Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu ile değişimin özümüze yolculukla mümkün olabileceğini güçlü kadın karakterlerinin arasına katılan Neylan’ın hikâyesiyle anlattığı dördüncü romanı Uzak Bir Masal üzerine sohbet ettik.
Uzak Bir Masal, İrem Uzunhasanoğlu’nun dördüncü romanı. Yazar ve çevirmen İrem Uzunhasanoğlu, hikâyelerini güçlü kadınlar üzerine kurguluyor. Ancak onun romanlarındaki kadınlar, toplumun olmasını istediği güçlü kadınlardan biraz farklı. Bu kadınlar, sürekli kendi hayatını yeniden inşa eden, onaran ve yıkıntılar arasında kendini var eden kadınlardan oluşuyor. Toplumun yüklediği “her şey olmalısın” kadınları değil. Onunkiler “Sen ne istiyorsun? Senin evin nerede?” sorularını soranlardan oluşuyor. Değişimin özümüze yolculukla mümkün olabileceğini anlatıyor bize İrem Uzunhasanoğlu. Tıpkı son romanı Uzak Bir Masal’daki Neylan’ın umut etmekten vazgeçmeyen, yaşamı tüm tutkusuyla, kayıplarıyla, özlemleriyle kucaklayan bir kadının değişimiyle birlikte bizleri de sonu baharlara uzanan sokaklara çıkarmak için davet ediyor.
İrem merhaba! Uzak Bir Masal kitabın öncesi seninle buluştuğumuzda aklımda kadın olmanın, yaşadığımız ve adını koyamadığımız her türlü toksik durumun, ilişkilerin bizleri ne kadar yorduğunu ve bu nedenlerle kendi hikâyemizi tekrar tekrar yaratmak zorunda olduğumuzu düşünüyordum… Tüm bu düşünceler sonrası Uzak Bir Masal bir kadın olarak ortak duygularda buluşturdu beni bunun için teşekkür ederim. Uzak Bir Masal ve onun uzun yolculuğu sonrası sen kendini nasıl hissediyorsun?
Elime batan bir dikeni çıkarmak gibi… Hem rahatlatıcı hem de hâlâ sızlayan bir yanı var. İnsanın en derininde yatan uzak bir anı, eski bir hikâye, alıştığın bir davranış biçimi kurmacaya dönüşünce artık onu yok sayamıyorsun, ayan beyan gözünün önünde duruyor, bazen bir heyulaya dönüşüyor. Yaratıcı yazı atölyelerime gelen yazar adaylarında sıkça şu durumla karşılaşırım. Neden yazmak istiyorsun sorusuna cevaben, “rahatlamak için”, “içimden çıkarıp atmak ve kurtulmak için” derler. İyi de yazmak bu değil ki! Yazmak kanatmak, yazmak içini açmak, yazmak çırılçıplak olmak, yazmak otopsi yapmaktır. Metin bir kere yazıldı mı binlerce zihinde var olmaya devam eder. Ortak acıya dönüşür. Orada bir çıban var ve herkes ona bakıp “vah vah” derse o minicik çıban kocaman bir meseleye dönüşür. Hafızan onu unutmak için çabalayamaz, anıyı dönüştüremez artık acı yadsınamaz hâle gelir. Bundan dört yüz küsur yıl önce yazılan bir oyunu düşünelim. Hamlet, Ophelia’ya önce kur yapar, kalbini çalar, sonra da ona yüz çevirip “manastıra kapan” der. Ophelia delirir, tuhaf şarkılar mırıldanır ve en nihayetinde nehirde çiçekler içinde yatan ölüsünü bulurlar. Benim romanımda da önce kur yapılan, sonra da yüz çevrilen modern bir kadın var, Neylan. Yani duygular ve izlekler evrensel. Değişen sadece kostümler, saç stilleri, kullandığımız eşyalar -yani kısaca dekor. Bakın yüz yıllar geçiyor, dekor değişmiş, elimizde akıllı telefonlarımız var ancak hâlâ kadının toplumsal cinsiyet rolünü, kendini erkeğin karşısında nasıl konumlandırdığını konuşuyoruz, çözmeye çalışıyoruz. Ben de tüm edebiyat tarihine ve bu kanonik tartışmalara bu romanımla dahil olduğum için mutlu hissediyorum.
