Şeniz Baş ile aile kavramı üzerine yeniden düşünmeye davet eden, aile bireylerinin ama özellikle çocukların bu yapı içindeki varoluş mücadelesine dikkat çeken, yetişkinler için kaleme aldığı ilk romanı Kahraman ve Cellat üzerine konuştuk.
Pandemi döneminde yayıncılık dünyası, okuru beslemeyi, kafes hayatlar süren bedenlere meydan okuyan zihinlere ve ruhlara su serpmeyi sürdürüyor. Yılın çağdaş Türkçe edebiyat alanındaki en önemli haberlerinden biri İthaki Yayınları’ndan geldi. 12 çocuk ve ilk gençlik kitabıyla, alanının dikkat çeken kalemlerinden biri olan Şeniz Baş, ilk yetişkin romanı Kahraman ve Cellat’ı okura sundu. Bir kadın yazardan bu başlıkta bir kitap gelince şöyle bir duruyoruz tabii. Dergilere ve sitelere yazdığı yazılardan doğru kadın meselesi hakkındaki tavrını, çocukluk üzerine gerek yaptığı yayınlarda gerek görüş bildirdiği mecralarda ne denli donanımlı olduğunu iyi bildiğimiz bir yazardan güçlü bir eser geldiğini okumadan tahmin ediyoruz.
Kapaktan yakalıyor bizi roman. Badem Kocalar’ın esere özel yaptığı resimle başlıyor aslında okumamız. Kapağı açıp sayfa sayfa ilerlemeye başladığımızda ise insanoğlu olarak tanıdığımız (kimiyle tanış olmaktan utandığımız ve/veya ağırlaştığımız) duygularla yoğruluyoruz, yutkunuyoruz ve boğazımıza takılan yumrunun hikâyesinin hem tanıkları hem mağdurları olduğumuzdan, Kahraman ve Cellat’ı ne denli yakından, fazlasıyla yakından tanıdığımızı bir kez daha hatırlıyoruz. Lafı daha fazla uzatmadan Kahraman ve Cellat’ın yazarı Şeniz Baş’la söyleşiye geçelim.
Güzel bir sürpriz yaptın Şeniz. Okur seni daha çok çocuk ve ilk gençlik kitaplarınla tanırken, ilk yetişkin romanınla çıkageldin. Uzun yoldan geldi Kahraman ve Cellat. Nasıl bir yol oldu senin için?
Bu benim ilk yazdığım metin aslında. Daha çocuk kitapları yazma yolculuğu başlamadan önce ilk taslağı çıkmıştı Kahraman ve Cellat’ın. Ama uzun sayılabilecek bir süre uykuya yattı. Sonra birden tekrar çalışma isteği doğdu, sanırım son yılların gündemi de beni buna itti. Metin değişe, dönüşe, eklene, çıkarıla birkaç kere elden geçti. En son sonunu değiştirdim. Zaman geçtikçe bazı durumlar, duruşlar, tutumlar değişti, hikâyenin seyri de değişti böylece. Klişe gibi gelir ama malum karakter ya da hikâye bazen yazarın fikrinden, elinden çıkıp kendi yolunu çizer. Benim hikâye de zaman geçtikçe olgunlaşmış, karakterler kendilerine başka kaderler biçmişler.
Aslında demlenmiş, olgunlaşmıştır belki de hikâye süreç içinde.
Benim için geliştirici oldu bu yol. Çocuk, kadın, erkek, aile, insan olmak, bir arada durmak, bağlar, algılar üzerine daha çok düşünmeme yol açtı. Okudum, yazdım; izledim, yazdım; dinledim, yazdım. Kendim de biraz daha büyüdüm sanırım. Bazı ilişkilere, dinamiklerine bakışım değişti; empati kurma becerisi yüksek birisi olduğuma inanırdım ama daha da yoğunlaştı gibi geliyor. Sanki içimde onlarca göz açıldı. Bir durumdaki minik bir detaydan, bir tavırdaki ufacık bir değişimden o ilişkide neler olabileceğine dair bir öngörü geliştirir oldum neredeyse. Bunun asla mistik bir yerden anlaşılmasını istemem, bence bu üzerine çok düşünerek içimde inşa ettiğim bir radar ya da bir anten. Antenimi seviyorum, beni daha çok yazmaya sevk ediyor.
