Çağdaş korku edebiyatı yazarlarından Thomas Ligotti’nin okurların hayal gücünü tetikleyen öykülerden oluşan Hayalperest Ölünün Şarkıları kitabından ilk öyküyü “Cümbüş”ü okurlarımızla paylaşıyoruz.
Can Yayınları tarafından Berna Seden’in çevirisiyle geçtiğimiz ay yayımlanan Thomas Ligotti’nin ürpertici öykü kitabı Hayalperest Ölünün Şarkıları, H.P. Lovecraft ve Edgar Allan Poe kitaplarının tam ortasında yer alıyor. Yazar, kitaptaki her bölümün sonunda, türünün yazım yöntemlerine ilişkin görüşlerini de açıklıyor. Kitapta yer alan ilk öykü “Cümbüş”ü Can Yayınları'nın izniyle okurlarımıza sunuyoruz.
“Cümbüş”
Kasabanın –devlet hapishanesinin bulunduğu Nolgate– mutena kesimindeki güzel bir evde Dr. Munck akşam gazetesini incelerken genç karısı divanda uzanmış, bir moda dergisinin renkli sayfalarını tembel tembel çeviriyordu. Kızları, minik ceylanları Norleen yukarıda uyuyor ya da belki, yatma saati geçtiği halde yasağı delmiş, geçen hafta doğum gününde hediye edilen yeni televizyonunun keyfini sürüyordu. Şayet durum buysa, kuralları çiğnemesi çıt çıkmayan oturma odasındaki ana babası tarafından fark edilmedi. Etraf da sessizdi, zaten gece gündüz sessiz olurdu kasaba. Nolgate baştan aşağı sessizdi çünkü burası, cezaevi görevlilerinin toplandığı bar sayılmazsa, fazla gece hayatı olmayan bir yerdi. Böylesine ısrarlı bir sessizlik, doktorun karısının en yakın büyükşehirle arasında ışık yılları varmış gibi görünen bir yörede bulunmaktan huzursuz olmasına yol açmıştı. Yine de Leslie şimdiye kadar hayatlarının durağanlığından yakınmamıştı. Kocasının kendini bu yeni yerdeki yeni görevine tamamen adadığını biliyordu. Ancak belki de bu gece kocasının, son zamanlarda kendisinin de dikkatle gözlemlediği, işiyle ilgili düş kırıklığını daha çok açığa vurma ihtimali vardı.
Leslie ışıl ışıl gözleriyle, başka bir çift gözün kuşe kâğıttan ışıldadığı dergi kapağının üzerinden gözucuyla kocasına bakarak, “Bugün nasıl geçti David?” diye sordu, “Akşam yemeğinde çok sessizdin.”
Dr. Munck karısına bakmak için elindeki yerel gazeteyi indirmeden, “Aşağı yukarı aynı,” dedi.
“Bu konuşmak istemediğin anlamına mı geliyor?”
Kocası gazeteyi arkaya doğru katlayınca gövdesi göründü. “Öyle bir anlam çıkıyor değil mi?”
“Evet, kesinlikle öyle. İyi misin?” diye sordu Leslie, dergiyi sehpaya bırakıp tüm dikkatini kocasına verdi.
“Ciddi kuşkular içindeyim, durum bu.” Bunu düşüncelere dalıp gitmiş bir tavırla söylemişti. Leslie konuyu biraz daha kurcalama fırsatının ortaya çıktığını gördü.
“Özellikle şüphe uyandıracak bir şey mi var?” “Ne yok ki,” diye karşılık verdi adam. “Bize içki hazırlayayım mı?” “Çok makbule geçer.”
Leslie oturma odasının farklı bir bölümüne gitti ve büyük vitrinli dolaptan şişelerle bardakları çıkardı. Mutfaktan kahverengi plastik kovada buz getirdi. İçki hazırlama sesleri oturma odasının konforlu sessizliğini bozan yegâne gürültülerdi. Bütün perdeler kapalıydı, tek istisna önünde bir Aphrodite heykelinin poz verdiği köşedeki pencerenin perdesiydi. Bu pencerenin arkasında, sokak lambalarının yandığı boş sokak ve ilkbahar ağaçlarının gür yaprakları üzerinde asılı duran bir ay dilimi vardı.
Leslie, “Al bakalım. Çalışkan sevgilime küçük bir içki,” diyerek adamın eline altı epey kalın, ağzına doğru belli belirsiz incelen bir bardak tutuşturdu.
“Sağ ol, buna gerçekten çok ihtiyacım vardı.” “Neden? Hastanede sorun mu var?” “Oraya hastane demesen keşke. Çok iyi biliyorsun ki orası hapishane.” “Evet, tabii.”
“Arada sırada hapishane sözcüğünü kullanabilirsin.” “Peki o zaman. Hapishanede işler nasıl hayatım? Patron mu ensende? Mahkûmlar yaramazlık mı yapıyor?” Leslie mesele büyüyüp bir tartışmaya varmadan kendini tuttu. İçkisinden büyük bir yudum alıp kendini sakinleştirdi. “Alay ettiğim için özür dilerim David.”
