Mesut Varlık uzun bir çabadan sonra derleyip, toplayıp, hazırladığı Efendime Söyleyeyim-Hasan Ali Toptaş Kitabı (İletişim Yay., 2010)‘na yankı uyandıran bir yazıyla giriş yaptı: “Hasan Ali Toptaş Olayı ve HAT Metinleri Üzerine İlk Tezler” (agy., içinde, s.29-45) Başlık biraz çetinceviz görünse de, korkutucu bir yazı değil, aksine heyecanıyla, tutkusuyla da diyelim yer yer ‘sevecen’ bir hal bile alıyor. Eh zaten hemen hepimiz de “Hasan Ali Toptaş’ı Sevelim Güzelleşelim Cemiyeti”nin üyeleri değil miyiz? Hassaten öyledir. Fakat belli ki Mesut Varlık ya çok sağlam ya da çok dirençli, Hasan Ali usulluğuyla, sakinliğiyle onun coşkusunu azaltamamış ve Varlık bu sıcakkanlı kitabı hazırlamayı başarmış. O yüzden ilkin bu hususta kutlamak gerekiyor kendisini.
Adı geçen ‘ilk tezler’in hepsine değinmeyeceğim, aralarından işime gelenleri, daha doğrusu ben de efendime şöyle söyleyeyim, kendi tezime yarayanları, onu destekleyip pekiştirecek olanları seçtim. Yoksa Mesut Varlık’ın tezlerinin hemen hepsi de birbirinden ilginç ve elbette cesur. Ben tabii bu tezlerden kalkarak sözü şiire getireceğim ve aslında herkesin bildiği bir şeyi gizliymiş gibi açığa çıkarmayı deneyip Hasan Ali Toptaş’a ‘sen aslında şairsin!’ diyeceğim! Nasıl!
Yakın arkadaşım Gazanfer Odluyurt gençliğimizde çok anlatıp güldürürdü bizi, kendisi Azeridir, güzelce, tatlı tatlı anlatır. Kars’ta bir açıkhava sineması varmış vaktiyle, kapalısı da varmış sanırım, ama nedense eski zaman, gençlik, Kars filan deyince hep ‘açıkhava sineması’na gidiyor aklım. Milletin kadın-erkek sinemaya gittiği zamanlar, filmin az ve öz, yani kıymetli olduğu zamanlar. Millet yerleşmiş, tam film başlayacak, sinemanın sahibi , adı Torun Yeltekin, çok komik bir adammış, cins bir adam demek daha doğru sanki, perdenin önüne gelir, o güzelim Azeri şivesiyle ‘Yahu bakın bu filmde şöyle şöyle oluyor, oğlan kızı seviyor, vermiyorlar, o da tutup gurbete gidiyor, kızı başkasına vermeyşe kalkıyorlar, bunu duyup geri dönüyor. Derken efendim, uzun hikaye, sonunda kavuşuyorlar. İşte hepsini anlattım, yani siz boşuna beklemeyin, başka işiniz mi yok, gidin evinize dinlenin, yatın, uyuyun!” dermiş. Aynen böyle dermiş izleyicilere. Fakat kimse de kalkıp gitmezmiş, ‘iyi babam’ dermiş ‘benden söylemesi, ne haliniz varsa görün!’ der, çeker gidermiş. Bazen film koptuğunda da çıkarmış sahneye, ‘Bakın bunun yapılması uzun sürer, beklemeyin, devamında şöyle şöyle oluyor’ diye filmin devamını ve sonunu anlatırmış izleyiciye. Kimbilir belki millet de, filmden çok ‘Torun Yeltekin, acaba ne film çevirecek bu akşam?’ diye gidiyordu sinemasına. Ben de yazının sonunu başından söyleyince birden o geldi aklıma.
HAT diyoruz, Mahmut Temizyürek’in bu hak’katen şahane kısıltmasını kullanarak Hasan Ali Toptaş’a, evet, onun şairliği zaten bilinmeyen bir şey değil, roman kılığındaki toplu şiirlerinden geçtim, bir de incecik Yalnızlıklar’ı var, yok mu? Fakat ben biraz Mesut Varlık’ın tezlerini ve sözlerini desteklemek, biraz da HAT’taki şiiri en çok nerelerde yakalıyoruz, onu da yine bu tezlerden yola çıkarak paylaşmak üzere bu yazıyı yazıyorum. İkinci bölümde de, HAT üzerine bir toplantıda konuşulanlar da dahil olmak üzere, Efendime Söyleyeyim kitabındaki başka yazılara değinerek, yine HAT’ın HAT’ti zatında ‘şair’ olduğuna getiriyorum lafı.
