Ece Temelkuran’la yeni kitabı İyilik Güzellik’ten hareketle, dünyanın zihinlerimizde çın çın öten uğultusunu, soluğumuzu kesen gürültüsünü, o hengâme içinde seslerine kulak vermeyi nicedir ihmal ettiğimiz iki eski dostu, iyiliği ve güzelliği konuştuk.
Kitabın adından başlayalım isterim. Gerçi içeride tatlı tatlı anlatmışsın ama ben yine de sorayım: ilenmelerin, temennilerin, keşke’lerin yakınmaların havalarda uçuştuğu bu gürültünün içinde, nereden geldi de omzumuza kondu bu iyilik güzellik?
İyilik Güzellik... Sesi, uçup gelip insanın omzuna konacak kadar hafif, tatlı geliyor kulağa. Keşke. Öyle olamadı. Kötülüğün içinden kazıya kazıya çıkartmak zorunda kaldım bu ismi. “Niye böyle olduk?” ve “Buradan nasıl çıkacağız?” meselesi üzerine fikir üretme teşebbüsleri bu kitap. Televizyon ekranından “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?” diye çıkışmakla olmuyor. (Gülüyor) Sakin düşünmek, kötülüğün kutsandığı bu düzenin içini açıp bakmak gerekiyor. Şimdiki zamanın ruhunu tedavi etmek için de inatla iyilik ve güzellikten söz etmek gerekiyor. Unutturmamak için belki. İnsan, bu kötülük karnavalında unutabiliyor çünkü. İyi ve güzel olma, iyiyi ve güzeli hayal edip yaratma imkanlarına sahip olduğu insanın aklından çıkabiliyor.
“Değerler Harabesinde...”
Kitapta en çok kullandığın sözcüklerden biri gürültü. Birbirimizle aramıza giren, hakikatle aramıza giren, kendimizle aramıza giren o feci gürültü. Sence ne var bu gürültünün terkibinde?
Kitaptaki birçok mesele sadece Türkiye ile değil, dünyanın geri kalanıyla da ilgili. Dünya her zamankinden daha gürültülü. “Zeki Müren’in de bizi görebildiği” bu yeni dünyada hakikat maalesef sonsuz kere çoğalıyor ve yalanlar bile “Bu da benim inancım, saygı duymak zorundasın” diye önümüze sunuluyor. Bu yeni global söz yığını içinden anlamlı ve hakiki cümleleri çekip çıkarmak o kadar da kolay değil. Öte yandan bizimki gibi ülkelerde hakikat ablukaya alınmış durumda ve sesi duyulmaması için iktidar tarafından durmadan yeni sahte hakikatler üretilmek zorunda. Bu bir yanıltmaca bombardımanı ve uzun bir süredir bu bombardıman altındayız. Değerler sistemimiz uzun süredir bu gürültü tarafından harap ediliyor. Bir değerler harabesinde “Kimdik biz?” sorusunun cevabını arıyoruz, ya da “Biz hep böyle miydik?” sorusunun gerçek karşılığını. Artık hiçbir söz başka bütün sözleri susturup kendine baktıracak kadar güçlü çıkamıyor, çıkamaz da. Ve maalesef bu “çok sesli koro” gibi düzenli bir sesler birliği değil. Kimsenin kimseyi dinlemek istemediği ama herkesin konuşmak istediği bir gürültü.
Sen mesela “Okumak gürültünün içindeki sesleri ayırt edebilmemize yarar” diyorsun kitapta. Böyle zamanlarda okumak gürültüden kaçmanın mı, yoksa gürültüyü parçalarına ayırıp anlaman mı yolu?
Gürültünün içindeki anlamlı sesi duymanın yolu. Kaçmak gibi düşünüldüğü oluyor ve zaman zaman kaçmaya da hakkımız var doğrusu. Ama okumak, doğru şeyler okumak insanda kaçmaktan ziyade hayatla başa çıkabilme duygusunu üretir. Bu, iyi bir şiirin aklınızda güzel bir kapı açması olur, kalbinizde daha önce orada olduğunu bilmediğiniz bir kası çalıştırmaya başlaması olur ya da sizden önce benzer gürültülerden geçenlerin bununla nasıl başa çıktığını okursunuz. Ama zenginleşip donanırsınız okuduğunuzda. Okuyup da kitaptan başınızı kaldırıp gürültüye yeniden baktığınızda artık orada başka bir şey görürsünüz, daha anlamlı bir şey.