“Hayır, hak ettim bunu. Kızgınlığımı sana yansıtıyorum. Sanırım benim itiraf edemediğim şeyi sen bir süredir biliyordun.”
“Neymiş o?” Leslie kocasını konuşmaya teşvik etti.
“Belki de buraya taşınmak ve bu kutsal görevi bir psikolog olarak omuzlarıma almak verdiğimiz en akıllıca karar değildi.”
Kocasının sözleri, Leslie’nin umduğundan bile daha şiddetli bir moral çöküntüsünü işaret ediyordu. Yine de her nasılsa, bu sözler onu beklediği kadar neşelendirmemişti. Evin önüne park eden nakliye kamyonunun sesini işitir gibiydi ama bu ses artık bir zamanlar olduğu kadar hoş gelmiyordu.
“Şehir nevrozlarını tedavi etmenin ötesinde bir şey yapmak istediğini söylemiştin. Daha anlamlı, seni daha fazla zorlayacak bir şey.”
“Mazoşistçe duygularla istediğim şey, getirisi az bir işti, imkânsız bir iş. Aradığımı da buldum.”
“O kadar mı kötü?” diye sordu Leslie. Soruyu durumun gerçek ciddiyetine dair böylesine cesaret verici bir şüphecilikle sorduğuna tam olarak inanamamıştı. David’in özsaygısını, ne kadar önemli olduğunu düşünse de, kendisinin mekân değiştirme arzusunun önüne koyduğu için kendini tebrik etti.
“Korkarım o kadar kötü. Hapishanenin psikiyatri koğuşunu ilk kez ziyaret edip diğer doktorlarla tanıştığımda onlar kadar sinik olmayacağıma yemin etmiştim. Ben farklı olacaktım. Kendimi gözümde büyütmüşüm ama. Bugün hademelerden biri, iki mahkûm, affedersin ‘hasta’ tarafından dövüldü yine. Geçen hafta Dr. Valdman’dı. Norleen’in doğum gününde bu yüzden o kadar gergindim. Şimdiye kadar şansım yaver gitti. Tek yaptıkları tükürmek oldu. Bana sorarsan hepsi o cehennem çukurunda çürüyüp gidebilir.”
David ağzından çıkan sözlerin odanın havasını değiştirdiğini, evin huzurunu lekelediğini hissetti. O âna kadar evleri şehir dışındaki o heybetli binanın, hapishanenin mikrobunu bulaştıramayacağı, tecrit edilmiş bir liman olmuştu. Şimdiyse o yerin ruhsal yükü fiziksel mesafenin sınırlarını aşmıştı. Zihnindeki mesafe duygusu daralan David, heybetli hapishane duvarlarının dışarıdaki huzurlu mahalleyi gölgelediğini hissetti.
“Bu gece neden geç kaldım biliyor musun?” diye sordu karısına.
“Bilmiyorum, neden?”
“Çünkü henüz adı olmayan bir adamla fazlasıyla uzun bir konuşma yaptım.”
“Bana anlattığın adamla mı? Nereli olduğunu ya da gerçek adını söylemeyen hani?”
“Evet, o. Oranın habis korkunçluğunun en göze çarpan örneği. O herif gerçek bir bomba. Kitaplara geçecek bir vaka. Tilki kurnazlığıyla birleşmiş mutlak bir delilik. Bu küçük sevimli isim oyunu yüzünden genel hapishane nüfusuna uyumsuz olarak sınıflandırıldı ve biz psikiyatri bölümündekilerin başına kaldı. Gerçi ona sorsan bir dolu adı var, bini buluyormuş sayısı, birini bile başkasının yanında söylemeye tenezzül etmedi. Herkes gibi bir adı olduğunu tasavvur etmek zor. Bu adsız, tuhaf adam başımıza kaldı.”
“Ona böyle mi hitap ediyorsunuz, ‘adsız’?” “Belki öyle yapmalıyız ama hayır, öyle demiyoruz.” “O zaman ne diyorsunuz ona?” “John Doe olarak hüküm giydi, o zamandan beri herkes ondan böyle bahsediyor. Henüz ona ait resmî bir belge bulamadılar. Sanki yoktan var olmuş gibi. Parmak izleri daha önceki sabıka kayıtlarıyla eşleşmiyor. Polis onu bir ilkokulun önündeki çalıntı arabada tutukladı. Dikkatli bir komşu onu çevrede sık görülen şüpheli bir şahıs olarak ihbar etmiş. Okuldaki ilk birkaç kayıp vakasının ardından herkes tetikteydi sanırım, yeni bir kurbanı arabasına götürdüğü sırada polisler onu izliyormuş. Tutuklamayı da o zaman yapmışlar. Ama o, hikâyeyi biraz farklı anlatıyor. Takip edildiğinin farkında olduğunu söylüyor; yakalanmayı, hüküm giymeyi ve cezaevine konulmayı bekliyor hatta istiyormuş.”
“Neden?”
“Neden mi? Kim bilir? Bir psikopattan yaptıklarına yönelik bir açıklama istersen kafan daha da karışır. John Doe da karmaşanın ta kendisi.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Leslie. Kocası kısa bir kahkaha patlattı, ardından sessizleşti. Zihnini tarayarak doğru sözcükleri bulmaya çalışıyor gibiydi.
