Nazan Bekiroğlu, uzun bir aradan sonra yayımladığı yeni romanı Kehribar Geçidi’nde Roma İmparatorluğu'nun dağılmadan önceki son yüzyılını "yedi uyurlar"ın hikâyesine bağlayarak, bir insanlık tarihi ve insanlık durumları okuması sunuyor.
“Dağılmış bir şeyi onun ancak eski hâlini bilen biri bir araya getirebilir.
Yine de arıtabildik kelimelerimizi dehşetli hatıralarından.
Yoksa Tanrı’dan yeni kelimeler yakarmamız gerekecekti.”
“Tarih her zaman özgür insanları yazmıştır edebiyat ise bizlere, kölelerin de bir tarihi olduğunu hatırlatır.” Yazıma, Yavuz Arkın’ın Roma-nın Aşkı yazısından bir alıntı ile başlamak istedim çünkü bu alıntı hem insanlık tarihine hem de Kehribar Geçidi’nin çağrısına çok uygun bir yere denk düşüyor. Hikâye Anlatıcılığının Bilimi kitabının yazarı Will Storr’a göre hikâyelerden keyif almak üzere programlanmış varlıklarız ve beynimiz, bir mantık işlemcisi değil, bir hikâye işlemcisi. Bence tam da bu sebeple, tarihsel gerçekliği, anlatılan döneme dair detayları bir kurgunun içerisinde okumak, zihnimizde farklı kapılar açıyor. Gerçeği konuşmak zor, hikâyeyi konuşmak ve dinlemek ise daha kolay. Belki de bunun nedeni, hikâyenin bizim tanıklığımızı ve tanıklıktan doğan sorumluluğumuzu, suçluluğumuzu oyun dışı bırakmasıdır. Kim bilir.
Nazan Bekiroğlu ile son romanı Kehribar Geçidi aracılığıyla tanıştım. Tarihsel arka planı güçlü, kurgusundaki detaylarla da sürükleyici bir roman olduğunu söyleyebilirim. Hatta Dan Brown romanlarında olduğu gibi insanı tarihe ve söylencelere dair daha çok şey bilmeye heveslendiren bir kitap olduğunu da eklemek isterim.
3 Mayıs 1957 tarihinde Trabzon'da dünyaya gelen Nazan Bekiroğlu, hem akademisyen hem yazar olan isimlerden. Kehribar Geçidi'nde birçok kadim öğretide de yer bulan, hem İslam hem Hristiyan kültürlerinde anlatılan "Yedi Uyurlar" efsanesi merkezde duruyor ve Roma İmparatorluğu'nda krizin baş gösterdiği çöküş dönemi anlatılıyor.
Yedi Uyurlar olarak da bilinen Ashab-ı Kehf[1]'in ve köpekleri Kıtmir’in yaygın olarak anlatılan hikâyesinde mağaraya ve uykuya çekilme hikâyeleri farklılık gösterse de bu yedi kişi, toplumdan ve kötülükten kaçarlar. Tüm anlatıların ortak noktası onların kendi halkına yüz çevirmesi ve bulundukları çevreyi terk etmelerine odaklanır. Bu yedi kişi, inançlarından dönmemek için mağaraya, yaratıcıya sığınırlar. Rüya ile gerçek arasındaki bu anı yazar şöyle anlatır: “Işığı, parıltıyı, kokuyu, tasviri, yaldızı, som altını, içeride bırakarak avlunun ortasında, sofu dilencinin az yakınında bağdaş kuran bu yedi kişinin konuşmaya mecali yoktu gerçi, mağara ağzında yaktıkları ateşin başında da değillerdi.”
İyi-kötü, köle-efendi gibi düşünce tarihinin temel ikilemlerinden beslenen roman, toplumun her katmanından kahramanı zaman zaman başrole oturtuyor. Özellikle kötülük problemine dair metinler okurken, kurgu ya da kurgu dışı, buradaki tekrar, insan doğasının gölgesinin emrine girme konusundaki yenilgisi dikkatimi çekiyor. Kötülük, kültürden bağımsız olarak insanın olduğu her yerde bir şekilde varlık göstermeyi başarıyor. Şeniz Baş, "Zulmün İzinde" başlıklı yazısında kötülük problemini işaret ediyor: "Kehribar Geçidi’nden yaptığım alıntılar tekerrür eden kötülüğü ve -Hannah Arendt’ten alayım bu tanımı da- 'kötülüğün sıradanlığı'nı bize gösteriyor. O kadar sıradan ki bir amip gibi her yapıştığı canlıda, her koşulda yaşamını devam ettirebiliyor.”
Nazan Bekiroğlu, Roma’nın temsil ettikleri üzerinden bir roman kurgulamış ve bu temsilleri kurguyla harmanlayarak yorumlarken kadim bilgelik geleneklerin, tek Tanrılı dinlerin, halk söylencelerinin mesellerini de anlatısına ortak etmiş. Böylelikle bu roman, Jung’un işaret ettiği kolektif bilinçaltındaki sembol ve anlatıların da okurun dünyasında farklı çağrışımlarla yeniden şekillenmesi ve gerek bireysel gerek kolektif gölgelerimizin tartışmaya açılmasına hizmet ediyor.
Romana dair efsunu bozmadan, alıntılarla yazıyı yormadan veda edeceğim ancak yazının kapanışını, kitabın sembolik dilini ve halk hikâyelerine benzer yapısını açıkça gösteren bu alıntıyla yapmak isterim: “Birkaç adım attı. Kehribar, ayaklarını, kandilciye yol gösterir gibi mağaranın çıkışına doğru uzatmıştı. Uyandırmaktan korkarak başını okşadı vefakârın. Oysa kulaklarından biri oynamadı Kehribar köpeğin... Derin derin nefes alan, göğsü inip kalkan erdemli köpeğe bakarken gülümsedi kandilci. ‘Ey köpek’ dedi. ‘Ağzın var, dilin yok. Senin de bir hikâyen vardı besbelli. Ama neydi, hiç bilemedik ki...’”