Romandaki anlatıcı, odaktaki ailenin büyük kız çocuğu Gülce. Çocuk kitaplarında deneyimli kalem olmanın avantajlarını çok iyi kullanmışsın.
Çocuk kitapları benim çocukluk üzerine çokça düşünmemin sonucu. On iki kitapla orada çocukluğun dilini, aklını, bakış açısını iyiden iyiye oturttuğumu düşünüyorum. Okurlardan aldığım dönüşler de bu minvalde. Bunu sadece düşünerek yapmadığımı da belirtmek isterim. Çok okuyorum evet, ama çok dinliyorum, çok gözlüyorum ve yaşıyorum da. İnsanın en önemli gözlem alanı kendisi ve kendi yaşamı aslında; kendini göremeyen, gözlemleyemez de, dinleyemez de, anlatamaz da.
Kahraman ve Cellat’ta benim hoşuma giden Gülce’nin aslında geçmişe dönerek hikâyeyi anlatması. Onun farklı yaş evrelerinden okuyoruz olan biteni.
Gülce geçmişteki sesini/seslerini duyan bir karakter. Hikâyenin girişinde aslında yetişkin Gülce’nin hikâyeyi anlatacağını da söylüyor. Bunu biraz daha açayım: Çocukluk dönemi üzerine çalışırken insanların -neredeyse- ikiye ayrıldığını gördüm; çocukluğunu unutanlar ve hatırlayanlar. Gülce hatırlayanlardan. Otuz yaşındaki Gülce kendini geri çekiyor, mesela sekiz yaşındaki Gülce’nin kendi dilinden anlatması için ona alan tanıyor. O günkü aklın, algının neler gördüğünü, neler hissettiğini anlatması için ona değnekçilik yapıyor ama kendisi araya girip manipüle etmiyor. O yüzden anlatıcı aslında hem çocuk hem çocukluğunun dehlizlerinde kazı yapan bir yetişkin. Gülce’ye zaman zaman bu davranışından dolayı hayranlık da duydum; sekiz yaşındaki Gülce’yle yüzleşecek, onun derdini dinleyecek kadar cesur ve kendiyle barışık buluyorum onu. Bir yazarın kendi kitabını bu kadar analiz etmesi de o yazarın aynı zamanda bir yayıncı, bir editör olmasının getirdiği mesleki deformasyon olarak değerlendirilsin diye de rica edeyim.
Ele aldığın konuyu ağırlaşmaktan kurtaran en dikkat çekici araç, dil. Sömürmüyorsun okuru ki, böylesi bir romanda çok kritik bir nokta. Nasıl çalıştın dili, hassasiyetle yaklaştığın noktalar nelerdi?
Herhangi bir acıyı, mağduriyeti vb. durumları abartarak yoğunlaştırıp, şiddeti iliklere kadar hissettirerek anlatmayı doğru bulmuyorum. Bunu anlattırmayı mağduru daha da mağdur kılmanın bir başka yolu olarak görüyorum. Bir durumu kendi sade gerçekliği içinde kabul edebilmeliyiz. Diyelim birisi kendisine tokat atıldığını söylüyor. Neresine vurulduğu, ne kadar canının yandığı, kaç kere tokat yediği önemli değildir. Diyelim görünürde de bir iz yok. Beyanı önemli değil mi şimdi? Bir dahakine tekme atılıp bacağında bir morlukla gelince mi ikna olacağız? Buna şiddetin pornografisi deniyor. İnsanların bir acıya duyarlılığının artması için her seferinde daha fazlası gerekiyor o zaman. Ben aile içi şiddeti o yöntemi kullanmayacak kadar önemsiyorum. Elimden geldiğince, hikâyenin elverdiğince, gerektirdiğince anlattım. Yoksa elbette o ailenin içinde çok daha fazla şiddet olduğunu anlıyoruz ama bunu vermenin şiddetin anlaşılmasından çok olağanlaşmasına hizmet edeceğini düşündüğümden çok çalıştım, cümleleri kısaltmaktan, hikâyeyi kırpmaktan hatta bazen bölümleri atmaktan korkmadım.
