulları Buz’un arka planının oluşturmuş sadece. Belki de bu gibi sebeplerden dolayı Özpalabıyıklar da kitabı marjinal bilimkurgu olarak nitelendirmiş.
Buz’un yazıldığı yıl 1967 ama Kavan’ın anlatıcısı ilkim ve çevre konusunda bugün televizyonda neredeyse her gün duyduğumuz şeyleri söylüyor. İnsanın yaşadığı gezegende kendi eliyle yarattığı tahribat romanın final bölümünde iyice açığa çıkıyor. Kitabın son bölümlerinin etkileyiciliği biraz da buradaki keskin ve rahatsız edici tahminlerden kaynaklanıyor. Kavan, insanın doğa karşısındaki yıkıcılığını çok önceden görmüş ve günümüzde artık marjinal olmaktan çıkmakta olan bu durumu sarsıcı cümlelerle anlatmış: “İnsanlığın en son icraatı kendini imha değil, bütün hayatın imhası olacaktı; yaşayan bir dünyanın ölü bir gezegene dönüştürülmesi… Evrensel yabancılık duygusu ve yaklaşan felaketin soğuğu, yukarıda asılı yıkıntıların tehdidi eziyordu beni; bir de yapılmış olan şeyin iğrençliği, toplu suçun ağırlığı. Doğaya karşı, evrene karşı, hayata karşı korkunç bir suç işlenmişti. Hayatı reddederek, ezeli düzeni yıkmıştı insan, dünyayı yıkmıştı; şimdi her şey parçalanıp yıkılmak üzereydi.”
Brothers and Sisters
Yukarıda geçen “evrensel yabancılık duygusunun ezdiği birey” teması ister istemez bizi yine belli bir edebiyat dairesinin (ailesinin?) içine çekiyor ve insan Kafka’yı hatırlamadan edemiyor. Ve şurası kesin ki Buz’un anlatıcısı gerçekliğin kendisi için her zaman belirsiz bir nitelikte olduğunu söylerken asla sadece kendisini tarif etmiyor.
Aşağıdaki iki alıntı her iki yazarın üretimine kaynaklık eden düş, düşünce, gerçeklik gibi ortak temalara işaret etmesi bakımından kayda değer:
“…Daha bu kadarıyla içim içime sığmayarak eve döndüm, kafamdaki düşüncelerin hiç birine gücüm yetecek gibi değildi; dağınık, bir şeyler gebe, perişan durumda, şişip kabarmış, çevremde yuvarlanan eşyalar ortasındaydım…Kendimi seyreden biri olsam, örneğin oturuşumdan, sözcüğün gerçek anlamıyla oturuşumdan ne durumda olduğumu kestirebilirdim.” (Günlükler)
“… Bu bir mucize, düşte görülmüş bir şeye geri dönüştü. Sonra başka bir şok, bunun gerçeklik, bütün öbür şeylerinse düş olduğu kafama dank ettiğinde, şiddetli bir uyanış duygusu. Bir anda son zamanlarda sürmüş olduğum hayat gerçekdışı göründü: artık hiç de inanılır değildi. Büyük bir rahatlama hissetim, uzun soğuk bir tünelden günışığına çıkmak gibiydi.” (Buz)
Yazıyı bitirirken aklıma gelen bir soruyu paylaşayım: Shakespeare’in, Kafka’nın kız kardeşleri, tamam. Peki, bu edebi akrabalık yakıştırmaları başka biçimlerde de karşımız çıkıyor mu? Yani yazın dünyasındaki konumu ve önemi, ünlü bir kadın yazara atfen tanımlanan erkek yazarlar da var mı? Mesela, herhangi bir romancı ya da öykücü için Katherine Mansfield’in erkek kardeşi ya da Arundhati Roy’un oğlu deniyor mu? Acaba var mı böyle bir şey? Sadece anlamak için soruyorum.