Masumiyetinizi kaybettiğiniz, o ilk günahınızı hatırlıyor musunuz? Nermin Yıldırım, beşinci kitabı Dokunmadan ile yüreğinizin derinliklerine inen, bir yüzleşme hikâyesi anlatıyor. Kendisiyle romanına, edebiyata ve hayata dair bir sohbet gerçekleştirdik.
Dokunmadan, mart ayında hep kitap etiketiyle okurla buluştu. Kitabın başkahramanı Adalet, 29 yaşında öleceğini öğrenmesiyle hayatı altüst olan bir kadın ve bu onun hikâyesi, aslında biraz da bizim hikâyemiz. Bilmediğimiz ama neredeyse bir arabaya binsek gideceğimizi düşündüren yerlerde geçen sayfalarda Adalet'in peşinden masumiyetini yitirdiği o ilk günahın affının peşinde gidiyoruz. Akıcı dili, heyecan verici kurgusuyla yılın tadına doyum olmayan kitaplarından biri olan Dokunmadan'ı ve diğer pek çok şeyi sevgili Nermin Yıldırım'la konuştuk.
Dokunmadan, daha başlarken giriş cümlesiyle etkiliyor: “Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım.” Ve baktım da okuyanların büyük çoğunluğu ortak paydada buluşmuş bu hissi paylaşma konusunda. Nedir ilk cümlenin alameti farikası? Yazmaya başlarken o ilk cümleye nasıl karar veriyorsun?
İlk cümle tam da hayatın kendisi gibi absürt olsun istedim. İnsan öleceğini öğrenince şaşırmamalı aslında. Kendimizle ilgili bildiğimiz tek gerçek ölecek olduğumuz sonuçta. Ama biri yarın öleceksin dese, damdan düşmüşe döneriz. Yarın bir gün öleceğimizi biliyoruz ama vakti netleşirse o bilgiyle ilk kez karşılaşmış gibi başa çıkmamız gerekecek. Dünya üzerindeki herkesi dehşete düşürmeye kadir, garip bir bilgi bu. İlk cümlenin varsa eğer bir gücü, o da budur. Gerçek ve alabildiğine saçma oluşu.
Ben de pek çok yazar gibi ilk cümlelere hep ayrıca kafa yorarım. Vaadi olan bir selamdır çünkü o. Romanlarım ruh olarak birbirine bir biçimde bağlı. Hemen girişte verirler bunun ipucunu. Mesela ilk romanım Unutma Beni Apartmanı’nın ilk cümlesini söylesem, hikâyeleri bambaşka olmasına rağmen, son romanım Dokunmadan’a kolayca bağlarsın. Unutma Beni Apartmanı şöyle açılıyor bak: “Kendim çok günahsızmışım gibi sana ceza kesebilir miyim?”
“Günah”,“Adalet” ve “Masumiyet” hikâyenin kurgusunun oluşmasında bu kelimelerin anlamları yapı taşları oldu diyebilir miyiz? Yazarken bu hikâyenin meselesi(derdi) neydi?
Çok haklısın, kesinlikle diyebiliriz. Biricik hayatımızı nasıl yaşamayı seçtiğimizdi benim derdim. Etrafıma, kendime baktım ve nerede hata yapıyoruz sorusunu sordum. Sonra hatanın yaptıklarımızdan ziyade yapmadıklarımızdan kaynaklandığını fark ettim. Birbirimize dokunmuyor, birbirimizin yarasına merhem olmuyor, haksızlıklar karşısında kör, sağır, dilsiz kalıyorduk. Masumiyetimizi böyle kaybettik. Adalet inancımızı da. Adalet duygumuzu da hatta. Romanın derdi buydu. Benim derdim de bu. Ve açıkçası bu konuda çok dertliyim.
