Manzarasıyla keyfine doyulamayacak bir yerdir Pierre Loti Kahvesi. Diyelim ki bekliyorsunuz, o bekleme ânı o manzaranın karşısındadır işte! Duyguları dile getirmenin, özcesi açılmanın mekânıdır bu yüzden. Romantiktir, hatta melankoliktir de.
Âşıklar İçin Buluşma Yerleri – 6
Aslında buluşma yerinden çok, buluşup gidilecek bir yer, mekân Pierre Loti Kahvesi. Dilimize “Piyer Loti” olarak girmiş o başka! 19. yüzyıldan günümüze gelen İstanbul’un simgelerinden, Eyüp sırtlarındaki tarihî mekân. Adı da ünlü Fransız yazardan geliyor, bir İstanbul âşığı. Bu tepe, o “yedi tepe”nin dışında olan, bir Bizans değil de bir İstanbul tepesi. O tepeye de, tepedeki yılların içinden gelen kahveye de yazar Pierre Loti’nin adı verilmiş. Özellikle Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul ve Pierre Loti kitabıyla daha çok tanımış okurlar. Kuşkusuz Aziyade romanı da çok ünlü, şehir için başka yazdıkları da...
Şiirimizde, büyük şairlerin doğrudan bu tepeyle ilgili şiirleri pek yok gibi; oysa daha çok buradan bakış var, epeyce Haliç var. Cahit Irgat’ta, A. Kadir’de, Kemal Özer’de emeğin alınteridir Haliç! Ama tepeye ilişkin yazılmamış, kim bilir belki de Nâzım Hikmet’in “Piyer Loti” şiirinden olsa gerek! Neyse, Fransız yazar konum değil; yine de bu tepenin, bu kahvenin ünlü olmasında çok payı var!
Pierre Loti Kahvesi’nin manzarası olağanüstüdür. Haliç ayaklarınızın altındadır. Caminin bulunduğu meydandan yukarıya doğru yürüyerek mezarlıkların yanındaki yoldan çıkılabilir; çıkarken yorucu olur da inerken rahattır. Ya da şimdilerde Haliç kıyısında bir teleferik (finiküler) var, onunla da çıkılıyor. Benim dünyama uzak ama öte yandan kolaylık. Ne var ki bence inerken kesilikle yürüyerek inilmeli. Evet, epeyce hüzünlü, kederlidir o yol. Çünkü inerken sağ tarafınızdadır ünlü Eyüp Mezarlığı. Hele benim gibi aile mezarlığınız da oradaysa... yine tatsız konulara girdim ama hayatın gerçeği, aşk’a, buluşma’ya gelmeliyim! Önce, mâdem mezarlığa geldik, burada yatan Necip Fazıl’nın “Mezar” şiirine kulak verelim:
Kapıya ne icra memuru gelir,
Ne Birinci Şube sivil polisi...
İçerde kimine kuş tüyü sedir;
Yüz üstü toprağa düşer kimisi...
Bir musikî orda zaman ve mekân...
Yıldız dolu feza küçük camekân...
İmkân atomunu çatlatan imkân...
Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi...
***
Kahve şimdi çok turistlik, doğrusu bu da benim tarzım değil ama elimden de bir şey gelmez. Ayrıca etrafta, otel, lokanta gibi başka “tesis”ler de var! Hani şu elma öyküsü Nâzım Hikmet’in yazdığı. Beğenmiyorsam, kimin umurunda. Ya da başkaları beğeniyorsa, içine sindiriyorsa! Yine de haksızlık yapmamam gerek, çünkü manzara müthiş, eninde sonunda içeceğiniz kahve, çay, maden suyu falan. Eh kahve de, klasik kahvemiz tabiî ki, çay da vasat, kötü değil. Dolayısıyla mekânı bir “kahvehane”, “kafe” olarak anlatmak da derdim değil! Etkileyici manzara, iki genci, niye gençle sınırlandırıyorum, iki insanı kim bilir ne hayallere çağırır.