Huzursuzluğun ve tedirginliğin kol gezdiği bir aile hayatını anlatıyorsun. Geleneksel bir aile ama modern zamanlarda da var olan bir yapı. Bir dönemi anlatmıyorsun anladığım kadarıyla. Bugün de böyle mi ev içi şiddetin hasar verdiği aile yapısı?
Yüzyıllardır böyle. Tüm yapılar ve kavramlar parçalarına kadar analiz edilip, ayrıştırılıp, yeni bir bakış açılarıyla birleştirmedikçe de böyle kalacak. Aile şeffaflaşmalı, bir tabu olmaktan çıkmalı. Hiçbir birey anne baba, abi, abla olduğu için dokunulmazlık kazanmamalı. Bu şeffaflaşma ve eşitlik olmadığı sürece de devam edecek.
Baba karakteri Tahsin’in yaşadıklarına ve yaşattıklarına baktığımızda kadın emeğinin, inadının ve vicdanının bir aileyi - yoksa bir ülkeyi mi, bu ülkeyi mi demeliyiz- ayakta tuttuğunu söyleyebilir miyiz?
Ben kesinlikle bu ülkeyi ayakta tuttuğuna inanıyorum. Kadınlar her yerdeler, her direniş, her var oluş hikâyesinin kahramanı onlar. İş batıran erkeklerin, ekonomik krizlerin, uzun süren pandeminin, bir gün kaybolan evlatların, çaresiz kalan kadınların, ailesiz kalan çocukların, bir trene binip inemeyenlerin, bir sokakta tekmelenerek hayatını kaybedenlerin, çocukların okul taksitlerinin, sofraya konulan her lokmanın, yazılıp silinmesi istenen her kelamın arkasındadır kadınlar. Kadınlar görünmezdir ama hangi hak gaspçısı asıl kahramanın görülmesini ister ki?
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta “Hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk” der biliyorsun. Kahraman ve Cellat’ta sıklıkla aklıma geldi bu cümle. Senin için bu romandaki aile de böyle midir? Romanın sendeki cümlesi nedir?
Genellikle hiç aile olmayacak insanlar bir araya gelir. Bir imada bulunmuyorum, bütün duygulardan azade bir gerçeği ifade etmeye çalışıyorum. İki insanın, ayrı hayatlardan gelip bir soyut kavramı gerçek kılmak için çaba sarf etmesi zorken, kendi kararı ve tercihi olmadan hayata gelen çocukların da dâhil olmasıyla kurulan bir yapının kolay olduğunu iddia edemez kimse. Neredeyse öğrenilmiş çaresizlik diyeceğim çok sivri olacak. Anneleri, babaları, kardeşleri, torunları, yeğenleri ve kuzenleri seviyorum. Aile olmanın karanlık tarafından ise korkuyorum, korkmayana da şaşıyorum. Bu her sorulduğunda başka bir cevap veririm herhalde ama biraz önce kurduğum cümlelerle bağdaşacak olanı seçeyim bu sefer kitaptan:
“Üremek basit bir süreçtir, tüm canlılar ürer. Niye bu sürecin sonunda insanlar birbirinin başına kalır, neden birbirini sevdiğini düşünür?”
Çocukluk üzerine çok kafa yorduğunu, okuduğunu, didik didik araştırmalar yaptığını biliyorum. Sadece kurguyla mı devam, yoksa kurgu dışı bir kitap da bekleyelim mi senden?
Beklemezseniz yazabilirim, beklerseniz heyecanlanırım. Bir meselem var ve o meseleye dair düşüncelerimi, bakış açımı anlatmak istiyorum ama beni biliyorsun, cahil cesaretim yoktur, biraz daha çalışayım diyorum.
Şeniz Baş, Kahraman ve Cellat’ta aile kavramını yeniden tartışmaya açıyor. Aile bireylerinin, özellikle de çocukların dört duvar arasındaki varoluş mücadelelerini bize hatırlatıyor. O halde çocukları ve çocukluluğu(muzu) hiç unutmamaya söz verelim bu okuma sayesinde ama nostaljik buruklukla değil, bugünün sağduyusuyla...
Tasarımda kullanılan eserler Gerhard Richter'a aittir.