“İlk Tezler”
‘Şiirin müziği’: Mesut Varlık “Burada, Hasan Ali Toptaş olayı ve HAT metinleri üzerine, zaman içerisinde olgunlaşacak olan tezlerimin bir kısmını ve ilk hallerini paylaşmaktayım” diyerek sunduğu ‘Tezler’i harflerle sıralamış. “A:Sarsıntı”, “B:Olay” maddesi, ama bunun da altmaddeleri var, ve HAT’ın okunma nedenlerinden biri olarak, ‘B/d’ maddesinde “Her anlamıyla yüklü ve yoğun bir dile sahip. Bu yükte bir dili, kolay okunacak düzende kullanıyor. Bu kolay okunurluk, onun yazarken gözettiği, metnin müziğine verdiği önem ve büyük dil işçiliğinden kaynaklanıyor” (agy.,s.32) diye yazıyor Varlık.
Romanın da, hikayenin de, denemenin de, hatta bir söyleşinin de ‘müziği’ vardır, yani ‘metnin müziği’ vardır, ama ben tutup ‘metnin müziği’ ibaresinin/kavramının daha çok şiir için kullanıldığını düşünerek, HAT’ın yazısındaki müziğin şiirden geldiğini savunuyorum. Ve bunu yaparken de aslında kendime şaşıyorum. Çünkü kolay kolay bir şeyi savunamam, yani savunacak gücü bulamam kendimde, o kadar cesaretim de yoktur, hele eskilerin ‘medeni cesaret’ dedikleri şeyin bende gölgesi bile yoktur. Bu hususta bir yazı da yazmıştım sanırım, şimdi hatırladım, “Medeniyet ile Cesaret” başlıklı bir yazı. Benim çocukluğumda, yani yaklaşık 50 yıl önce pek moda bir kavramdı, bütün babalar çocuklarına söyler miydi bilmiyorum ama, babam bana ve kardeşlerime sık sık ‘medeni cesaret’ sahibi olmamız gerektiğini hemen her vesileyle hatırlatırdı. Canım babam asıl olarak şunu söylemek isterdi: “Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz, kompradorlar, burjuvazi emekçileri ezmek ve onları sömürmek için bütün yöntemleri vahşice kullanmaktan kaçınmazlar, elbette bunun için devlet aygıtını da devreye sokarlar. Siz siz olun bu baskılar karşısında geri adım atmayın, bildiğinizden şaşmayın, inandığınızı söyleyin, savunun, yazın!” Babamın dediği kadar olduk mu, olamadık, o ayrı mesele, ama yine de sözünü tuttuk, elimizden geleni yaptık, fakat bunları ‘medeni cesaret’le mi yaptık yoksa ‘korkunun ecele faydası yok’ diye mi, emin değilim. Babam için ‘medeni cesaret’ sahibi olmak böyle bir şeydi, biraz abartarak anlattım, vulgarize ettim ama. O kadar da olacak, yıl 68’e geliyor, Türkiye’de toprak işgalleri, üniversitelerde ayaklanma, öğretmen derneklerinde, sendikalarında boykot, işçiler fabrikaları işgal ediyor. Fakat ben olaylarda yer almıyordum! Şimdi böyle anlatınca, eski arkadaşlardan bazıları 35 yıl sonra arkadaş yalanlarını ortaya çıkarmak için yazılar döşeniyorlar ya, maazallah biri de kalkar, sen o işgalde yoktun, daha kısa pantolonla geziyordun, ama biz...diye kerameti kendinden menkul bir devrim ve isyan dersi vermeye kalkar ki insan kendinden şüpheye düşer.
‘Anlatıcı şair’: B/g maddesinde “HAT’ın okurlarla buluşmasının ateşini, kendisiyle yapılan söyleşilerde söylediklerinin de hızlandırmış olması düşünülmeli. Dilindeki özene hayran kaldığı yazarın ‘hakikaten’ dile özen gösterdiğini, anlatışındaki naifliğe hayran kaldığı yazarın ‘hakikaten’ nasıl olduğunu görmesi, okurun ‘ilgi’sinin ‘aşk’a dönüşmesinde etkisi olmalı.” (s.33) diyor Varlık.
‘Hakikat’ ve ‘naiflik’ gibi çoğunlukla şair ve şiir için kullanılan kavram ve nitelemelerin HAT yazısı/metni için kullanılmasındaki doğallık/doğaçlama ya da kabul de, onun ‘romancı’, belki de ‘yazıcı’ demeli, olduğu kadar ‘şair’ olarak da görüldüğünün bir işareti olmalı. Kimbilir belki de ‘Anlatıcı şair’ demeliyiz HAT’a.
‘Yeni bir şiir tanımı’: B/ğ maddesinde “tüm yeniliklerine, tüm farklılıklarına, tüm garipliklerine rağmen, HAT metinlerinden geriye ‘eski bir tanıdık’ hissinin kalması”ndan söz ediyor Varlık. Ne dersiniz sanki bir şiir tanımı gibi değil mi, yeni bir şiir tanımı olabilir pekala: ‘Eski bir tanıdık’. En azından kendi şiirlerim için kullanabilirim bunu.
