01 MART, CUMA, 2024

“Hayatın Gerçekleriyle Mücadele Edip de Kazanmak Mümkün Değil”

Mete Güner ile ilk öykü kitabı Kopukluk çevresinde hayat hikâyesinin yazıyla buluşmasına, erkeklerin dünyasından kesitler sunduğu türler arası gezinen öykülerine ve yazı evrenini oluşturanlara dair merak ettiklerimizi konuştuk.

“Hayatın Gerçekleriyle Mücadele Edip de Kazanmak Mümkün Değil”

Mete Güner, mecalinin kalmadığı bir iş dönüşü kendisi için seçtiği gelecekte yolunun kesiştiği yazı sayesinde geçtiğimiz aylarda ilk kitabı Kopukluk’u yayımladı. Bu kitaptan önce çeşitli mecralarda çizgi roman ve öyküleri de okurla buluşan Güner ile ilk resmi tanışma sayabiliriz bunu. İlk kitabında “uyumsuz erkek” profilinden sıkıldığı erkeklik temsillerinden farklı temsillerle kaleme aldığı öykülerinde kahramanların hepsi yaşadıkları bozguna rağmen devam etmek için çabalayan kimi bunu yaparken fantastik bir boyuta geçen erkekler. Neden bu hikâyeleri yazmak önemliydi?, diye sorduğumda kendisinden şu cevabı aldım: “Kendi mücadele ve açmazlarımın arasında pusulamın şaşmaması için bu hikâyeleri yazmak benim için önemliydi.”

​İlk kitabı yayımlanmış yeni bir yazara her şeyi sorma iştahıyla hayat hikâyesinin yazıyla nerede kesiştiğinden başlayıp ilk kitap macerasına, öykülerine eşlik eden Mert Baran’ın çizimlerine, öykülerindeki erkeklere, üstünde özellikle durduğu temalar ve kelimelere, ilham aldıklarını öyküye dönüştürme süreçlerine ve daha pek çok noktaya değindiğimiz bir söyleşi yaptık.

İlk kitabın Kopukluk geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Okurun yeni tanıştığı ya da tanışacağı bir yazar olarak hem senin hikâyeni hem de hikâyenin yazıyla nasıl buluştuğunu konuşarak başlayalım mı? 

1990 yılında İstanbul’da doğdum. Boşnak bir ailenin ikinci çocuğuyum. Liseye kadar pek başarılı bir öğrenci sayılmazdım ve kitaplarla da pek aram yoktu. Pendikspor altyapısındaydım ve kaleci olmak istiyordum. Ancak bu hayalimin gerçek olamayacağını çok geçmeden anlayıp, bıraktım. Degaj dikebilseydim bugün çok daha farklı bir hayatım olurdu muhtemelen.

​Orta okulun bittiği yaz annem beni bir kadın kuaförüne çırak olarak verdi. Orada gerçekten çok uzun saatler boyunca çok komik bir para için çalıştım. Her gün eve perişan hâlde dönüyordum. Jack London’ın Alın Teri diye bir hikâyesi vardır, orada “Eğer bir daha ölesiye çalışırsam, gerekenden bir damla fazlasını yaparsam: Allah belamı versin!” der. Ben de o yazın sonunda kendime buna benzer bir söz verdim. İşten eve tükenmiş olarak döndüğüm ve hiçbir şey yapmaya mecalimin olmadığı bir gelecek bana çok korkunç görünüyordu. Bu gelecekten kurtulmanın da tek yolunun kendimi hem zihnen hem de bedenen geliştirmekten geçtiğini anladım. Yazıyla da kendimi geliştirmek için çıktığım bu yolda tanıştım.

Mete Güner

Ölesiye çalışmama sözünün seni yazıyla buluşturması oldukça enteresanmış. Kitabı açtığımızda karşılaştığımız özgeçmişinde çizgi roman geçmişinin öykü geçmişinden eski olduğunu görüyoruz. Çizgi romanla nasıl bir bağın var? Bu dünyadan öyküye geçişin nasıl oldu?

Kitaplarla aram yoktu dedim ya, işte o çizgi romanlar için hiçbir zaman geçerli değildi. Daha okumayı bile bilmezken anneme çizgi roman aldırdığımı, sonra da abimden çizgi romanı bana okumasını istediğimi hatırlıyorum. Biraz büyüyünce de harçlıklarımı hep biriktirir hepsiyle çizgi roman alırdım. Akranlarımın sigaraya başladığı dönemlerde, kendi kendime sigara içeceğime o parayla şu kadar çizgi roman alırım gibi hesaplar yapardım. Sigaraya başlamamak için güzel bir yoldu bence. Kısacası çizgi roman benim ihtiyaçlar hiyerarşimin ilk basamağında yer alan şeylerden biri diyebilirim. Özellikle Amerikan süper kahraman çizgi romanlarına tutkunum.