Kitap çok katmanlı, tek ve çift olarak ayrı bölümlerden oluşuyor. Bu bölümleri okurken, hem kendisi olan Neylan’ın hem de toplum içinde ve sevgilisinin yanındaki Neylan’ın değişimlerini okuyoruz gibi geldi bana. Yaşadığımız bu çağda hepimiz farklı kimlikleri giyinip kuşanarak kendimizi var ediyoruz. Bu parçalanmışlık içerisinde bir kadın olarak bu durum seni nasıl etkiliyor?
Romanımda iki ayrı aks var, birisi günümüzde uzak bir yolculuğa çıkmış olan Neylan diğeri ise bize geçmişte yaşadıklarını anlatan Neylan. Tekil ve çoğul başlıkları geçmişi ve günümüzü ayırmak için kullandım. Rüya, rüyalar, yol, yollar diye akıyor hikâyem. Farklı Neylan’lara şahit oluyoruz. Soruda da belirttiğin gibi çok farklı kimliklerimiz var. Sevgili, anne, evlat, meslektaş, dost gibi çoklu titrlerimiz var. Bazen bir erkek, dünyanın en iyi dostu ama en berbat kocası olabiliyor. Ya da bir kadın iyi bir iş insanı ama kötü bir anne de olabiliyor. Sahip olduğumuz her titri layığıyla, en iyi şekilde yerine getireceğiz diye bir kaide yok zira hepimiz biraz kusurluyuz, eksiğiz. Bir gardırop düşünelim, farklı giysiler var, her gün başka birini seçip üzerimize geçiriyoruz. Bazen şık bir kokteyl elbisesi, bazen rahat bir spor kıyafet. Bir romanımda yazmıştım, kıyafet seçer gibi kimliklerimizi giyiyoruz üzerimize, diye. Bu parçalı kimlikler sayesinde ayakta kalabiliyoruz. Biri gitse diğeri kalıyor, birini beceremesek ötekinde başarılı oluyoruz. Dinleniyoruz. Dengeleniyoruz. Herkesin bu hayatta kendini daha rahat hissettiği bir kimliği var. Benim de bu hayata tutunmayı sağlayan kimliğim yazarlığım.
Uzak Bir Masal’da şiirlerle de hemhâl olduğunu görüyorum. Furuğ Ferruhzad, Birhan Keskin, Gülten Akın gibi şair kadınların şiirleriyle; sanki binlerce yıllık bir suskunluğun dile gelmesi yahut o seslerin buluşması gibi kapsayıcı ve birleştiren bir yerden şarkılar söylüyor bize kitabın. Kadınlar yalnızca duygularıyla yaşayan değil duyguları dahil hayatını tüm kudretiyle yaşayanlar olarak Uzak Bir Masal onlara ve şiire bir saygı duruşunda bulunuyor diyebilir miyiz?
Kadının kadına el vermesi, sırtını sıvazlaması, “geçecek” demesi kadar güzel ne olabilir ki? Ben mutsuz olduğum dönemlerde Simone de Beauvoir’ın mektuplarını, Virginia Woolf’un ve Sylvia Plath’ın günlüklerini okurdum. Okurken hep onlara sorardım, “Nasıl baş ettin Sylvia?”, “Nasıl başardın Virginia?”, “Nasıl alt ettin Simone?” diye sesli konuşurdum onlarla. Eğitimciliği bıraktığım günden bu yana on senedir bilfiil edebiyatın içindeyim, kötülük yapanı da gördüm, fırsatçıyı da lobicilik yapanı da… Leyla Erbil’i okudum, Tomris Uyar’a döndüm, Sevim Burak’ı anladım. Dikenli yollarda nasıl hayatta kalmışlar onlara baktım. Eril düzenin içinde nasıl boğulmadan su üzerinde kalmışlar onu anlamaya çalıştım. Onlardan güç aldım, destek aldım. Furuğ’un İbrahim Gülistan’la olan hüzünlü hikâyesi, anneliğinin elinden alınması, toplumdan dışlanması bana hem üzüntü verdi hem de destek oldu. Molla rejiminde ayakta kalmak için direnen güçlü bir kadını gördüm. Acıdan ölünmediğini, acının sanata dönüştürülebileceğini ve ürettikçe dinç bir şekilde ayakta kalınabileceğini onlardan öğrendim. O yüzden kadın şairlerin bana verdikleri ses kıymetlidir. Sadece kadın şairle kısıtlı kalmadım bir de Eski Ahit’in içinden Süleyman’ın Şarkısı’na (Neşideler Neşidesi) da kulak verdim. “Ölüm kadar güçlüdür aşk” diyen kadim bir metne kulağımı yaslamak benim için sağaltıcı ve destekleyiciydi. Kadim ve dişil olana saygı duruşu diyebiliriz.