Mesut Varlık böylece yine şiire ilişkin bir ‘hissiyat’ ve ‘zaman’dan, belki de ‘zamansız’lıktan ‘zamandışı’lıktan söz etmiş oluyor.
‘Yazma/okuma ihtiyacı’: Varlık ‘Tezler’inin ‘C:Vampir’ başlıklı maddesine “HAT metinlerinin okurlarda yazma ihtiyacı uyandırdığını söylemiştim, yazma ihtiyacının yanına okuma ihtiyacını da eklemeliyim” cümlesiyle başlıyor, sonra da ‘iyi metnin’, tabii ki HAT metinlerinin niteliklerini sıralayarak sürdürüyor. Ben bunu şiir ve şairler için son yıllarda sıkça kullanılan bir övgü kalıbı daha diyerek yazıya alıyorum. İyi şiir de öyle değil midir, iyi bir şiir okursunuz, sonra o iyi şairden bir başka iyi şaire geçmek, onu da okumak ihtiyacını hissedersiniz, iyi şiir ve iyi şair bu ihtiyacı duyurur işte, ama önce okuma ihtiyacını. Zamanla da yazma ihtiyacını duymanız tabiidir. Aksini düşünmek ve iddia etmek çok zor, nerdeyse imkarsızdır. İyi bir şiir okuru olup da, hiç kimseye, hatta kendisine bile göstermese de, şir yazmayan pek az okur vardır zannımca!
‘Gizli İkinci Yeni mi?’: HAT’ti zatında...Bu laf bir kenarda dursun şimdilik. Belki yazıya başlık olur. Varlık’ın ‘E:Anlam’ bahsindeki giriş cümlesi şöyle: “HAT metinleri, anlamaya çalışarak okudukça anlamsızlaşan, öte yandan okudukça anlamlar sezdiren sonsuz boşluklardan mürekkep.” (s. 36) Ben bunun tercümesini hemen yapayım sevgili Mesut Varlık’a, yani, HAT’ti zatında ‘sonsuz hoşluklardan mürekkep’ demek bence. Evet, cümle zaten çok ‘hoş’ olmuş, ‘şiir gibi’ de olmuş olmasına da, su cümlenin anlattığı ya da ‘anlam’ı şu olabilir mi? HAT metinleri, daha doğrusu romanları ‘İkinci Yeni’ şiirine benzetilebilir, sayılabilir, ‘şiir’ olarak yazılmış tek ‘şiir kitabı’ Yalnızlıklar ise, kanımca ‘Birinci Yeni’, yani ‘Garip’ akımı içinde değerlendirilmeye daha yatkın, uygun özellikler taşıyor. (Gerçi bu cümleyi sonra bu düşüncemi biraz yadırgadım, daha doğrusu ikinci bölümünü yadırgadım, yani romanlarını ‘İkinci Yeni’ye benzettim diye, şiirlerini de mutlaka onun öncesinde gelen ‘Birinci Yeni’ye benzetmem şart mıydı? Değilmiş. Kitabı yeniden okuyunca anladım. Ona da ‘İkinci Yeni’ içinde, buna da ‘şart mıydı?’ diyeniniz olabilir ama, bir yer buldum. Neresi, elbette Edip Cansever’in yanı. Galiba en çok onun şiirlerine benzetebiliriz Yalnızlıklar şiirlerini. Hem teatral oluşlarıyla hem biraz ‘varoluşçu’ yanlarıyla, ne bileyim, ruhuyla, havasıyla ve belki de adıyla, Özdemir Asaf değil ama Edip Cansever’i çağrıştırdılar bana.
Varlık’ın cümlesiyle devam edelim: “HAT metinleri ‘kendinde varolan’ şeylerdir. Bu nedenle üzerine kurgulanan her şeyi kabul eder.” Ben bu cümleyi tersinden okuyarak, ve tıpkı iyi bir şiir gibi her okuyanın farklı bir şey bulacağı, üstelik her okuyuşunda yeni bir şeyle, daha önce karşılaşmadığı, farkına varmadığı, dikkat etmediği bir şeyle karşılaşacağı, çok katmanlı bir yapı diye okudum ve öyle anladım.
‘Şiir, çocukluğu sürdürmek’: Varlık’ın ‘F:Çocukluk’ olarak sıraladığı maddeyi okuyunca da anlıyoruz ki, HAT’ın temaları, dönüp dönüp oraya gitmesi, yani çocukluğa gitmesi, onun bir ‘şair korkusu’yla hareket ettiğini de düşündürüyor. ‘İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok’sa, ‘şairlerin de çocukluklarından başka kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur’. Ama buradaki ‘yok’un ne ’çok’ şey olduğunu ve aslında bütün bir hayat olduğunu da unutmamak kaydıyla. Çocukluk da hem şairin yurdudur hem şiirin terkedemediği mekanı, bir bakıma doğduğu yerdir ve şiirin belki de asıl tanımı odur. Şiir niye yazılır? Cevap: Çocukluğu sürdürmek için. Bazıları içinse yeniden dönmek için, bulmak için, olmak için...