“Tamam, bugünkü konuşmamızdan sana küçük bir bölüm sunayım. Ona neden cezaevinde olduğunu bilip bilmediğini sordum.
‘Cümbüş için,’ dedi. ‘Bu ne demek?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verdi: ‘Ne demek, ne demek, ne demek. Şu demek ki sen kötüsün.’ Bu çocuksu diretme bana kurbanlarını taklit ediyormuş izlenimini verdi. O anda sabrım taşmıştı ama aptallık edip görüşmeye devam ettim.
Sakin bir sesle, ‘Neden buradan gidemeyeceğini biliyor musun?’ diye sordum, ilk sorumu beceriksizce değiştirerek.
‘Kim demiş gidemem diye? Ne zaman istersem o zaman gideceğim ama henüz gitmek istemiyorum,’ dedi.
‘Neden istemiyorsun?’ diye sordum doğal olarak.
‘Daha yeni geldim buraya,’ dedi. ‘Bir tatil yapayım dedim. Benim cümbüşlerim bazen yorucu olabiliyor. Ben de diğerleriyle birlikte içeride olmak istiyorum. Epey heyecanlı bir ortam bekliyorum. Ne zaman onlarla gidebilirim, ne zaman, ne zaman?’
Buna inanabiliyor musun? Ama onu genel kitlenin arasına sokmak zalimce olurdu, böyle bir zalimliği hak etmediğini söylemiyorum gerçi. Sıradan bir mahkûm Doe’nun işlediği türden suçlara iyi gözle bakmaz. Sıradan silahlı soyguncular, katiller ve benzerleri bunun üzerlerine gölge düşürdüğünü düşünürler. Herkes kendisinin bir başkasından daha üstün olduğunu hissetme ihtiyacı duyar. Onu oraya koyarsak ve diğerleri hangi suçtan hüküm giydiğini öğrenirse neler olacağını kestirmenin imkânı yok.”
“Yani cezasının geri kalanı boyunca psikiyatri koğuşunda mı kalmak zorunda?” diye sordu Leslie.
“O öyle düşünmüyor. Maksimum güvenlikli bir cezaevine gömülmeyi tatil olarak görüyor, unutma. Canı istediğinde çıkıp gidebileceğini düşünüyor.”
Leslie, “Çıkıp gidebilir mi peki?” diye sordu, sesi kararlı bir biçimde alaycılıktan yoksundu. Bu onun bir cezaevi şehrinde yaşamak konusundaki en büyük korkularından biri olmuştu hep; kâğıt gibi ince olduklarını hayal ettiği duvarları aşıp kaçmayı planlayan bir iblis sürüsünün arka bahçelerinden fazla uzakta olmaması. Böyle bir çevrede çocuk yetiştirmek, kocasının işine yönelik başlıca itirazı olmuştu.
“Sana daha önce de söyledim Leslie, o cezaevinden sadece birkaç kişi kaçmayı başarabildi. Eğer olur da duvarların dışına çıkarsa, bir mahkûmun ilk dürtüsü her zaman kendini korumak olur. Dolayısıyla bu kasabadan mümkün olduğu kadar uzaklaşmaya çalışacaktır, yani biri kaçtığı takdirde burası en güvenli yer olacaktır. Hem zaten, kaçakların çoğu da kaçtıktan birkaç saat sonra yakalanıyor.” “Ya John Doe gibi bir mahkûm? Onun da ‘kendini koruma’ eğilimi var mı yoksa çevrede kalıp uygun konumdaki bir yerde yapacağını yapar mı?”
“Onun gibi mahkûmlar normalde kaçmazlar. Onlar düz duvara tırmanabilecek tipler belki ama o duvarları asla aşamazlar. Demek istediğimi anlıyor musun?”
Leslie anladığını söyledi ama bu, korkularının şiddetini bir nebze olsun azaltmamıştı; bu korkuların kaynağı da korkunç olan her şeyin mümkün olabileceği hayalî bir kasabadaki, hayalî bir cezaeviydi. Marazi bir kişiliği yoktu hiç ve şimdi de kişiliğinde bu eğilimin baş göstermesinden nefret ediyordu. Üstelik cezaevinin yetkin güvenliği konusunda endişelerini yatıştıracak sözler söylemesine rağmen David de ciddi bir tedirginlik hissediyor gibiydi. Şimdi de hiç kıpırdamadan oturuyor, kadehini dizlerinin arasına sıkıştırmış, bir şey duymak için kulak kabartıyor gibiydi.
“Ne oldu David?” diye sordu Leslie.
“Bir ses... ses duydum sandım.”
“Nasıl bir ses?”
“Tam olarak tarif edemem. Uzaktan gelen bir gürültü.” Ayağa kalkıp etrafına bakındı, evi çevreleyen sessizlikte sesin sırrını ele verecek bir ipucu, belki de bir yerlerde leke gibi bir ses izi bırakıp bırakmadığını bulmaya çalışıyordu sanki.