Adalet “kavuşamamak nasıl aşka teşvik ederse, vuslat da günü geldiğinde unutmaya azmettirir” diyor ama biraz sonra da hayatında gördüğü ilk serviyi görüp hışırtısıyla pek çok şeyi hatırlıyor. Vuslatına eremesek de bir kokunun, bir sesin yıllar sonra bile gözlerimizi doldurduğu hatıralar vardır. Senin için “unutmak” ile “hatırlamamak” arasında anlamsal bir fark var mı?
Hayat kendini hatırlatmak için var, yaşanıp tükenmek için değil. Hafıza karanlık bir dehliz. İçine düşer insan. Yaralanır da fena halde. Unuttuğunu sandığın şey, sinsice bekler yeniden karşına çıkacağı zamanı. Sonra en korunaksız olduğun zamanda, karanlık bir köşebaşında dikiliverir karşına. Hayatım unutmak ve hatırlamak meselesi üzerine düşünüp yazarak geçiyor. Ama ben ikisine de inanmıyorum en temelde. Ben yüzleşmeye, barışmaya, anlaşmaya, helalleşmeye inanıyorum. Bunu yaptığımızda ne unutmaktan ne hatırlamaktan bu kadar çok korkmamız gerekecek.
Peki Dokunmadan olsun, Unutma Beni Apartmanı olsun, Unutma Dersleri olsun eserlerinde hafızanın, unutmamanın ya da hatırlamanın yeri baş köşe. Senin için neden bu kadar önemli bu kelimeler, nedir sendeki karşılığı?
Bugünkü sızıların kaynağı genelde geçmişte açılmış yaralarda saklı. Neden hep canım acıyor, diye sormak lazım ama bu yetmez. Eğilip yaraya bakmak ve azıcık şefkat gösterip iyileştirmek de lazım. Geçmişe saplanıp kalmaktan değil, geçmişle helaleşmekten bahsediyorum yani. Hem bireyler, hem toplumlar daha sağlıklı olabilsin diye.
Bir suçu işlemek kadar ona sessiz kalmak da o günaha ortak olmaktır; yaptıklarımız kadar yapamadıklarımız da bizim günahımız, diyorsun. Bu çağda ilk günahımızı temizlesek dahi diğerlerinin yükünü ne hafifletebilir ki? Bir fiilin yükünden kurtulmaya çalışmanın tek sebebi o fiilin günah olması mı olmalıdır?
Burada ilk kabahat meselesi tamamen sembolik. Asıl dert, masumiyetin yitimi meselesi. Onu bulmaya çalışmaktan bile mühimi, o kaybı hatırlamak, yokluğunu fark etmek. Geçmiş telafi edilemez ama ondan ders alırsak, onun lanetinden kurtulursak, gelecek inşa edilebilir. Hayatta hiçbir şey de tek bir şeye bağlı değildir aslında ama bilinemez, belki de öyledir. Biz doğru olanı yapalım, gerisi gezegenin paşa gönlüne kalsın.
Dille, kelimelerle oynamayı önemsediğini ve sevdiğini, o nedenle yazarken özellikle bu noktanın titizlendiğin nokta olduğunu söylemiştin daha önce. Kitapta da kullandığın sözcük ve söz öbekleri tadına tat katmış. Dille bu uğraşın ne tür bir merakla başladı, nasıl gelişti, nedir yazarlığına tezahürleri?
Bir çocukluk oyunu bu, büyüyünce de sürdü. Ergenlikte yaşıtlarım duvarlarına sevdikleri artistlerin posterlerini asarken ben sevdiğim kelimeleri yazıp asardım. Hala da öyle yapıyorum. Dil benim oyun alanım. Kendimi birilerine beğendireyim diye değil, çok eğlendiğim, tat aldığım, iştah, tutku ve heyecan duyduğum için yapıyorum bunu.
Roman karakterlerinde onları tanımlayan özellikleri mesela okuduğu kitaptan, çocukluk anılarına pek çok ayrıntıya yer veriyorsun. Özellikle çocukluk anısı noktasında bu karakterlerin tanıdığın kişiler olduğu oluyor mu? Tanıdığın insanları eserlerinde karakterleştirme süreci nasıl işliyor?