‘Şiir kahramanı’: “HAT metinlerinde hemen hiç kimse, bildiğimiz roman yapısı içerisindeki karakter ya da kahraman özelliklerine sahip değildir. Bu anlamda bir ‘roman kahramanı/karakteri’ yoktur HAT metinlerinde. Ama isimleri artık zihinlerimize kazınmış, sokakta görsek tanıyacağımız kimseler var.” (s.37) Mesut Varlık’a katılıyorum, şiirde de böyle olduğunu düşünerek, bir kez daha ‘şiir huylu’ bir yazıcıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek istiyorum. Daha önce de HAT için bu konuda yazmıştım, üstelik “Roman Kahramanları” dergisinde: “HAT metinlerinde bir ‘kahraman’, ‘roman kahramanı’ yoktur, olanlar ‘yalnız kelimelerden ibaret, içleri sessizlikle doldurulmuş, nasibini bekleyen gölgeler”dir ki, romandan çok şiirde yerleri vardır.” Baudelaire’in kahramanları, Edip Cansever’in kahramanları, yani ‘şiir kahramanları’, öyle olduğu için de ‘antikahraman’dır hepsi de.
‘Bilmek değil, sezmek’: “Roman kağıda değil, zamana yazılır” der HAT. Varlık da ‘Tezler’inin ‘H:Değil’ başlıklı maddesinde, HAT’ın son eseri Uykuların Doğusu itibariyle “roman sanatından sonraya ayak bastığını” düşünür: “Yeni bir edebiyat türünün ilk eserini okumakta olduğumuzu düşünmeye başlamamız gerektiği kanısındayım.../...Bu kitabın anlatı (hikaye, roman, destan...) ve şiirin diyalektiğinden neşet etmekte olduğuna dair sezgimi dile getirebilirim ancak.” (s.39) Ben de tastamam Varlık gibi düşünüyorum. ‘Sezgi’ kavramının bu türün ‘anahtar’ kelimelerinden biri olacağını da söylüyor ki Varlık, şiirin de temel kavramlarından biri bu değil midir zaten, bilmekten, anlamaktan çok ve daha önce sezmek, sezgi gelir. Şiir de sezgiden gelir.
‘İşçi peygamber’: Varlık ‘I:İman’ bahsinde “HAT metinleri, tam anlamıyla iman isteyen metinlerdir. İman etmediğiniz anda bir deli saçması, bir dolu süslü laf kalabalığına dönüşüverir. İman ettiğinizde de bir evren açılıyor önünüzde.” (s. 40) der ki, bu da tıpatıp iyi metinler kadar, iyi şairlerin şiirleri için de geçerli bir durumdur, belki daha çok da şiir için geçerli olduğunu bile söyleyebilirim hatta. Bir de ‘işçi peygamber’ diyor ki Varlık, HAT için, benim için de öyledir: “İşçidir; daha iyi bir evren nasıl olabilir? diye kelamı üzre çalışmayı bırakmayacak kadar ustadır. Hasan Ali Toptaş, Edebiylat Tanrısı’nın mütevazı, işçi peygamberidir.” (s.41).
Yazının bu ilk bölümünde pek ‘naif’ bir biçimde, Mesut Varlık’ın kapsamlı ve cesur, ve doğrusu çok hoşuma gittiğini de saklayamam, yüksek dozda tutkulu, coşkulu ‘ilk tezler’inin peşinde HAT’ın, belki de hiç gereği yokken, ‘aslen şair’ olduğunu söylemeye çalıştım. İddia etmeye, kanıtlamaya filan diyemem, hem bu kavramlar bana uymaz hem de doğrusu HAT’a hiç uymaz, o yüzden bu kadar ‘büyük tevazu’ sahibi bir adam için böyle gereksiz kavram ve deyimlerde inat etmenin gereği yok. Hem de herkesin bildiğini zaten bir kere de ben söylemiş olduğum için olayı sanırım fazla abartmaya gerek yok. Evet, bunun bir önemi varsa okur açısından bilmem ama, benim için Hasan Ali Toptaş, en azından ‘Hasanım Ali’ bölümüyle bile ‘aslen şair’dir. Gördüğünüz gibi şairlik de zaman zaman önemli hale gelebiliyormuş! Ne zaman, şairlik mesleğini icra ettiğini düşünen şairler için değil, HAT gibi müthiş yazıcıların yazdıklarında şiir belirmeye, görünmeye, ve yazıyı sarmaya başlayıp oradan dünyaya yayıldığı, hayatımaza karıştığı ve hepimizin ne yazarsak yazalım, yazdıklarımızın havasını değiştirdiği zaman!
HAT şiiri üzerine
Şimdi yazının ikinci bölümünde muhtelif görüşler ve değerlendirmeler eşliğinde ‘aslen şair’ Hat’ın şiiri üzerine biraz daha konuşmaya devam edelim.