Eyüp doğduğum semt, dokuz yaşıma kadar da orada kalmışım, benim için iyi kötü anıları var. Piyer Loti’nin de öyle. İlk kez gidişimi çok iyi anımsıyorum; aslında anımsadığım bir hocamızın götürdüğüydü. Anne-babam daha önce de götürmüş olmalı ama ne hikmetse onu anımsıyorum. İlkokul birinci sınıftaydım. Asıl hocamız yaşlıca bir adamdı, o zaman bana öyle geliyor da olabilir; hastalandığı için vekil öğretmen vardı, genç bir kadındı, yirmi yaşlarında falan olmalı, aklımda kalanlar. Bir gün bizi topladı, tepeye o zaman da ünlü olan kahveye götürdü. Zaten okul ile arasında çok mesafe yoktur ama küçük insanlar olan bize, çok uzun gelmişti. Yine de ders olmadığı için çok eğlenceliydi, unutulmayandı.
Bir rüyanın içinden çıkmış sahneler gibi o gün aklımda, genç bir kadın önde, biz ardından yürüyoruz güle oynaya. O genç kadına âşık mıydım, bilmem ama ilk aşk Eyüp yıllarında, adı da hâlâ aklımda, Aydan, işte o sınıfta işte o yürüyüşte, işte Pierre Loti’ye ilk gidişte! Belki de bu yüzden belleğime çıkmamak üzere yer etmiş adı; bölük pörçük anımsadığım fotoğraflar da var ondan. Kuşkusuz o yaşta ne kadar âşık olunursa, aşktan ne anlıyorsak, ne var ki hayat işte. Belki kumrulardandır, çünkü kumrular semtin en önemli özelliğidir; örneğin bir saçakta hep guruldayarak, hep eş eş, hep iki, deyim de dilimize girmiş, kültürümüzde yer etmiş: kumrular gibi!
Tahta iskemleli masalı kahve zaten gelemezdi günümüze; çok açık zamana yenik düşüceği. Şimdi onları aramak boşuna, yalnızca fotoğraflarda, eski gravürlerde var. Çocukluğumdaki kahve, tepe, çevre o gravürlere yakın görüntülerdi. Demek ki benim zamanıma kadar çok hızlı değişmemiş de çocukluğumdan bugüne çok hızlı değişmiş, değişmekte. Bütün bunlar bir yana, manzarasıyla keyfine doyulamayacak bir yerdir Pierre Loti Kahvesi. Diyelim ki bekliyorsunuz, o bekleme ânı o manzaranın kraşısındadır işte! Duyguları dile getirmenin, özcesi açılmanın mekânıdır bu yüzden. Romantiktir, hatta melankoliktir de. Kuşkusuz bu bakışa, hayatla kurulan ilişkiye bağlı. Her gittiğimde bana öyle gelir ve her gittiğimde de nasıl Onat Kutlar’ı anımsamam! Bizleri yeni yılın ilk günü Pierre Loti Kahvesi’nde sâde bir kahve içmeye çağıran. Yirmi yılı geçti dehşetengiz bir saldırıda öleli. Dönüp dolaşıp yine ölüme geldim. Eyüp’te olduğum için mi? Öte yandan ben mezarlığı da huzurlu bulurum...
Pierre Loti’den yâni bu yazar olan, biraz daha eskiye gideceğim, İstanbul’a gelip şehre hayran olan (olmaması olanaklı mı?) bir başka yazar-seyyah Edmondo de Amicis, 1870’lerde şöyle yazıyor: “… Her tarafta asırlık servilerin gölgelediği, içinden kıvrıla kıvrıla yolların geçtiği, sulara atlamak için yokuşlara meylediyormuş ya da hayaletlerin geçişini seyretmek için yol boyunca bir araya geliyormuş gibi gelen sayısız ak mezar taşıyla dolu mezarlıklar uzanır. Birçok karanlık köşeden çalıları aralayınca, sağ tarafta, belli belirsiz birbirinden ayrı mavimsi semtler halinde görünen uzaklardaki İstanbul; aşağıda güneşin son ışıklarının parladığı Haliç; karşıda Sütlüce, Halıcıoğlu, Pirîpaşa, Hasköy semtleri ve daha uzakta, yeryüzüne ait renklere benzemeyen titrek ve ölgün sonsuz bir renk hoşluğu içinde kaybolmuş büyük Kasımpaşa semti ve Galata’nın belli belirsiz silueti görünür.”[1]
Bugün o Eyüp, o İstanbul yok ama bugünkünün tarihini de onutmamak gerek. Mekânın yanı sıra bir başka öneri: buluştuğunuzda, sevgiliye ya da sevgili adayına bir “İstanbul kitabı”nı armağan olarak verebilirsiniz; bence armağanların en güzeli kitaptır! Ya da bir Eyüp rehberi, semt monografisi...