“Gidip Norleen’e bakacağım,” dedi, bardağını koltuğunun yanındaki sehpaya bırakarak. Sonra salonun kapısına gitti, üç kademeli merdiveni çıktı ve üst kattaki koridorda ilerledi. Kızının odasına göz attığında küçük bedeninin huzur içinde yattığını gördü, uykusunda pelüş Bambi’sine sarılmıştı. Oyuncakla uyuma yaşını biraz geçtiği halde, arada sırada cansız bir arkadaşla yattığı olurdu. Dr. Munck odadan çıkmadan önce, o ılık ilkbahar akşamında bir parça açılmış olan pencereyi indirdi. Oturma odasına döndüğünde harikulade sıradanlıkta haberi verdi, Norleen mışıl mışıl uyuyordu. Belli belirsiz bir ferahlama kutlaması havasıyla Leslie onlara iki yeni içki hazırladı, ardından şöyle dedi:
“David, o John Doe’yla ‘fazlasıyla uzun bir konuşma’ yaptığını söyledin. Hastalıklı bir merak duyduğumdan değil ama kendisi hakkında bir şeyler söylemesini sağlayabildin mi? Herhangi bir şey?”
“Ah, tabii,” diye karşılık verdi Dr. Munck, bir buz küpünü ağzında yuvarlayarak. Sesi daha rahattı artık.
“Bana kendisi hakkında her şeyi anlattı diyebiliriz ama hepsi de saçmalıktı, bir manyağın zırvaları. Üstünkörü bir merak duyuyormuşum gibi ona nereli olduğunu sordum.
‘Hiçbir yerden,’ diye karşılık verdi, psikotik bir alık gibi.
‘Hiçbir yerden mi?’ diye sordum.
‘Evet, tam olarak öyle herr doktor. Ben öyle şatafatlı bir coğrafya parçasından çıkmış gibi yapıp caka satacak züppelerden değilim. Coğrafya. Tuhaf sözcük. Sahip olduğunuz dillere bayılıyorum,’ diye cevap verdi.
‘Doğum yerin neresi?’ diye sordum, soruyu zekice bir başka biçime sokarak.
Bana, ‘Hangi zamanı kastediyorsun, kötü adam?’ diye karşılık verdi, vesaire. Bu diyaloğa devam edebilirim...” “John Doe’yu epey iyi taklit ettiğini söylemem gerek,” dedi Leslie. “Eksik olma ama bunu uzun süre devam ettiremem.
Bütün o farklı sesleri, aksanları, farklı ifade şekillerini taklit etmek kolay olmazdı. Çoklu kişilik bozukluğuna benzer bir şey olabilir, emin değilim. Herhangi bir tutarlılık kalıbı, bir ihtimal detektiflerin bu herifin gerçekte kim olduğunu bulmakta kullanabilecekleri bir şey var mı diye bakmak için görüşme kayıtlarımın üzerinden geçmem gerek. İşin trajik kısmı Doe’nun yasal kimliğinin şu noktada bir formalite olması, sadece eksik parçaları tamamlamaya yarar. Kurbanları öldü, korkunç biçimlerde öldüler. Artık önemli olan tek şey bu. Bir zamanlar o da birilerinin evladıydı, tamam. Ama ben biyografik ayrıntıları umursuyormuş gibi yapamayacağım artık; doğum belgesinin üzerindeki ad neymiş, nerede büyümüş, onu bu hale ne getirmiş. Ben patoloji esteti değilim. Bir gelişme elde edemeden akıl hastalıklarını araştırma hırsım olmadı hiç. O halde ne diye vaktimi John Doe gibi birine yardım etmekle harcayayım ki, psikolojik açıdan konuşursak, bizimle aynı dünyada yaşamayan biri o. Eskiden rehabilitasyona inanırdım, suçlu davranışına salt cezaya dayanan bir yaklaşım benimsemezdim. Ama bu insanlar, hapishanedeki o yaratıklar dünyamızda çirkin birer leke. Cehenneme kadar yolları var. Gömün gitsin derim, gübre olurlar hiç olmazsa.” Dr. Munck içkisini geride yalnızca takırdayan buzlar kalana kadar içti.
Leslie yumuşak, sağaltıcı bir ses tonuyla, “Bir tane daha ister misin?” diye sordu.
David gülümsedi, hoşgörüsüz patlaması öfkesinden biraz olsun arınmasına yaramıştı. “Hadi sarhoş olup sevişelim, olur mu?”
Leslie içkisini tazelemek için kocasının bardağını aldı. Kutlamak için şimdi bir neden çıktı işte, diye düşündü. David işini boş bir başarısızlık duygusu nedeniyle değil, eriyip kayıtsızlığa dönüşen bir öfke yüzünden bırakıyordu. Artık her şey eskisi gibi olacaktı; bu cezaevi kasabasından ayrılabilir, tekrar evlerine taşınabilirlerdi. Aslında nereye isterlerse oraya taşınabilirlerdi, belki önce uzun bir tatil yapar, Norleen’e sürpriz yapıp onu güneşli bir yere götürebilirlerdi. O güzel odanın sessizliğinde içkileri hazırlayan Leslie’nin aklından bunlar geçiyordu işte. Sessizlik artık sesin olmadığı bir durgunluk değil, gelecekteki umut dolu günlerin öncesindeki teskin eden, nefis bir giriş müziğiydi. Geleceğin belirsiz mutluluğu alkolle birlikte içini ısıtıyordu, hoş kehanetlerle doluydu içi. Belki de artık ikinci çocuğun vakti gelmişti, Norleen’e bir kız ya da erkek kardeş. Ama aceleye gerek yoktu... olanaklarla dolu bir ömür vardı önlerinde. Dost bir cin emirlerine amadeydi sanki. Bir dilek dilemeleri yeterdi, ânında yerine getirilirdi.