Tarihe olan ilgini de biliyorum. Neylan’ın yolcuğuyla birlikte Doğu’ya, zengin kadim hikâyelere tanıklık ediyoruz. Evvel Bahar romanında da Binbir Gece Masalları’na, bilge kadınların hikâyeleriyle uzak coğrafyalara gittik aslında uzak olmayan yaşanmışlıkları okura hatırlatıyorsun. Kitabındaki Nergis Kasabası’nda, Zühre yıldızına bakarak geleceği gören bir kadınla, gözlerindeki ışığı koruyan Doğulu başka bir kadın buluşuyor. Sadece bilgelikleriyle değil, varlığıyla yaşama ahenk katan kadınlardan da bahsediyoruz zaten böyle olduğumuz için güzeliz ve birbirimize dokunuyoruz değil mi?
Tarihe olan ilgim ilk romanımda mübadele yazmamdan belli oldu sanırım. Sonraki romanlarımda da hep biraz tarih serptim kurmacalarımın içine. Anlamak her zaman geri dönüşlüdür, olaylar yaşanır ama bizler ileri tarihte daha kapsamlı yorumlar yaparak anlayabiliriz. Tarih ileri gider, tarih bilgisi geriye. Bu pencereden bakınca tarihi anekdotlar kullanmayı seviyorum. Bu romanım da biraz da mistik elementler kullanmak istedim çünkü kullandığım mekân bunun için uygundu. Doğumuna yardımcı olduğu her bebekte, elindeki yüzüğü çevirip bebeğin kaderini okuyan Ebe Kadın aynı zamanda yıldızların konumuna bakarak da hayatlarını yorumluyor. Bu dişil bilgeliği çok sevdim. Neylan’ın da erkeğin bıraktığı maraz ve hasardan kaçarken kendine bu dişil bilgeliğe sığınmak istemesi kadınların bilinçaltı düzeyinde aradıkları bir korunma biçimi. O yüzden Neylan, sevgilisiyle kavga ettiğinde gidip annesini görmek istiyor. Maksat bir diğer kadına derdini dökmek de değil. İçilen bir fincan kahve ya da Ebe Kadın’la yan yana durup yıldızlara baktığı o gece… Bunlar kafi.
“Bazen yeniden yaratmak için yok etmeliydi insan. Düzeni yıkmak, gelenekleri yıkmak, eskiyi yok etmek ve yeniye izin vermek” için diyor bir yerde Neylan. İktidar olanın dayattığı her türlü otoriteden sıyrılmak isteyen ile sürekli yıkımı arayan kadın aynı. Bunun geçmişle ve travmatik bellekle olan ilişkisini de merak ediyorum. Bu çıkmazın aslında köklerimizle, aidiyetsiz oluşumuzla bir ilgisi var mı?