“Yazmak Kalbimi Koruyor”
Anlamlı bir şey... Zaten belki de bütün aradığımız bu. “Herkes yazar olmak zorunda değil, ama herkes yazmak zorunda” diyorsun kitabın başka bir yerinde. Yazmakta nasıl bir şifa var peki?
Ben yazmamakta nasıl bir şifa var, onu bilmediğim için pek de cevaplayamam herhalde şifa sorusunu. Yazmamayı bilmiyorum. Harfleri öğrenmeden önce, olmayan harflerle annemin el yazısını taklit ederek mektuplar yazardım. Saklıyor annem hala o mektupları. Hatta eski ütü masası tahtasına bile yazmışım o bilinmeyen dildeki mektuplardan. Düşün ki artık nasıl bir yazma iştahı! Kendim denen şeyi ben böyle koruyorum. Yapmam gerekenler, olmam gerekenler, dünyanın beni dönüştürmek istediği o berbat heykelden yazarak koruyorum kendimi. Aklımı koruyorum, dahası var mı! Şifa ise şifası bu, aklını koruyorsun. Ya da koruduğuna inandırıyor seni. Evet, sanırım bu. Yazmak benim kalbimi koruyor, kalbimde iyi ve güzel olan ne varsa onu koruyor.
Peki bu gürültünün ortasında, zaman zaman yaşamanın bile anlamı sorgulanırken, yazmanın anlamını sorguladığın olmuyor mu? Kendine verdiğin cevaplar seni hangi kıyıya çıkarıyor?
Yazmanın yarısından fazlası yazmanın anlamını sorgulamaktır zaten. Ama niye yazıyorum diye değil, niye bunu yazıyorum diye. Kendim için mi? Okunsun diye mi? Sevilmek için mi? Bu yalan dünyada kendine bir küçük koltuk inşa etmek için mi? Bu sorulardan sağ kurtulan cümleler yazılmalı bir tek aslında. Oysa sadece “Yazmasaydım çıldıracaktım” dediğim şeyleri yazmak lüksüm pek olmadı benim. Ama şimdi, yavaş yavaş oraya geliyorum kendi yazı hayatımda. Öyle bir kıyı işte. Kavgayı sadece kendimle ettiğim bir barışçıl kıyı.
İlginçlik ile iyilik-kötülük ekseninden bakınca, yaşadığımız dünyanın hengamesi bize daha çok hikâye mi sunuyor, yoksa aksine hikâyelerimizi elimizden mi alıyor?
İçinde yaşadığımız hayatta iyilik-kötülük ikiliğinden çıkıp da üçüncü bir seçenek üzerine düşünmek biraz lüks gibi. Bu ilkel ikilikle çevrelenmiş durumdayız ve bu insan aklı için acıklı şey, daraltıcı şey. İlginç olana sıra gelemiyor. Fakat Oxford’da sonunda bir kitaba dönüşmesi için günlerce konuştuğum tarihçi, düşünür Theodore Zeldin “İhtiyarlamanın karşıtı meraktır” demişti. İlginç olanı hayattan çıkarınca, iyi ve kötü arasında gide gele ihtiyarlıyoruz ve aklımızın olanaklarını yitiriyoruz. Düşünsel açıdan düşkünleşiyoruz bir bakıma. İlginç olanı da hesaba katmak, hayatımızda buna da yer ayırmak insan olmaya en yakışan halimize, meraklı halimize de yer açıyor. Hikâye, elbette orada bir yerde.
“Umut Üretmek Sanatın İşi”
“Gerçek hikâyeler iyi bitmeyebilir çünkü gerçeğin (...) beğenilmek (...) gibi bir derdi yoktur.”
Okur neden yazardan mutlu son talep eder? Hayattan edemediği için mi?