Leslie içkileri götürmeden önce mutfağa gitti. Kocasına vermek istediği bir şey vardı ve şimdi bunun tam zamanıydı. David’e işindeki değerli çabaları üzücü biçimde boşa gitmiş olsa da kendine göre onun işini desteklemiş olduğunu gösteren küçük bir hatıra verecekti. İki elinde birer içki vardı, sol kolunun altında da mutfaktan aldığı küçük kutuyu taşıyordu.
“O da ne?” diye sordu David, içkisini alırken.
“İçindeki sanatsevere küçük bir hediye. Cezaevindeki mahkûmların yaptığı eşyaları satan o küçük dükkândan aldım. İmal ettiklerinin bazıları epey kaliteli; kemerler, mücevherler, kül tablaları, sen de biliyorsun.”
“Biliyorum,” dedi David, sesi Leslie’nin heyecanından uzaktı. “Onları birilerinin alacağı hiç aklıma gelmezdi.”
“Ben aldım işte. Ne bileyim, yıkıcı bir şey yerine... yaratıcı bir şeyler yapan mahkûmları desteklemenin faydası olur diye düşündüm.”
“Yaratıcılık her zaman iyilik göstergesi değildir Leslie,” diye uyardı karısını David.
Leslie, “Hemen yargıya varmadan önce bekle,” dedi, kutunun kapağını açarak. “İşte bak... güzel bir parça değil mi şimdi bu?” Parçayı sehpanın üzerine bıraktı.
Dr. Munck şimdi ancak alkol yüksekliğinden düşüldüğünde olunabilecek kadar ayıktı. Nesneye baktı. Onu daha önce görmüştü tabii, yaratıcı ellerin onu şefkatle biçimlendirmesini ve okşamasını izlemişti, ta ki midesi bulanıp daha fazla bakmaya dayanamayana kadar. Bir oğlan çocuğunun kafasıydı bu; gri, biçimsiz kilden var edilmiş, maviyle sırlanmış çok güzel bir parçaydı. Olağanüstü, güçlü bir güzellik yayılıyordu ondan. Modelin yüzüne kendinden geçmiş bir çeşit huzur ifadesi yerleşmişti, geleceği gören birinin bakışının karmaşık basitliği.
“Ee, ne düşünüyorsun?” diye sordu Leslie.
David karısına baktı, “Lütfen onu tekrar kutuya koy. Sonra da at,” dedi ciddiyetle.
“Atmak mı, neden atayım?”
“Neden mi? Çünkü bunu hangi mahkûmun yaptığını biliyorum. Onunla gurur duyuyordu, el işçiliğine gönülsüzce iltifat etmeye bile zorladım kendimi. Ama sonra bana modelinin kim olduğunu söyledi. Altı ay önce oğlanı tarlada bulduklarında yüzünde o gök mavisi huzur ifadesi yoktu.”
“David, olamaz,” dedi Leslie, kocasının açıklamasını beklediği şeyi önceden inkâr edercesine.
“Bu onun en son ve kendi deyimiyle en unutulmaz ‘cümbüş’üydü.”
Sağ elini alnına götürerek, “Ah Tanrım,” diye mırıldandı Leslie. Sonra iki eliyle mavi oğlanı nazikçe tekrar kutuya koydu. “Onu dükkâna geri götüreceğim,” dedi usulca.
“Fazla gecikmeden yap bunu Leslie. Bu adreste daha ne kadar kalırız bilmiyorum.”
Bu olayı izleyen sıkıntılı sessizlikte Leslie, açık açık ifade edilen Nolgate şehrinden gitme, kaçma fikri üzerine düşüncelere daldı bir süre. Ardından şöyle dedi: “David, yaptığı şeylerden bahsetti mi gerçekten de? Demek istediğim...”
“Ne demek istediğini biliyorum. Evet, bahsetti,” diye karşılık verdi Dr. Munck profesyonel bir ciddiyetle. “Zavallı David,” dedi Leslie, artık amacına ulaşması için entrika çevirmeye gerek olmadığından, sevgi dolu bir anlayış gösteriyordu.
“Aslında, söylemesi tuhaf ama o kadar da zor bir iş değildi. Yaptığımız konuşmanın klinik anlamda ufuk açıcı olduğu bile söylenebilir. ‘Cümbüş’ünü gayet yaratıcı bir tarzda anlattı, epey sürükleyiciydi. O kutudaki şeyin tuhaf güzelliği, her ne kadar rahatsız edici olsa da, o zavallı çocuklar hakkında konuşurken kullandığı dili yansıtıyor. Zaman zaman gayriihtiyari büyüsüne kapıldım ama belki de gerçek duygularımı psikolog tarafsızlığının arkasına saklıyordum. Bazen gerçeklerle arana biraz mesafe koyman gerekir, bu, insanlığını bir parça kaybetmen anlamına gelse bile.
