“Borges’in yirmi birinci yüzyılda en çok seveceği roman” olarak da tanımlanan, İspanyol yazar Enrique Vila-Matas'ın romanı Montano Hastalığı üzerine bir inceleme.
Her yazılanın öncesiyle sonrası arasında köprü olduğunu, bağlantının her an alt üst olabileceğini hayal edin. Montano Hastalığı’nda okurun karşısındakiler zihin kristalinin hangi yüzeyinden yansıdığı kestirilemeyen bir döngü, parçaların birden fazla kez birleşip, kendini inşa ettiği, sonra dağıldığı, yıkıntıları üzerinde yeniden ayağa kalktığı yaratım süreci halinde. Bu akışa kapılmak istiyorum ama kendimi sürekli neden-sonuç ilişkisi kurarken yakalıyorum… İspanyol yazar Enrique Vila-Matas roman ilerledikçe bu bağıntıları yeniden oluşturuyor, “istemsiz bir mizah”la her seferinde biraz daha açık eder gibi yaparak.
“Beni anladığını söylememelisin”
Yazar sıklıkla başvurduğu alıntılarından birinde Kafka’nın Max Brod’a yazdığı mektuptan yararlanır: Beni anladığını söylememelisin. Anlaştık, yine de yazdıklarının bendeki gölgelerini paylaşabilirim. Kitapla aynı adı taşıyan ilk bölüm “Montano Hastalığı”nda öykü, kalıtsal köklerin arandığı yazarlarla birlikte kurgulanır. Öyle ki, nasıl harfler yan yana gelip anlam barındıran sözcükleri, dili ve bu şekilde aktarımı oluşturur, alıntılar da artık bilinç devinimine uğrar. Vila-Matas edebiyatın müze haline gelmesini istememektedir. Cümlelerin göz hizasında asılı kalmasının önüne geçmeye çalışır. Hem onları kendine referans alır hem de onları belleğin sürecine sokarak, bölerek ve çarpıştırarak nefes almalarını sağlar. Yeri geldiğinde babaları öldürerek kendini doğurmasının sancısı da sezilir, ama onların ardılı olduğunu kendisine (ve okura) hatırlatır. Böylelikle yetişkin olma yolundaki bir insanın ebeveyniyle olan ilişkisini anımsatan bir yapı belirir.
Sonraki dört bölümde alıntılamaları azalan bir sıklıkla yaşarız. Sonlara doğru genişleyen bir iç içe geçiş başlar. Kafka, Musil ve Montaigne dahil belleğe sızanlar ziyaret edilir. Denilebilir ki, Vila-Matas’ın yazdıkları sıkı bir edebiyat eleştirisi olarak da okunabilir. Vila-Matas bunu gözetmiş miydi bilemem, ama henüz buz dağının görünen kısmını keşfe çıkanlar için yaptığı alıntılar ve deneme türüne yaklaşan düşünsel seyahat kolay kolay rastlanamayacak bir armağan sunuyor. Bölümlerden söz açılmışken -elbette ilk okuyuşta kendi doğal sırasına göre okumalı- yerleri değişse, belki Vila-Matas’ın istediği kıvamda olmazdı, ama farklı da olsa bir tat alınır.
Günlükler Ne Kadar Samimi Olabilir?
Montano Hastalığı’nın çaresinin aranması bir eleştirmenin, sonra da roman kahramanı olarak bir yazarın edebiyat takıntısı üzerinden ilerler. Yazar belirginleştiğinde şahsi anılar etrafında kendini sorgulamanın peşine düşer. Vila-Matas kurmacadan emin olunamayan köşe kapmacada gibi kendini hem gösterir hem saklar. Hatta işin içine kadın kahramanıyla yaşadığı edebiyat ile sınırı kaygan aşk ilişkisi de girer. Belki masada sadece edebiyat ya da günlükler değil, onların birer parçası ve üretimi olduğu yaşamın ta kendisi vardır.