Olmuyor. Bugüne kadar sadece iki karakterimi ki yan karakterlerdi, hakiki kişilerden hareketle kurdum. Onlardan da izin alıp adlarıyla sanlarıyla yazdım zaten. Onun dışında hiçbir karakterim tek kaynaktan çıkıp gelmedi dünyaya. Ama tanıdığım herkesten, okuduğum, izlediğim, duyumsadığım her şeyden süzülüp gelmiş olmalılar bir yandan da. Dünyanın bendeki tortusu her biri bir anlamda. Haklarında bu kadar çok tafsilat vermemin sebebi şu: Ben karakterlerimi her yönüyle düşünürüm. İyi tanımak istediğim bir arkadaş gibi dinlerim onları. Tamamını yazmayacak olsam da bütün bir hayat kurarım. Yüzündeki yara izinin sebebini bilirim, çocukken en yakın arkadaşının kim olduğunu... Bunları her zaman yazmam gerekmez. Tutarlı, derinlikli bir karakter oluşturabilmek için benim bilmem yeterli. Ama bildiklerimin bazılarını da sırası geldiyse yazarım işte sonra.
Biraz da yazarlık üzerine konuşalım. Meslek hayatına gazeteci olarak başladın ama biliyorum ki küçük yaşlardan beri yazıyorsun. Ne zaman yazmaya başladığını sormayacağım ama ne zaman sadece yazmak istediğine karar verdin?
Vermedim öyle bir karar. Verdiysem de hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli hayatımın çok temel bir parçasıydı yazmak. Yazar olayım, kitabım basılsın gibi hırslarım da yoktu. Ama doğal sürecin bir parçası olarak bir gün onun olacağını da seziyordum. İttirmedim, acele etmedim, bunun için uğraşmadım. Öncelikle kendim için, neredeyse bir varoluş, hayatı kavrayış biçimi olarak yazdım ben hep. Bundan sonra sadece yazacağım dediğim bir an hatırlamıyorum. Ama mesela ünversite seçimimi beni yazıdan koparmasın diye düşünerek gazetecilik yaptığımı hatırlıyorum. Sonrasında iş hayatım boyunca da hep yazdım. Ama birbirinden bambaşka türlerde metinler. Festival kataloğundan alet kullanım kılavuzuna, köşe yazısından dergi testlerine… aklına ne gelirse. İneklerin de artık hayat sigortası olacak başlıklı haber yazdığımı da hatırlıyorum, “Hangi Pal Sokağı Çocuğusunuz?” diye edebiyat testi hazırladığımı da. Bana kalsa sadece roman yazardım ama hayatımı idame ettirmem gerekiyordu. İyi ki de hepsini yapmışım tabii. Her tecrübe kıymetli, bunu zamanla anlıyor insan.
Adaletin gittiği yerler bizim bilmediğimiz, gerçekteki varlığına da emin olamadığımız yerler bana kalırsa. Nermin Yıldırım’ın evrenindeki şehirler diyebilir miyiz buralara? Yazarlık evreninde neler var, orası gerçeğin bir yansıması mı yoksa bir ütopya mı?
Sisliyayla, Çaybeli, Sultanşehri.. Haritada böyle isimler bulamayız. Ama o şehirlerde yaşanan hikâyelere bakınca romanda, her biri çok tanıdık geliyor. Hafiyeliğe soyunup bu şehirlerin Türkiye’deki karşılığını bulduğunu söyleyen dünya tatlısı okurlar var. Delilleriyle yazmışlar. Bayılıyorum onlara. Ha, haklılar mı dersen, orasını bilemem. Sahiden benziyor mu? A a! (Gülüyor.)