Mutlu değil de umutlu son talep ediyor. Woody Allen’a katılıyorum o konuda. Allen, Paris’te Geceyarısı filminde hayalinde Ernest Hemingway ile Gertrude Stein’ı konuşturuyor. Ve Stein, Hemingway’e sanatın görevinin umut üretmek olduğunu, çünkü hayatın öteki türlüsünü zaten yaptığını söylüyor. İnsanlar sanattan hayatın yapamadığını bekliyor. Bu şaşırtmak değil. Çünkü hayat edebiyattan on bin türlü daha iyi şaşırtabilir insanoğlunu. Ama umut üretmek, o sanatın işi. Öte yandan bu sözcükle sorunumu kerelerce anlattım. Ben de benim sanatımın görevinin umuttan ziyade inat üretmek olduğuna inanıyorum. Bu eğer iyi bir sonla olacaksa, olsun varsın. Hayat kötü sonları durmadan yazıyor zaten.
Okur lafı açılmışken, sosyal medya vesilesiyle okur ve yazar haddinden yakın bir ilişki içinde. Beğeni kadar taleplerin de doğrudan boca edildiği bir ilişki biçimi bu. Güzelliği oranında tehlikeli de. Son kertede yazardaki, daha doğrusu yazarın edebiyatındaki izi ne olacak bu yakın temasların?
İnsanlık tarihi ilk kez yaşıyor bu lüzumundan fazla iletişimi. Ben edebiyatın artık başka bir zaman duygusu olacağını sanıyorum. Gazeteciliğin zaman duygusuna benzeyecek belki biraz daha. Çünkü gazetede yazınca günlük olarak okurla ilişki kurarsın ve okur da seninle ilişki kurar. Edebiyatçı o zamanın ağır aktığı kuleden inecek. İnip ne yapacak, bilmiyorum. Bu zaman duygusu meselesi açılmışken, bu aralar en çok üzerine düşündüğüm konulardan biri sonsuzluk ve son duygusu. Önceki yüzyılda dünyanın bir sonu olacağını düşünmeden müzik yapılıyordu, roman yazılıyordu. Klasikler böyle doğdu. Şimdi ise matematiksel olarak dünyanın sonunu hesaplayabildiğimiz günlerde yazıyoruz, müzik yapıyoruz. Bu yaratma sürecini ve sonunda çıkan ürünü nasıl etkiler? Bence bu üzerine düşünülmeye değer bir soru.
Dünyanın sonuna doğru yazmak, al işte yeni bir mücadele alanı daha! Yaşamak zaten başlı başına bir mücadele. Yazmak bambaşka bir mücadele alanı. Bunları bir kadın, hem de kimi zaman pek de onay görmeyen kimliklerine sahip çıkmaya çalışan bir kadın olarak yapmaksa apayrı bir yangın yeri. Peki yangından mı kaçalım? Küllerimizi mi sevelim? Yoksa işleri büyütüp küllerimizden mi doğalım? Sence ne yapalım, nasıl yapalım?
Eli yükseltmeye hep iyi bakarım! Şaka bir yana bütün bu anlattığın korku filmine karşı, kadın dayanışması, kadın dostluğundan başka bir çare göremiyorum ben. Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı öyle bir yangın yerinin ortasında kaldığımı hissettiğim için, o duyguyla yazmıştım. Hala da bu hayatta beni tutarsa kadınlar tutar. Dolayısıyla doğal olarak da yakarsa dünyayı canı yanmış kadınlar yakar!
“Güzeli Hatırlamanın Tam Zamanı”
“Devrimciyken müteahhit olduysan, çılgın kadınlara aşıkken bırakıp uygun kadınlarla hayat kurduysan, kabadayıyken yılıp nabza göre şerbet verdiysen (...)” diye devam eden bir paragraf var kitapta. En çok sana, bana değil, kendine ihanet edenlere mi kızgınsın? Ya da o duygu ne? Kızgınlık mı kırgınlık mı, başka bir şey mi?
Kırgın ya da kızgın değilim. Artık sadece lüzumlu şeylerle ilgili duygularım var, ya da öyle olsun istiyorum. Ama yenilgiyi politikleştirmek, anlata anlata meşrulaştırmak gelecek olana, genç olana ihanet gibi geliyor. Kendi kendine ihanet, evet, kahreder beni. En çok da kadınların kendi ruhlarına ve güçlerine ihanet etmeleri. Bir cinayete bakamamak gibi bu. Kendine ağır ağır kıyan kadınlar o kadar canımı yakıyor ki...