Hepimizin yaşam yolculuğu boyunca deneyimlediği bir sıfır noktası vardır. Hatta bazen dip sandığın kuyunun daha da dibi olduğunu görürüz. Olaylar silsile halinde gelir, tüm cephelerde aynı anda yangın çıkar. “Bunun daha dibi yok” dediğimiz noktada acı o kadar kuvvetlidir ki susup seyrederiz. Tasavvufta “acı devran eder, seyran eder, hayran eder” derler. Önce neyin içinde olduğumuzu anlamaya çalışırız, sonra seyrederiz ve en nihayetinde düze çıktığımızda neden yaşadığımızı anlarız. Hint felsefesinde de buna benzer bir yaklaşım vardır, “ıstırap vardır” der ve bunu kabul etmeye başladığın an dönüşmeye başladığın andır. Fark etmek içe dönmektir. Neylan’ı her cephede yıkıp sonra her cephede toplanmasını izlemek bu anlamda benim için önemliydi. Her şeyi yıkmak lazım ki yeniden başlayabilsin. Bir diğer konu da modern psikanalitik kuramlarla açıklayabileceğimiz travma ve aidiyet meselesi. Aile içinde bize hissettirilen değersizlik hissinin ileri dönem ilişkilerimizde “bağlılık” ya da “kendinden fazla ödün veren birey” olarak karşımıza çıkması bunun en önemli örneği. “Ben layık değilim, ben sevilmiyorum, ben değersizim” hissiyle başa çıkmaya çalışan birey ya kendi ailesindeki gibi çatışmalı ilişkilerin içinde bulup onları çözmeye uğraşırken buluyor kendini ya da bağımlı ilişki kuruyor. “Sen çocuksun, ne anlarsın, sen karışma, ben bilirim” gibi ebeveyn tavırları, istenmeme, ebeveynlerden birinin yoksunluğu yüzünden eksik kalma gibi duygular ileride Neylan ve Levent’inki gibi marazi ilişkilere davetiye çıkarıyor.
“Hepimiz gözümüzle bakarız ama ancak kalbiyle görebilenler başarılı olur” diyor heykeltıraş Levent sanat tarihçisi Neylan’a. Kadının gördüğünü bize bir erkek söylüyor, kadının hep içinde yaşadığı bir şey gibi geldi bu bana. Kadın bir yerde erkeğin de gör(e)meme sorumluğunu alıyor ve aşkını büyütüyor. Neylan gibi kadınlar da ne kadar çok sorumluluk alıyor ve alıyoruz aslında…
Kadının toplumsal rolünden ya da doğuştan gelen bir “onarma” içgüdüsü yüzünden ilişkide fazla sorumluluk alınca, üzerine duvarlar yıkılanlar da genellikle onlar oluyor. Hasar alan, su alan, yaralanan çoğunlukla kadın. Kadın zararı, illaki fiziksel şiddet ya da zorbalıkla görmüyor. Bazen susmak, içindekini söyleyememek en büyük hasarı bırakıyor bizde. Neylan’ın durumundaki gibi. İçine akıtıyor gözyaşlarını. Neylan daha içeriden ve derinden yaşıyor hislerini, Levent ise sanat üzerinden kendini var ediyor. İronik olan da “kalbinle gör” diye akıl verip kendisinin kalbiyle görememesi. Bir sanatçının sığlığı, yüzeyselliği. Mülteci heykelinde bile en sığ ve görünen olanı yapıyor. Neylan’ı at çiftliğine sadece model olarak kullanmak için götürüyor. Neylan’a sadece ameliyat izlerini görünce şefkat duyuyor. Kadın tüm bu duygusal şiddeti içinde biriktiren, susan ve sorumluluk alan oluyor.
Günümüz ilişkilerine bir eleştiri olarak da okunabilir Uzak Bir Masal. İlişki kavramlarınının farklı tanımlarla birlikte yokluğa sürüklendiği, toksik ve çoklu yalnızlığa dönüştüğü bir yerde kadının ilişki içerisinde kalma mücadelesi, erkeğin bu mücadeleye tutunmasının her şeyi normalleştirdiği bir yerde hakikat ve sevgi sana göre nerede?
Günümüz ilişkilerini bir edebiyatçı olarak şefkatsiz ve acımasızca buluyorum. Bunu da farkındalık yaratır umuduyla sık sık sosyal medyada dile getiriyorum. İnsanlar son dönem birtakım kavramlara tutundu. Partnerini kendisinden şüphe ettirmeye “gaslighting” diyorlar mesela ya da görmezden gelmenin ismi “ghosting” oldu. En ufak bir kavgada hemen “toksik ilişki” kavramı kullanılır oldu. Herkesin sevgilisi narsist, herkesin babasıyla ilişkisi çatışmalı. Peki o hâlde sağlıklı ilişki nedir? Sağlıklı iletişim kurabiliyor muyuz, iletişime açık mıyız yoksa sadece elimizdeki telefonlara mı düştük? Evlilikler çatlak, aileler travmalı, dostluklar yozlaşmış… Eleştirip duruyoruz. Peki hangimiz iyiyiz? Mesele içimizdeki iyi ve kötüyü, şefkati ve acımasızlığı kabullenip hangisini seçeceğimizle ilgili. Bir diğer önemli mesele de artık kimse kimseye tolerans göstermiyor, katlanmıyor, benmerkezci bir yaşama düştük. Partnerlerden birisi diğerine biraz fazla tutunursa bu duygusal şiddet olarak görülüyor. Çağın getirdiği yeni ilişki biçimlerini kabul etmekten başka şansımız da yok gibi görünüyor. Benim için sevgi ve merhamet bir ilişkideki en önemli iki değer. İkisi de hâlâ hayatımda kuvvetle yer tutuyor. Sadece kendiminkini değil sevdiğim insanın kalbini de önemsiyorum. Sahici sevgi insanı dengede tutar.