‘Yeni bir poetik çehre’: Bülent Yıldız Efendime Söyleyeyim kitabındaki “Aporetik Bir Edebi Hissiyat: Hasan Ali Toptaş(Bin Hüzünlü Haz, Gölgesizler ve Uykuların Doğusu Üzerine Bir Dibace)” başlıkla yazısında şöyle diyor: “Yeni roman kültürü uyumdan uyumsuzluğa, akılcılıktan aklın sorgulanmasına, içerikten biçimsel varoluşa yönelen evrimsel bir süreç geçirdi. Çıkışsız, kaotik ve müphem gerçekliği tanımlayabilmek için aynı kavramlardan hareket etti ve çıkışsız, kaotik, müphem bir edebiyat geliştirdi. Roman antiromana, kahraman antikahramana dönüşerek gerçekliği çözümsüzlük, çıkış yoksunluğu içinde açmazlarla ördü. Belirsizlik ilkesinin, merkezsiz varoluşun, anlam çokluğunun bir arada olduğu yeni zaman kültürü, düşle gerçeği, varlık ve yokluğu, zamanı şimdileştirmeyi kurgu, özgönderimsellik ve metinlerarasılık ekseninde işleyerek münhasir bir ‘poetik çehre’ yarattı kendine. Bu yeni edebi biçime, Derrida’dan apardığımız kavramla ‘Aporia’ edebiyatı dyeceğiz.../...’Aporia, çözümsüzlük, çıkışsızlık ya da içinden çıkılmaz bir durum karşısında ne yapacağını bilememek tanımlarına denk geldiği gibi, çelişkili bir birlikteliğin oluşturduğu durumlarda yaşanan kararsızlık ve belirsizlik olarak da tanımlanabilir...HAT’ın anlatıları bütünüyle bu tanımı hak edecek bir muhtevaya sahip.” (s.346) Yazının dipnotunda da şöyle bir açıklama var: “Derrida’ya göre anlam tamamlanablen bir şey değil, sürekli başka göstergelerle tanımlanabilecek bir şeydir. Bu sonsuz bir edimdir. Yapı, tamamlanan bir olgu olmadığı için de söküme uğratılmalıdır ve karşıtların birarada olduğu uyumsuz bir durum olarak ele alınmalıdır.” Yıldız Ecevit de “Yokolmanın Estetiği ya da Türk Romanında Bir Romantik” yazısında ‘kaotik çözümsüzlük’ olarak değinir ‘aporia’ya. Bu uzun alıntıları okuyunca aklıma şöyle bir soru geliyor: HAT’ın ‘şiirsel bir üslup’la yazdığı da sıkça söylenir, acaba ‘üslup’tan mı ibarettir bu sadece, yoksa Bülent Yıldız’ın da yazısında vurguladığı gibi ‘yeni bir poetik çehre’ midir?
‘Roman yazan şair’: Yıldız Ecevit ‘roman yazan şair’ demiş HAT için. Çok yerinde bir tanım. HAT da zaten ‘iyi bir şiir okuruyum’ diyor ve şunu da söyleyerek aslında tam bir ‘şair tavrı’ sergiliyor: ”Şiiri söz sanatlarının çekirdeği olarak görüyor ve bir yazımda da dediğim gibi, bir cümle yazmanın aynı zamanda beste yapmak olduğuna inanıyorum...Sıkça karşılaştığım bu soru karşısında, her daim zorlanıyor ve ‘bilmiyorum’ cevabını veriyorum. Bilmiyorum gerçekten, belki bir çeşit ses ezgisidir bu. Belki cümlelerin müziğinde, çocukluğumda teneke sobamızın kenarındaki minderin üstünde uyuyan kedimizin (Bence orada kelimeler de uyuyordu!-HE) mırıltıları vardır. (Acaba şiirin mırıldanmak olduğunu mu söylüyor, öyleyse hiç şaşırmam!-HE) Sobanın içinde yanan çam kozalaklarının çıtırtıları, dağların karanlığını yarıp gelen kurt ulumaları ve babaannemin hikaye anlatırken anlatırken ansızın susuşu da vardır, bilemiyorum” diyor Efendime Söyleyeyim kitabında M. Varlık’la yaptığı söyleşide. Ki zaten bu söyledikleri de şiire sayılır. Gölgesizler için Stefan Weidner de ‘şiirroman’ dememiş miydi?