Her neyse, öyle aklına gelebileceği gibi mide bulandıracak derecede ayrıntılı bir şey anlatmadı. Şu anda bana şoke edici geliyor ama ‘en unutulmaz cümbüş’ünü bana güçlü bir hayret ve nostalji duygusuyla aktardı. Bir tür yuva özlemi duyuyordu adeta, gerçi ‘yuva’ dediği de çürümüş zihninin köhne bir harabesi. Belli ki psikozu, zihninde güçlü bir biçimde var olan iğrenç bir periler diyarı üretmiş. Binlerce isminin delice görkemine rağmen kendini bu dünyada sadece önemsiz bir figür olarak görüyor: Mucize ve dehşetin yıkık krallığında vasat bir saraylı. Herhangi bir hayalî rolü oynayabilecekleri sınırsız bir hayal alanı verildiğinde birçok psikopatın kendine egoistçe bir görkem atfedeceğini düşünürsen bu tevazu son derece ilginç. Ama John Doe öyle değil. O, baş döndürücü kaosun kural olduğu, var olmayan bir ülkeden gelen ve açgözlülükle bu durumdan beslenen, nispeten tembel bir yarı-iblis. Bu da bir psikopatın evreninin metafizik yapısına dair yapılabilecek en iyi tanım.
Anlattığı şekliyle zihnindeki rüya âlemi oldukça şiirsel bir coğrafyaya sahip. Çarpık çurpuk evler ve sokaklardan oluşan bir kozmos izlenimini veren bir yerden söz etti, yıldızların arasında bir gecekondu mahallesi. Belki de bu, doğumundan itibaren yoksul bir mahallede geçirdiği hayatının çarpık bir yorumu olabilir; travmatik çocukluk anılarını, şiddet ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bir gerçeklikle hayalindeki fantezi dünyasını birleştiren bir diyarda yeniden biçimlendirme çabası: Cennet ve cehennemin fantazmagorik bir karışımı. ‘Şaşkın eşlikçi- ler’iyle, kurbanlarına böyle diyor, ‘cümbüş’ünü burada yapıyor. Kurbanlarını götürdüğü yer terk edilmiş bir bina, hatta uygun bir kanalizasyon olabilir. Bunu hiç durmadan ‘coşkulu atık nehri’ ve ‘gölgelerdeki sivri uçlu öbekler’den bahsetmesine dayanarak söylüyorum, bunlar gerçekte var olan metruk bir arazinin delice başkalaşımları olabilir pekâlâ. Zihninin garip harikalardan oluşan bir eğlence evine dönüştürdüğü, gözden uzak, pislik içinde izbe bir yer. Aynaların haykırıp kahkahalar attığı, ay ışığıyla aydınlanmış bir koridorla ilgili anıları daha az anlaşılır. Daima hareket halinde olan bir çeşit karanlık zirve, çok tuhaf bir biçimde ‘kırılmış’ bir merdiven; gerçi bu sonuncusu yıkılmaya yüz tutmuş bir gecekondu fonuna uyuyor. Zihninde hep ıssız topografyalar ve pırıldayan mabetlerin mantığa aykırı, çelişkili bir karışımı var, neredeyse kendi kendini hipnotize eden bir...” Dr. Munck isteksiz bir hayranlığı ifade eden konuşmasına daha fazla devam etmeden kendini tuttu.
“Ancak Doe’nun hayal gücündeki bütün bu düşsel fonlara rağmen, cümbüşlerinin dünyevi kanıtları alışılmış türden, gerçek suçlara işaret ediyor. Sıradan vahşetler, canavarlıklar, tabii işlediği suçlardan böyle söz edilebilirse. Doe çıkardığı kargaşanın sıradanlığını inkâr ediyor. Aptal kitleler için kanıtları öyle gösterdiğini söylüyor. Gerçekte ‘cümbüş’ten kastettiği, hüküm giydiği suçlardan çok farklı hatta onun tam tersi bir çeşit eylemmiş. Bu terimin, kökenleri geçmişinde yatan özel çağrışımları var muhtemelen.”
Dr. Munck duraksadı ve boş bardağındaki buzları takırdattı. Leslie o konuşurken kendi dünyasına dalıp gitmiş gibiydi. Bir sigara yakmıştı, şimdi de kanepenin koluna yaslanmış, bacaklarını dizleri kocasına dönük şekilde minderlere uzatmış oturuyordu.
“Sigarayı bırakmalısın bir ara,” dedi Dr. Munck.
Leslie tatlı tatlı azarlanmış bir çocuk gibi gözlerini yere indirdi. “Taşınır taşınmaz bırakacağım, söz veriyorum. Anlaştık mı?”
“Anlaştık,” dedi David. “Sana bir teklifim daha var. Önce sana istifamı vermeye kesin karar verdiğimi söyleyeyim.”
“Çok çabuk olmadı mı bu?” diye sordu Leslie, içinden çabuk olmadığını umarak.