İletişim çağı olarak adlandırılan ama birbirimizi en anlamadığımız, en duymadığımız karanlık bir çağ içinde yaşıyoruz. “Bizi sevgi kurtaracak” ya da “başka bir dünya mümkün” gibi sözlere inanıyor musun? Mesela “Bizi … kurtaracak” dersek bizi ne/neler kurtarabilir? Başka bir dünya mümkünse nedir bu başka, en azından Nermin Yıldırım’ın başkası nedir?
İnanıyorum Begüm. İnanmasam nasıl yaşarım? Daha adil bir dünyaya inanıyorum. Kurtuluşun yanyana durmaktan geçtiğine inanıyorum. Dayanışmadan, merhametten, adalet duygusunu öldürmemekten. İnsanın yarasına kabuk da şifa da ancak başka bir insan olabilir. Sadece insan da değil. Bitkiler, hayvanlar, deniz, rüzgar, dünya… Hepsine dokunmayı, hepsini hissetmeyi, hepsini sevip saygı duymayı öğrenmemiz, daha doğrusu yeniden hatırlamamız lazım. Yani bir nevi, çok sevdiğim o sloganda olduğu gibi, kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz.
Sosyal medyanın hayatımızda bu kadar yer tutması bence hafıza kaybımıza neden olan başlıca sebeplerden biri. 24 saati dörde bölsek zaman akışında her çeyrekte çok farklı bir tartışma/olay konuşuluyor. Üzücü bir olayın akışta yer alması bile birkaç saati bulmuyor artık. Oysa sen gazetelerden haberler saklayarak bir hafıza yaratıyorsun kitapta. Sosyal medya araçları konusunda ne düşünüyorsun? Burada yaşanan kontrolsüz süreklilik bizim sonumuz mu olacak?
Vakanüvisliğe soyunmuş değilim ama yalan yok, bir dönemin notunu düşmek istedim kendimce ben Dokunmadan’a. Çünkü dediğin gibi, her şeyin hızla aktığı, biz değil sindirecek, anlamlandıracak zamanı bile bulamadan tükendiği bir dönemden geçiyoruz. Sosyal medyada varım ama sınırlı bir ilişki tutturmaya çalışıyorum. Sosyal medya, bütün faydalarına rağmen kakofoni ve dezenformasyon kaynağı bir yandan da. Oradaki dünyanın sahici dünyayı tamamen temsil ettiğini de düşünmüyorum. Bahar geldi yazmak yerine çıkıp bahar dalları arasında dolaşmak istiyorum. Dokunmadan olmuyor. Hayat sokakta.
Bir röportajında “Çünkü ben kelimelere değil, şiire inanırım.” şeklinde bir cümle kurmuşsun. Cemal Süreya’nın “çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” dediğini de biliyoruz. Bu bağlamda düşününce senin kelimelerle olan yakınlığında şu an bu düşüncen devam ediyor mu? Nedir şiirdeki bu gerçeklik senin için?
Sözcükler esasen kendilerinden fazlasıdır. Mana, sözlük anlamının ötesindedir. Yılların tecrübesine, kuşaklar boyu aktarılmış kodlara, çağrıştırdığı hatıraya kadar açılır, katmanlanır, katmerlenir anlamı. Yani sözcükler şiirdir bence zaten. Şiirin kendisinin yanı sıra sözcüklerin bu anlamdan öte anlamına da inanıyorum ben. Kendinden şiirli oluşlarına. Yoksa odamın duvarında ne işleri var?
Ekşi Sözlük’te bir yazar “Kendisi hakkında ‘büyüyünce geçmeyen yaraların hikâyesini çok güzel yazıyor’ demeyi planlamışım aylar önce, ne olduysa ne düşünmüşsem yazmamışım, o da son kitabında ‘oysa yaralarıyla değil, kabuklarıyla olgunlaşır insan dediğin’ demiş…” şeklinde bir entry girmiş. Bunu görmüş müydün bilmiyorum. Bir noktada okurla birbirinizi tamamlıyor olmak nasıl hissettiriyor, yazarken bir sorumluluğum var diyor musun?