‘Çokseslik’: Alper Akçam da kitaptaki “Hasan Ali Toptaş Yazınında Çokseslik” (s.155-183) başlıklı yazısında, HAT romanı için ‘çokseslilik’ten söz ederken benim aklıma yine ve nedense ‘şiir’ geliyor. Octavio Paz’ın sözünü hatırlayalım: “Yüzyılın başından beri roman şiir olmaya yöneliyor.” Akçam da buna işaret eden bir cümle kuruyor. Gerçi ondan önce kurduğu cümle aslında benim bu yazımı da, yazımdaki görüşleri de geçersizleştirecek bir önem ve değerde. Şimdi bu kadar iddiadan sonra tuhaf gelecek bir şey söyleyeyim, aslında ben de Akçam’a katılıyorum, yani HAT’ın yapıtının bir kategoriye sokulmasının gereksiz olduğu görüşüne, ama bir ‘şiir yazarı’ olduğumdan sanırım, gönlüm onu ‘şair’ olarak nitelemekten yana: “İşin aslı sorulduğunda, Toptaş yazınını herhangi bir kategori içine almaya kalkışmanın onu yavanlaştıracak ve değersizleştirecek zoraki bir çaba olmaktan öteye geçmeyeceğini söyleyebiliriz. Çoksesli Türkçe yazının en önemli kilometre taşlarından olan Toptaş’ın ille de bir kategori, genel bir anlayış içinde tanımlanması gerekiyorsa, grotesk gerçekçe ya da bir ucu Latin Amerika halk kültürüne varan büyülü gerçekçi kavramlarını kullanmak, onun kendi gerçekliğine en yakın olanı seçmiş olmak olacaktır.”(s.183) diye yazıyor yazmasına ama, ben HAT’ın romanlarını çok sevmemin temelinde de işte bu büyülü gerçekçilikten neşet eden şiiri görüyorum yine. Son yıllarda çok okunan bazı romancıların da bir tür büyülü gerçekçilik anlayışıyla yazdıklarını da düşünüyorum ve sanki ‘büyülü gerçekçilik’ demek ‘şiirsel gerçekçilik’ demekmiş gibi geliyor bana. Bizde çünkü, bende de zaman zaman oluyor aynı şey, şiirin kendisinden çok imgesini sevmek adettir. Şiiri de genellikle başka şeyler üzerinden severiz. Bu kez tersine işliyor bu adet. Belki de bu romanları bunca sevmemize bir sebep de budur, yani şiirdir.
‘Modern lirik’: Franco Morettii’nin Modern Epik’inden mülhem ‘modern lirik’ kavramı geliyor benim de aklıma. Latife Tekin, Murat Uyurkulak, Aslı Erdoğan, Sema Kaygusuz ve HAT’ın romanları için bu kavramı kullanmak istiyorum, onların romanları birer modern lirik sayılır. Bir de geçen yıl okuduğum Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği romanını eklemek istiyorum, onun ‘modern trajik’ yanını da unutmadan elbette.
‘Modern Epik’: Bir de madem HAT’ın romanları için de ‘modern lirik’ tanımını kullandık, tek şiir kitabı olan Yalnızlıklar için de Moretti’nin kavramını kullanalım: ‘Modern Epik’. Gerçi HAT Yalnızlıklar için şiir demez: “ Yalnızlıklar şiir değilse nedir, hakikaten bilmiyorum. Şiiri tanımlayamam, ama kokusunu duyabilir, onu sezebilir, görünce de tanıyabilirim” demiş ki, galiba ‘organik’ bir şeyden söz ediyor. Bir de aslında HAT da ‘belirsiz bir kesinlik’ (şiir gibi) içinden dile gelir ve onu dile getirir. Yalnızlıklar kitabının zaten hiçbir yerinde ‘şiir’ ibaresi bulunmaz. O bir yalnızlıklar atlası, alfabesi, sözlüğü ya da sadece bir ’yapıt’tır. Acaba diyorum, ironik olsun diye biraz da, ‘yalnızlıklar senfonisi’ mi desek Yalnızlıklar için? Oda müziği demek olağan bir şey olurdu öyle ya. Çünkü bu kitapta ilk bölümde de yazdığım gibi Edip Cansever tınısı, sanırım ortak sızılardan ötürü, derinden derine hayli duyuluyor, ‘koral bir yalnızlık’, yani tragedyalar gibi dramatik bir yapısı da var kitabın.
‘Organik’: Acaba HAT metinlerini ‘organik’ olarak tanımlamak mümkün mü? Öyle ya nerdeyse sentetik hiçbir şey yok içinde, hiçbir işlemden geçmemiş, hiçbir karışıma uğramamış gibi sözcükler de, boşluklar da, cümleler de bütün yabanıllıklarıyla, yani doğallıklarıyla duruyorlar kitabın içinde, sık ve kesif bir orman/da gibi, Latife Tekin için kullanmasam rahatlıkla HAT için ‘ormanın şiiri’ derdim, yine diyebilirim, tanım olarak değil, benzetme olarak. Evet, organik galiba, baksanıza çok yoğun, çok zor, çok tabii.