“İnan, kimse şaşırmayacak buna. Umursayacaklarını bile sanmıyorum. Her neyse teklifim şu, yarın Norleen’i alalım, kuzeyde birkaç günlüğüne bir yer kiralayalım. At gezintisine çıkabiliriz. Geçen yaz Norleen’in çok hoşuna gitmişti, hatırladın mı? Ne dersin?”
“Kulağa hoş geliyor,” diye onayladı Leslie bir şevk dalgasıyla. “Hatta çok hoş.”
“Dönüşte de Norleen’i annenlere bırakabiliriz. Biz bu evden taşınma işlerini hallederken Norleen onlarla kalır, geçici olarak bir apartman dairesi bulabiliriz belki de. Ona bir hafta bakmalarının bir sakıncası olacağını sanmıyorum, sence?”
“Hayır, elbette hayır, bayılacaklardır. Ama bu acele niye? Norleen’in okulu hâlâ devam ediyor. Belki okul tatil olana kadar beklemeliyiz. Bir ay kaldı sadece.”
David bir süre sessizce oturdu, düşüncelerini bir düzene koymaya çalışıyordu belli ki.
“Ne oldu?” diye sordu Leslie, sesi kaygıyla hafifçe titremişti.
“Aslında bir şey yok. Önemli bir şey değil. Ama...” “Ama ne?” “Şey, cezaeviyle ilgili. O yerden bize zarar gelmeyeceğini söylediğimde kendimden çok emin konuştum,biliyorum; ve hâlâ güvende olduğumuza inanıyorum. Ama sana anlattığım bu John Doe çok garip bir tip, eminim sen de anlamışsındır. Çocuk katili bir psikopat olduğu kesin... ama ayrıca... mantıklı gelecek ne söyleyebilirim, gerçekten bilmiyorum.”
Leslie kocasını gözleriyle sorguladı. “Onun gibi mahkûmların sadece düz duvara tırmandığını ama onları aşamayacağını söylemiştin...”
“Evet çoğu zaman öyle. Ama bazen de...”
“Ne demeye çalışıyorsun David?” diye sordu Leslie, kocasının saklamaya çalıştığı tedirginlik yavaş yavaş ona da bulaşıyordu.
“Bugün onunla konuşurken Doe bir şey söyledi. Öyle kesin bir şey değil ama Norleen biz işleri yoluna koyana kadar annenlerde kalırsa içim çok daha rahat olacak.”
Leslie bir sigara daha yaktı. “Bana seni bu kadar rahatsız edecek ne söylediğini açıkla,” dedi kararlı bir sesle. “Bunu ben de bilmeliyim.”
“Sana söylediğimde muhtemelen benim de delirdiğimi düşüneceksin. Ama onunla konuşan bendim, sen değil. Konuşma tarzı ya da daha doğrusu, farklı konuşma tarzları. O ince yüzdeki değişen ifadeler. Onunla konuşurken çoğu zaman, benim kavrayışımın ötesinde bir oyun oynadığı hissine kapıldım ama eminim bana öyle geliyordu. Psikopatların yaygın taktiğidir bu, doktorla uğraşmak. Onlara bir tür güç duygusu verir.”
“Bana ne söylediğini anlat,” diye ısrar etti Leslie.
“Tamam, anlatacağım. Ama bunun altında çok fazla anlam aramak hata olur. Neyse, bugünkü görüşmenin sonuna doğru, o çocuklardan söz ederken hiç ama hiç hoşuma gitmeyen bir şey söyledi. Sözlerini şu sahte yapmacık aksanlarından biriyle, bu defa Alman soslu İskoç aksanıyla ifade etti. Kelimesi kelimesine şöyle dedi: ‘Profesör von Muck acaba sizin de yaramaz bir oğlunuz ya da minik bir ceylanınız olabilir mi?’ Sonra sessizce sırıttı.
“Eminim ki beni bile isteye sinirlendirmeye çalışıyordu. Hepsi bu.”
“Ama söylediği şey David, ‘minik ceylanınız’.”
“Evet, biz de ona böyle diyoruz ama öylesine söylenmiş bir şey olduğundan eminim.”
“Norleen hakkında ona bir şey söylemedin değil mi?”
“Elbette söylemedim. Bu, o insanlarla konuşacağım türden bir şey değil.”
“O zaman neden öyle söyledi?”
“Hiç bilmiyorum. Garip bir zekâya sahip, belirsiz imalar ve hemen anlaşılmayan espriler yaparak konuşuyor çoğu zaman. Bir çalışandan hakkımda bir şeyler duymuş olmalı. Kaldı ki masum bir tesadüf de olabilir.” Yorum yapması için karısına baktı.
“Haklısın muhtemelen.” Leslie bu sonuca inanmakta kararsız bir heves göstererek kocasını onayladı. “Yine de Norleen’in neden annemlerde kalmasını istediğini anlıyorum sanırım. Bir şey olacağından değil tabii...”
“Hayır, hiçbir şey yok. Bir şey olacağını düşünmek için hiçbir sebep yok. Hiç kuşkusuz bu durum doktorun hastası tarafından psikolojik bir yıldırmaya maruz kalmasından ibaret. Ama artık umurumda değil açıkçası. Her gününü o cehennemde, çoğu zaman fiziksel tehlike tehdidiyle geçiren her aklı başında insan biraz korkardı. Katiller, tecavüzcüler, en diptekiler. Bu koşullar altında çalışırken normal bir aile yaşamı sürdürmek imkânsız. Norleen’in doğum gününde halim nasıldı gördün.”