Öte yandan bugünkü manzara da Amicis’in betimlediği kadar etkileyici. Gerçekten her zaman Haliç ayaklarınızın altında, özellikle kahvenin bahçesinde, buna bir çeşit teras da diyebiliriz, otururken, şimdi suları mavi Amicis’in betimlediği gibi. Mâlûm uzun bir süre Haliç çamurdu, çocukluğumdan çok iyi anımsıyorum, sanayi bölgesiydi ve emeğin sesini duyardınız rüzgârda. Sol tarafınızda uzakta olmasına karşın görmemek olanaksız, Galata Kulesi; sağ tarafta yine uzaklarda Topkapı Sarayı, Ayasofya, arkalarda yalnızca minareleriyle Sultanahmet, kuşkusuz daha önde görkemli Süleymaniye ve ötekiler görüntünüzde hep.
Klasik bir deyimdir ama hani insan burada şair olur, işte öyle! Sanırım bundan, şiir yazan çok bu şehirde!
Kahveniz, çayınız bittikten sonra, dahası söylenenler ya da söylenemeyenler tükendikten sonra, hep bir son vardır ucu açık da olsa, kahvenin hemen sağ tarafındaki yoldan aşağıya doğru inersiniz. Bu kez sağınızda mezarlık, solunuzda ama aşağıda Haliç vardır. İndikçe de Haliç size yakınlaşır, Haliç kıvrılarak Boğaz’ın kapısına uzanır. Bir de bu derinliğin öte yandan görünüşü vardır, diyelim köprüden. Köprü deyince aklımıza önce Galata Köprüsü geliyor doğal olarak. Doksan yıl kadar önce yazılmış bir şiir, Cevdet Kudret’in “Haliç’in Mavnaları”:
Dinleyin, uzaklarda bugün bir inilti var:
Uzun şarkılarını dağıtarak rüzgâra
Akşamı getiriyor sahile mavnacılar..
Bir ağaç gölgesinde çalarken çiftenara
Geliyor ağır ağır akşam Kâathaneden
Yorgun bir vücut gibi uzanıp mavnalara..
Yelken direklerinin ucunda güneş neden
Benziyor o nebînin haç üstünde etine?.
Geliyor ağır ağır akşam Kâathaneden..
Yelkenler, varamadan günün nihayetine,
Yırtık bir göğüs gibi asılınca yukarı,
Direkler benziyordu nebî iskeletine..
– Akşamı böyle taşır Haliç'in mavnaları..
***
Geçmişin peşindeyim yine. Büyük bir olasılıkla bu çevreden, Eyüp’ten, Pierre Loti’den kaynaklanıyor. Hem benim çocukluk anılarımdan hem semtin özelliğinden. Eyüp, mistik özelliği olan İstanbul’un en eski semtlerinden; şimdi bir taşra kasabasının görünümü ve muhâfazakârlığı var, ne yazık! Çocukluğumda, semt sâkinleri, modernleşmeyi bir şekliyle benimsemişti. İnanç ile yeni toplumsal yaşamı ayırabilmişti... Ya da böyle mi anımsıyorum! Kuşkusuz bu yorumu bugünden bakarak yapıyorum, neyse, diyelim o patikadan aşağıya indiniz, sâhile doğru kıvrıldınız, camilerin, eski külliyelerin, türbelerin arasından geçip İskele’ye geldiniz. Ki ben böyle yapıyorum; ama sizin yanınızda biri var, adı konmuş ya da konmak üzere, hadi sevgili de şart değil, bir arkadaş dost da olabilir. İşte oradan karşıya geçebilirsiniz:
Eski bir kayık. Gözümün önünden hiç gitmeyen kürekler yanlardan sarkıyor, unutamadıklarımdan, anne kız ve genç bir kadın biniyor, Sütlüce’ye geçecekler, sanmayın ki adam kürek çekecek, ben yıllar sonra ilk gittiğimde öyle sanmıştım. İçten takmalı moturu çalıştırıp karşıya geçmişti, bendeki saflık ötesi, bu zamanda kürek mi olur ama olsa ya, Haliç’te olsa ya o kürekler; ne güzel, ne etkileyici olurdu.
Özcesi, geçmişten anılarıyla gelen Pierre Loti Kahvesi, özellikle de bahçesi, İstanbul’a, Haliç’e bakan bir tepede, kumruların en güzel buluşma yeri.
[1] İstanbul, gravürler: Cesare Biseo, çev: Filiz Özdem, YKY, 2010, s. 300.