‘Ses’: Handan İnci kitaptaki “Uykuların Doğusu’nda Harfler ve Sesler” (s.389-410) başlıklı yazısında ‘ses’ten söz ediyor. Pek çok iyi şiirin
farkılılık nedeni olan şey gibi, o da ‘ses’tir çünkü. HAT sık sık yazıyla ses arasında ilişki kurar ve yazmayı harflerle beste yapmaya benzetir: “Ben bir cümle yazmanın aynı zamanda bir beste yapmak olduğuna inanıyorum. Bu tarz cümlelerden oluşan bir roman yazdığınızda da ortaya bir senfoni çıkıyor. Çünkü her harf bir sesi temsil ediyorsa, o müziği yaratmasak bile orada bir sesler toplamı olur.’ Sonra da adeta bir ‘yazar’ yerine bir ‘şair’ konuşuyor ve sanki ‘şiirindeki heceleri’ sayıyor: “Bir cümleyi yazdığımda, buradaki kelimelerin kaçı kapalı heceyle, kaçı açık heceyle bitiyor, sert sesli harfler aynı köşeye mi yığıldı, toplam seste bir hece eksik mi fazla mı diye o cümlenin başında oyalandıkça oyalanıyorum.’ Ben de 30 şu kadar yıldır şiir yazıyorum, ama bir kere olsun böyle bir işlem yaptın mı diye sorun bakalım! Eh durum böyle olunca da Handan İnci’den ‘dil kuyumcusu’ ödülünü alıyor HAT, ödülün gerekçesi de tanım tadar güzel: “Kelimelerin içinden sadece anlamı değil, sesleri de oyup çıkaran...” Mesut Varlık’a göre de HAT, taşı müzikle oyar ve dolmakaleminin mürekkebini şiirin hokkasından çeker. Her sayfası sesle örülmüş, ama aynı zamanda sessizliğiyle de uğuldayan bir kitap Uykuların Doğusu. ‘Atonal bir senfoni’ olarak nitelediği romandaki pek çok sesten söz ediyor İnci: ‘Şehrin sesi, radyo, mızıka, bilinçaltının sesi, ayak sesleri, kuş, kanat sesleri, kadın sesleri, su sesleri, kırmızı sesler, parçalanma: ses kırılmaları, çaresizliğin sesi ve yazmak, kalem sesleri...’ Eklemek gerekir mi, bir de elbette şiir olan boşluğun sesi.
Şair için de bir kuyumcu titizliğiyle kelimeleri işlemekten söz edilmez mi, hatta zaman zaman şairler de ‘dil kuyumcusu’ olarak tanımlanmaz mı, öyleyse HAT’ın ‘aslen kuyumcu’ olduğuna dair güçlü bir delil daha işte, çünkü önemli bir akademisyen olan Handan İnci’den geliyor.
‘Yok-Şiir’: Yıldız Ecevit’in kitaptaki yazısının başlığı “Yokolmanın Estetiği ya da Türk Romanında Bir Romantik” (s.327-339). Gölgesizler romanından yola çıkarak onu şiire benzetir: “Gölgesizler’in kurgusal yapısı; çözüşmez organik dokusuyla, romantiklerin romanı şiire koşutlayan ‘yinelenmesi olanaksız bireysel edim’ diye formüle ettikleri roman tanımıyla örtüşür.” (s.333) ‘Metnin taşıyıcısı konumundaki tüm ögelerin, anlamın, kahramanın, öykünün, zaman-mekan kategorilerinin bu romanda önemini yitirerek, yalnızca metinsel dokunun sıradan bir ilmeğine dönüştükleri’ni belirtir, ki bu ‘romanın şiirleşmesidir’. ‘Konu/motif/anlam boyutunu tümüyle biçimle yoğurup, biçim aracılığıyla felsefe yaparken, biçim ve içerik arasındaki sınırları şiirde olduğu gibi ortadan kaldırır.’ Gölgesi olmayan metinler üretir HAT, yani ‘olduğu gibi olan’: Özellikle Gölgesizler’de “hem anlatı düzleminde, hem de anlatıcı düzleminde bir yok-metin oluşumuna olanak tanıyor. Anlatan da metin içinde kayboluyor, şiirde de istenen şairin kimliğinin, şiir içinde eriyip yok olması, hiçlik düzeyine erişmesidir.” Y. Ecevit bunları yazıyor Şiirin de, edebiyatın da bir amacı varsa, sözcüklerin giderek yok olması, adeta ‘yok-sözcük’ olması ve insanın şiir olması değil midir? Benliğin şiirde erimesi tıpkı ‘yok-metin’ gibi ‘yok-şiir’i var ediyor. Şükrü Erbaş hem ‘Hasan Ali kılığında bir sonsuzluk’ der onun için hem de ‘harften adam’ ve ‘yoklar fısıltısı’. Benden de bir ek olsun öyleyse bu yokluğa: Şiir beyhude, Haraptarlı Nafi’le!