Yeni bir roman var mı yolda?
Yazmamaya çalıştığım bir roman var. Kime anlatsam sessizce başka tarafa bakıyor. “Acaba başka bir şey mi düşünsen?” der gibi. Onu yazmamaya uğraşıyorum son zamanlarda.
Hani yurt dışında bir edebiyat festivaline gidersin. Sahnede fıkralardaki gibi, İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan ve Türkiye’den birer yazarsınızdır mesela. Yanındakiler ferah fahur edebiyat konuşur, onlara eserleriyle ilgili sorular gelirken, sana ha babam politika sorulur. Edebiyat konuşma hakkın elinden alınmış gibidir. Bunu bir tür haksızlık gibi görüyor musun? Başına bunlar gelince nasıl hissediyorsun?
Çözümüm şu: Sahnede olduğum yazara kendi ülkesinin politik durumuyla ilgili soru soruyorum. Ya da onun ülkesinin politik durumuyla ilgili konuşuyorum. Çünkü ben sadece ülkemle ilgili konuşmak mecburiyetinde değilim, dünyayı izliyorum ve senin ülkeni de izliyorum. Buyur bakalım ben de senin ülkenin politik durumuyla ilgili konuşuyorum, onu konuşalım biraz da. Bu her zaman çalışıyor, öneririm. (Gülüyor)
Türkiye’yi Anlatmak adlı yazında güzelce anlatmışsın zaten ama burada da biraz değinelim isterim. Batı, bizden kim olmamızı istiyor? Onların raflarında var olacaksak hangi kılıklardan birini kuşanmamızı bekliyor?
Hisli, oryantal yazar. Baskı altında acı çeken entelektüel. Tercihlerinden dolayı konuşamayan yazar. Falan filan. Falan filan. Bu, bizden önce dünya sahnesine çıkmış İranlı, Lübnanlı, Güney Afrikalı yazarların da başına gelmiş, üzerine çok şey söylenip yazılmış bir konu. Bizden de kendi türküsünü söyleyen, başka türkü de bilmeyen yazar olmamızı bekliyorlar. Başka ülkelerde, başka ülkelerin hikâyelerini anlatmış bir yazar olarak bu “beyaz adamın kibrini” çeşitli şekillerde yaşadım. Niye Lübnan’da Muz Sesleri’ni yazdın? Bir İngiliz yazabiliyor da ben niye yazamıyorum? Niye Tunus’ta roman yazdın? Kendi oturma odanda kal istiyorlar biraz. Tek çaresi sanırım daha iyisini yapmaya çalışmak. Bu durumla kavga etmek pek bir işe yaramıyor.
Bazılarımız dünyanın eşi benzeri görülmemiş bir dönemden geçtiğini düşünüyor. Bazılarımız da dünyanın bu dönemlerden sık sık geçtiğini. Başka talihsiz zamanlara dair romanlar yazmış, mukayeseler yapmış bir yazar olarak, sen ne düşünüyorsun?
Kerelerce geçtik buradan ve fakat aynı insanlık olarak geçmedik. Şimdi “kendimiz” dediğimiz şey değişiyor. Hepimizin kendimiz gibi görünmediğimiz fotoğraflarımız var, selfielerimiz. İnsanın kendilik hissi bu kadar farklıyken daha önce geçilmiş kötülük karnavallarıyla şu anda geçmekte olduğumuz aynı olamaz, aynı sonuçları da vermez. Ama belki şunu akılda tutmak gerekir. Sineklerin Tanrısı kitabında sonunda bir gemi gelir ve “iyiyi” kurtarır. O gemi gelmeyecek. Yapacaksak biz yapacağız, başkası yardıma koşmayacak ve bu kez gerçekten az zamanımız var. Bu kötülük karnavalı bu hızla devam ederse gezegen –gerçek anlamıyla- patlayacak. O yüzden iyiden bahsetmenin zamanı, güzelliği hatırlatmanın tam zamanı bana sorarsan.