“Biliyorum. Çocuk büyütmek için ideal bir çevre sayılmaz burası.”
David yavaşça başını salladı. “Az önce ona bakmaya gittiğimde bir parça, ne bileyim, savunmasız hissettim kendimi. O pelüş can simitlerinden birine sarılmıştı.” İçkisinden bir yudum aldı. “Yeni bir oyuncak olduğunu fark ettim. Bugün alışverişe gittiğinde mi aldın?”
Leslie şaşırmıştı. “Bugün aldığım tek şey oydu,” dedisehpanın üzerindeki kutuyu işaret ederek. “Hangi ‘yeni oyuncak’tan bahsediyorsun?”
“O pelüş Bambi. Belki daha önce vardı da ben yeni fark ediyorum,” dedi, meseleyi pek de önemsemeden.
“Evet ama öyle bir oyuncağı vardıysa bile onu ben almadım,” dedi Leslie kararlı bir tavırla.
“Ben de almadım.”
“Yatağına yatırdığımda yanında öyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum,” dedi Leslie.
“Sesi işittikten sonra ona bakmaya gittiğimde oradaydı...”
David duraksadı. Yüzünde sanki aklından bin tane düşünce geçiyormuş gibi bir ifade vardı; sanki hummalı bir araştırmaya girişmişti ve beyninin her bir hücresini altüst ediyordu.
“Ne oldu David?” diye sordu Leslie, sesi titriyordu.
“Tam olarak emin değilim. Sanki hem biliyorum hem de bilmiyorum.”
Ama Dr. Munck yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Sol eliyle ensesini kapatıp ısıttı. Evin bir yerinden bir esinti mi geliyordu? Rüzgârın eski tahtaların arasından girdiği, yamulmuş pencere çerçevelerinden içeri sızdığı, yıkık dökük, tek göz bir mezbele değildi ki evleri. Aslında tam da o anda epey güçlü bir rüzgâr çıkmıştı; dışarıda dört dönüp arandığını işitebiliyor, Aphrodite heykelinin arkasındaki pencereden huzursuz ağaçları görebiliyordu. Tanrıça pürüzsüz başını gevşekçe geriye atmış, kör gözleriyle tavanı ve ötesini izliyordu. Ama tavanın ötesinde ne vardı? Rüzgârın boşlukta yankılanan soğuk ve cansız uykusunun ötesinde? Ve esintinin?
Ne vardı?
“David, bir esinti hissediyor musun?” diye sordu karısı.
Sanki onu ayıltan bir düşünce aklına yeni gelmiş gibi, “Evet,” diye yanıtladı David. “Evet,” diye yineleyerek koltuğundan kalkıp oturma odasından çıktı; merdivene yaklaşırken hızlandı, üç kademeli merdiveni sıçrayarak çıkıp ikinci kat koridoru boyunca koştu. Kızının odasının aralık kapısına ulaşmadan önce, “Norleen, Norleen,” diye adını tekrarladı. Esinti odadan geliyordu.
Hem biliyordu hem de bilmiyordu.
Elektrik düğmesini el yordamıyla aradı. Düğme alçaktaydı, bir çocuğun boyunda. Işığı açtı. Çocuk yerinde yoktu. Karşıdaki pencere ardına kadar açıktı, beyaz tül perdeler istilacı rüzgârla havaya kalkıyordu. Pelüş hayvan yatakta tek başınaydı, yumuşak iç organları yatağa dökülmüştü. İçini çiçek gibi açmış, buruşturulmuş bir kâğıt dol- duruyordu şimdi. Dr. Munck sayfanın katları arasında cezaevinin antedini seçebiliyordu. Ama not resmî bir iş için daktilo edilmiş bir mesaj değildi. Üzerinde düzgün, eğik bir elyazısı da vardı, bir çocuğun kargacık burgacık elyazısı da. Ona ebediyet kadar uzun gelen bir süre boyunca anlamlarını kavrayamadan sözcüklere baktı. Ardından nihayet notun anlamı olanca ağırlığıyla kafasına dank etti.
Dr. Monk, diyordu hayvanın içindeki not.
Bu notu yetkin ellerinize teslim ediyoruz, zira cennetin kapkara köpüren oluklarında ve arka sokağında, gökadalar arasındaki bir kilerin penceresiz küf kokulu karanlığında, lağımlara benzeyen denizlerin içi boş, sedefimsi girdaplarında, deliliğin yıldızsız kentlerinde ve onların kenar mahallelerinde benim şaşkın küçük ceylanım ve ben cümbüşe gidiyoruz. Yakında görüşürüz. Jonathan Doe.
“David?” Merdivenlerin başından karısının meraklı sesini duydu. “Her şey yolunda mı?”
Ve sonra o güzel evin sessizliği bozuldu çünkü neşeli, buz gibi bir kahkaha çınlıyordu. Bu, bilinmez bir cehennemin kısa hikâyesine eşlik etmeye en uygun sesti.