‘Yavaş yazı’: Böyle ‘yavaş’ bir yazıya ‘roman’ dememek için bin sebep var, en güzeli ona ‘şiir’ demek sanırım. Handan İnci, ‘HAT kitaplarını bir defada ve bir defa okumak yetmez’ derken, ki öyle, ben de ‘tabii, çünkü onlar şiir ve şiir bir kere okunmaz, birden çok okunur’ diye katılıyorum bu sözlere. İnci ‘Her cümle öyle kışkırtıyor’ derken de, ‘cümle’ yerine ‘dize’yi koyup tekrarlıyorum. Hele ‘ihtiyacı olan şeyi yazıyor’ derken, adeta bir şiir toplantısında ben konuşuyormuşum gibi hissettim bir an. Sessiz ve gölgesiz bir adam Hasan Ali, gülerken bile, bence güldüğü anlaşılsın diye, elini ağzına kapatıyor. O yüzden romanlarında ‘ses’ ögesi çok baskın ve o yüzden ‘çoksesli’ metinler üretiyor. Çünkü en başta onun ihtiyacı var sese, ve çoksesliğe. Şairin de şiiri ihtiyacı olduğu için yazması gibi. Handan İnci’nin ‘Toptaş’ı okumak büyük bestecileri dinlemeye benzer bir hazırlık gerektiriyor’ cümlesindeki ‘büyük besteciler’ yerine ‘büyük şairler’i koyuyorum. İnci, bir de bir ‘okuma terbiyesi’nden söz ediyor ki, nedense o terbiye de aklıma ‘şiir terbiyesi’ni getiriyor.
‘Ritmik dil’: ‘Şiir gibi’ okuduğum romancıların başında gelen Latife Tekin, ‘Biz roman değil, daha çok masalımsı, destanımsı tuhaf bir şeyler yazıyoruz. Batılı anlamda roman yazmıyoruz...Ben hala ‘ritmik dil’i kullandığımızı düşünüyorum.’ diyor. Benim de hem kendisi için hem HAT için yazdığım yazılarda ve bu yazıda yanıtını aradığım soruların birine de çok doğru bir yanıt veriyor: ‘Ritmik Dil’. Bunu HAT metinleri için de tekrarlamak isterim. Şiir yazanların bazen romancılar karşısında benzer duygu ve düşünceleri, elbette yakınlıklar da dahildir buna, taşımaları bir tesadüf olmamalı yalnızca. Mahmut Temizyürek, HAT’tan okuduğu ilk kitap olan Bin Hüzünlü Haz’ı bitirdiğinde, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünü okurkenki duygusunu anımsar, hisseder, tekrarlar. Kitabı kesintisiz okumuştur ve ‘Bu duygu hayatımın ortasına gelip oturdu ve bir daha kalkmadı’ diyor. Abdullah Ataşçı’nın kitaptaki yazısında ‘Ben Hasan Ali Toptaş’la tanışmadan önce Ankara kesinlikle daha az mürekkep kokuyordu’ cümlesini görünce, hemen bu yazının da ruhuna uygun olarak tabii, cümleyi, kafama göre elbette, değiştirdim: ‘Biz Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarını okumadan önce roman kesinlikle daha az şiir kokuyordu’.
Bitirirken...
30 Ekim 2010 Cumartesi TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda Efendime Söyleyeyim kitabından hareketle Hasan Ali Toptaş üstüne konuştuk. Moderatör Mesut Varlık’tı. Konuşmacıları dinlerken şunlar geçti aklımdan. Beş konuşmacı. Biri şiiri çok seven değerli bir akademisyen Handan İnci, ki en ‘şiirli romancı’ ve tabii şair olan Tanpınar üstüne çalışıyor. Biri şiirin yakını sayılır, çünkü hikaye yazıyor, Ethem Baran. Biri Varlık Yaşar Nabi Gençlik Şiir Ödüllerinde ‘dikkate değer’ bulunan bir şair, Mesut Varlık. Biri koca şair Şükrü Erbaş. Biri de bendeniz şiir yazarı. Ethem Baran’ın tek romanı sayılmazsa aramızda bir tek bile romancı yoktu. Bu bana çok ilginç geldi, oysa HAT metinleri tamam ama, insanlar ‘roman’ diye okuyor onu büyük çoğunlukla. Bu bile HAT’ın ‘aslen şair’ olduğunun içten delili sayılmaz mı? Bu arada Necmiye Alpay’ın cümlesini de unutmakalı: ‘Mahmut Temizyürek’in ‘HAT yazısı’ diye şiirsel bir ad verdiği’ diyor HAT’ın kitapları için.
Bu ‘şiir huylu’ adam için, HAT için, ‘şair huylu’ demem, çünkü şairlerin huysuzu da, huysuzluğu da çoktur, Hasan Ali öyle değildir, benim de iki tespitim, gözlemim var, bu kadar yazı yazdık onları söyleden bitiremem:
-İnsanlar roman okuyacak kadar vakit buluyorlar da, ‘şiir okuyacak kadar vaktim yok’ diyorlar. Bence HAT da bunu bilerek okuru kandırıyor, çok iyi bir şey yapıyor. Yani sağ gösterip sol vuruyor, roman yazdım deyip aslında şiir yazıyor!
-HAT’ın şair olduğuna, şiir yazdığına hiç şüphe yok da, kitapları nasıl bu kadar çok satıyor, onu anlamıyorum!