Tarih ve masallarla birlikte metnin izleğinin sanat üzerine de yoğunlaştığını görüyorum. Paul Cezanne’den, Rodin’e, Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu tablosuna kadar çok farklı akımlara ve disiplinlere uzanıyorsun. Bu kitapta nelerden etkilendin ve nasıl bir ilişki kurdun?
Çocukluğumdan beri Rönesans dönemi hayranıydım, Rafaello’nun melekleri ergen yaşlarımdan beri (ve hâlâ) duvarlarımı süslüyor. Michalangelo’nun Pieta’sı, Venüs’ün Doğuşu tabloları… Avrupa’da en sevdiğim şey Rönesans müzeleri gezmekti. Yanımdaki insanlar hep çok sıkılır, dışarı çıkıp kapının önünde beklerdi. Herkes şehir gezerken İrem, Villa Borghese’de Bernini heykellerinin karşısında bir saat oturur, Davud’u saatlerce seyrederdi. Sonraları ilgim çağdaş sanata kaydı. Sanırım bu romanda Neylan’ı güzel sanatlar fakültesinde klasik akımları anlatan akademisyen olarak kurgulamam içimde tuttuğum bu sevdayla ilgiliydi. Neylan estetik olan, güzel olanı seviyor. Levent ise kusurlu, eksik, natamam heykeller yapıyor. Düşmüş Melek serisinde tek kanadı kırık melekler yontuyor mesela. Neylan tablo gibi Levent’i seyrediyor, onu koruyup kolluyor. Levent, genç kadının kanadını kırıyor ve yıkıntı içinde bırakıyor.
Evvel Bahar, Nergis Kasabası (bu çiçeği çok sevmiş olduğunu öğrenmiş oldum :)) içimize tutunmamız gereken baharları anlatıyor kitapların bize… Peki bu baharlara ne zaman kavuşacağız?
Bildiğim tek bir gerçek var. Bahar ısrarcıdır, mutlaka gelir. Bir önceki kitabım Evvel Bahar’da bu izleği tüm romanıma yedirdim. Mevsimler döner, bahar mutlaka gelir. Fırtınalar geçmeden, yağmurlar yağmadan o tomurcuklar açmaz. Hayatın kırılmaz sandığımız döngüsünde ne zaman mutsuz hissetsem bunu düşünürüm ve “bu da geçecek” derim. Don Quijote’de bir cümle vardır, “Kötülük uzun sürdüğüne göre iyilik yakın demektir,” der. Bizler de yeteri kadar kötülük gördük sanırım, artık baharlar yakın.
Son olarak gerçek mutluluk kırılmış olarak mı mümkündür?
Benim için gerçek mutluluk çok basit şeylerde gizlidir. Özlediğin biriyle karşılıklı içilen bir kahve, sevdiğin insan için kurduğun basit bir akşam yemeği sofrası, şehrin sokaklarında uzun uzun yapılan yürüyüşler, bir sokak köpeğinin başını okşadıktan sonra peşine takılması, aç bir kediyi doyurmak, yanında sevdiğin biriyle arabada ya da uçakta yan yana seyahat etmek, kısa bir “iyi misin?” mesajı, baktığın bitkinin aniden çiçek açması, “sana çay demledim”, ya da “atkını sar hava soğuk” gibi içinde sahici sevgiyi saklayan cümleler. Gerçek mutluluk hayatın en minik anlarında gizlidir. Neylan gibi büyük kırılmalar yaşamamıza gerek yok diye düşünüyorum. Mutlu olmak için illa devrilip düşüp kırılmamız lazım değil. Hayatın sıradanlığı en güzel mutlulukları saklıyor içinde.