Sana çok içten bir şey söyleyeyim mi? Böyle demek biraz tuhaf görünebilir ama okurumu seviyorum ben. Sevimli görünmek için demiyorum bunu. Sahiden, hakikaten seviyorum. Romanlar ilerledikçe garip bir bağ oluştu kimileriyle aramızda. Bir tür yol arkadaşlığı. Bir yolu birlikte yürüyoruz gibi hissediyorum. Birlikte büyüyoruz, birlikte değişiyoruz. Bestseller bir yazar değilim ben. Okunmak beni mutlu ediyor ama çok okunmak hırsında da değilim. Yazmaktaki motivasyonum sadece yazmayı sevmek. Hayatta hiçbir zaman kalabalıklar aramıyorum ama birlikte yürümenin güzelliğine de fena halde inanıyorum. Ve okurlar bu güzelliği yaşatıyor bana. Sanki el ele yürüyor gibiyiz. Zamanla ruhumuz, gündemimiz, dertlerimiz değişiyor, dönüşüyor. Ama bir bakıyorum, çıkıp yine bir araya gelmişiz.
Son sorumda senden rol çalacağım. Yavuz Ekinci ile yaptığın röportajda ona şu soruyu sormuştun. Ben de sana sormak istedim: Edebiyat hakikaten birbirimizi anlamamızı sağlar mı? Hoş görmemizi, affetmemizi ve hatta belki sevmemizi? Çok şey mi bekleriz yazıdan böyle şeyler istersek?
Begüm, inanmayı bırakırsak hayatın anlamı kalmaz. Biz yazıdan bunları isteyelim, sonra mümkünü yoksa o vermesin bize, canı sağ olsun. Fakat bence edebiyat bir tür harita. Onunla buluşur yollar. Duygular, arzular, acılar, yaralar buluşur. Edebiyat çıkarıp hastalıklarımızı gösterir mesela bize. Yaralarımızı gösterir. Yerlerini bulursak da iyileşme süreci başlar. Yani bu anlamda evet, edebiyat belki de iyileştirir. Bizi kavuşturduğu, yalnız olmadığımızı gösterdiği için. Yoksa insanı asıl iyileştirecek olan elbette yine insan. Diyorum ya, ancak biz kabuk olup kapanabiliriz birbirimizin yaralarına. Çok şey de lazım değil ha. Bir harita, biraz istek, biraz merhamet, o kadar.
Kısa Kısa
-Son dönemlerde keşfettiğin isimler var mı?
İsmail Güzelsoy. Yeni bir yazar değil ama benim ayıbım, okumakta gecikmişim. Gölge romanını okurken belli ki büyük bir şefkatle yazdığı kelimeleri tek tek dokunarak sevmek istedim. Bir de Başar Başarır’ın romanı Sibop. Müthiş bir dil kullanımı. Romandaki karakterin deyimiyle söyleyeyim, okurken şapkam uçtu.
-Çok konuşulduğu halde henüz okumadığın ama aklının bir köşesinde bir gün okumak için tuttuğun bir kitap var mı?
Kurtlarla Koşan Kadınlar
-Senin için değeri bilinmemiş bir yazar var mı? Varsa kim?
Çok var. En çok da kadınlar. Peride Celal mesela.
-Evrensel bir yazarsın,evrensel düşünüyorsun. Başka bir coğrafyanın yazarı olsan hangi coğrafyayı isterdin?
Resmen peri çubuğu tutuşturdun elime! Bu kadar mucizevi bir değişikliğe gücüm yetiyorsa, o zaman dünya yerinde dursun, ama sınırlar olmasın ve ben yine buracıkta doğayım isterdim.
-En çok kullandığın cümle nedir?
Bu da geçer.
-Yaşam motton nedir?
Ben burada misafirim.