“Yıllar sonra günlüğünü okurken, kareli defterlerin ikincisinde 1956 yılında yazılmış Budapeşte Teorisi başlıklı, günlük yazmayı derinlemesine ele alan ancak tek bir cümlesinde bile o yıl yaşanan kanlı Macar ayaklanmasından dolayı gazetelerde sıkça bahsedilen Budapeşte’nin bahsi geçmeyen uzun bir makaleye rastladım; annem de kendi teorisini 1956 senesinde kaleme almıştı; belki de bu, makalesinin başlığında neden Macaristan başkentinin yer aldığını açıklıyordu.”
Romanın akışındaki parçalanma ve birleşme döngüsü, anlamın kurulu müsaitliği yerine anlamsızlığın tuhaf yolculuğunu akla getirir. Dokunulan ilk şey, kendisine ve köşe başlarını tutan yazarlara ait arada girip çıkılan günlüklerdir. Aralarına sessizce annenin gizli tuttukları ve şiirleri karışır. Bu esnada günlük yazarının gerçek iç dünyasını aktarmasının ne derece mümkün olduğunu tartışır.
“-Biliyorum en az iki kişi olmamız gerek.
-Ama neden iki? Neden aynı şeyi söylemek için iki kişi?
-Çünkü sözü söyleyen hep ötekisi."
Günlük yazarının temel çelişkisinin söze dönüşmüş ilk sese dayandığı düşünülebilir. Şöyle ki, kâğıda döküldüğü anda artık ona uzaktan bakıyorum, söz ağzımdan çıktıktan sonra kulağımda onu tekrar yankılıyorum. Eyleme dönüştükten sonra ortadan kaybolmama hali, bu hatırlama hali, insanın kendisi ile kendini ifşası arasına girecek ve böylece ötekilik hep baki kalacaktır. Bugünün edebiyatına gelirsek, romanlardan beklenen teknik ve yapısal kalıplar onu boğar. İçinde barındırdığı şiirsel tılsımı kaybettirir. Gittikçe daha çıkmaz bir yola sapan yabancılaşma, yazarın işaret ettiği gibi yazının kaynağını arama yolculuğunu çok daha eskiden beri başlatmış olabilir. Zihnin anlam arayışını ilk kopuş tetiklemiştir. Günümüze gelindiğinde insana saatlerin dikte edildiği tutarlılık anlamsızlığa karşı kolay çözüm yoluymuşçasına dayatılmış olabilir. Yazara göre ise anlam arayışının uzantısı olarak edebiyat yazarı ve okuru olmak öyle çetrefilli bir süreçtir ki, kitabın bir yerinde edebiyat hastalığını ancak düşmanına müstahak görecek noktaya gelir.
“Dünyanın sonuydu sanki burası, yerkürenin sonu. -Sis, dedi.”
Emily Dickinson’ın sis’i kaplamıştır ortalığı… Bu kıyılardan “varoluşsal sıkıntı”nın limanına uğramamak olmaz: Hatta belki romanın altındaki anakaradır. Yazar ufkumuza okyanusları çıkartır. Balina avcılarından biri de kendisidir… Romanın sürekli yaratım halinde ilerlemesi yaşadığımız gerçek hayatta mümkün olmayanı yapar, okuma boyunca ne ileri ne geri gidebildiğimiz sonsuz bir şimdiyi düşünmemize yardımcı olur. Bu deneyler buluttan düşen gümüş balıkları benzeri sürreal ortam yaratmak için kurgulanmış gibi duran imgelere pek benzemez. Onların yerine labirentler ve aynaların sayesinde insanın ve mekânın yap-boz’una şahit oluruz. Yazarın deyimiyle imgeler yalnızca kendisini işaret eder. Deneyim sırasında ayna kırılır ve altındaki su görünür olur.
Yazar gibi balina avcılarının peşinden gidebilmek, üzerinde durulan kıymetli toprak parçasını bir anlığına terk etmek ya da en azından hareketsiz kalmakla mümkün olabilir. Unutmamak lazım ki okur, yazarın mürettebatı olur ve onunla birlikte tehlikeli sularda ölüme gidebilir. Öze dönüşe doğru olan bu seyahat, en son raddesinde Vila-Matas’ın bahsettiği “sanatsız yapabilme sanatı”nı getirebilir mi? Sanırım sonunda ben yazarın tuzağına düştüm, hem de memnuniyetle…