Bu tutkunun taşmasının bir yansıması olarak üniversitedeyken kendime “Kasa Zaten Hep Boştu” isminde bir blog açtım ve bu blogta okuduğum çizgi romanlar hakkında yazmaya başladım. Blog zamanla popülerleşti, yazdıklarımla ilgili harika dönüşler almaya başladım. Çok sık da yazmıyordum üstelik ama gerçekten çok sadık bir okur kitlesi oluşmuştu. 2008-2015 yılları arasında çizgi romanla ilgilenmiş birinin yolu büyük ihtimalle benim blog ile kesişmiştir. Sonraları sadece okuduklarım hakkında yazmak beni tatmin etmez oldu ve kendi kurgu metinlerimi yazmaya başladım. Çizgi roman çok zahmetli ve maliyetli bir iş olmasından ötürü şimdiye kadar parçası olduğum çizgi romanlar birkaç kısa denemenin ötesine geçemedi. Ben de öykücülüğün doğasının çizgi romanın direktliğini yansıtmaya uygun olduğunu hissettiğim için öyküye yöneldim.

​Biraz açmam gerekirse, hissettiğim şu: Çizgi romanlar görselliğin de gücüyle bir kare ve içerisindeki basit bir diyalog ile karakterleri ve içerisindeki dünyayı bize tanıtabiliyor. Okur olarak bir anda kendinizi o dünyada bulabiliyorsunuz. Öykü de doğası gereği belirli uzunlukta olması gereken bir metin. Dolayısıyla öykücü kelimeleri ekonomik kullanmalı. Her cümlesi hedefe yönelik olmalı. Çizgi romanlardan bunu nasıl yapılacağını öğrendiğim için öykü benim için doğal bir basamak oldu.

Bu basamağın ilk meyvesi ilk kitabın Kopukluk nasıl bir yolculuğun sonucu? Bu kitap için ne zaman çalışmaya başladın, okurla buluşana kadarki maceran nasıl geçti?

Öykü yazmaya 2012 civarında başladım. Kitaptaki en eski öyküm ise 2015 yılında yazdığım “Büyü” isimli öykü. “Büyü”yü yazdıktan sonra elimde gerçekten güzel bir iş olduğunu ilk defa hissetmiştim. Kitapta okuduğunuz on iki öykü, yazdıktan sonra benzer hislere sahip olduğum işlerimden oluşuyor.

Belirli bir seviyenin üzerinde gördüğüm işlerimi bir araya getirip, kitap için bir dosya oluşturmaya karar verdiğimde kitabın sadece bir öykü kitabı olmasını değil, çizgi romanla bağımı da yansıtacak bir iş olmasını istedim. Kafamda her öyküye özel bir illüstrasyonun olması vardı. Bu fikri sanatçı dostum Mert Baran ile konuştuğumda çizimlerin hepsini kendisinin yapmak istediğini söyledi ve çalışmaya başladık.

​Sonra yolum Tekin Yayınevi ile kesişti. Dosyamı beğendiler ve kitabın içerisinde çizimlerin de yer alması fikrinin arkasında durdular. Bu iş birliklerinin sonucunda da bugün elinizde tuttuğunuz kitap oluştu.

Çizimlerden bahsetmişken onlardan konuşalım isterim. Öykülerinin her birine eşlik eden Mert Baran’ın illüstrasyonları var. Şahane iş çıkarmış doğrusu. Hikâyeleri iyi anlayan, ipuçları verip merakı besleyen eserler. Nasıl bir çalışma yürüttünüz aranızda? Öykülerinin bir sanatçı tarafından görsel dünyada yeniden var edilmesi, boyut kazandırılması hakkında neler düşünüyorsun?

Mert ile on küsur yıllık bir dostluğumuz var. Beraber sürekli bir üretim hâlindeyiz ve birbirimizin tarzına çok aşinayız. Bu kitap için de çalışmaya başlarken illüstrasyonların film afişi tadında olmasını hedefledik. Çizimde ne olacağını belirlerken bazen benim kafamda net bir şey oluyordu, bazen de Mert “Bana bırak,” diyordu ve belli bir aşamaya geldikten sonra çıkardığı işi benimle paylaşıyordu. Kesinlikle çok etkileyici işler çıkarttı. Üstelik hayatında hiç çizim eğitimi almamış biri olduğunu düşündüğünüzde yeteneğine hayran kalmamak elde değil.

​Okurlar için de öykü bittikten sonra tekrar çizime dönmek, çizimlerdeki saklı yanları keşfetmek harika bir tecrübe oldu diye düşünüyorum. Bu sayede yeni bir öyküye geçmeden bitirdiği öykü üzerinde biraz düşünme ve sindirme fırsatı buluyorlar. Kitap ile kurulan bağın illüstrasyonlar sayesinde derinleştiğini hissediyorum her seferinde okurlarla konuştuğumda.

Çizer: Mert Baran

Öykülerin dünyada erkek olmak ve erkeklerin dünyası arasında bir zeminde gerçekleşiyor. Bu dünya bazen oldukça sert ve gerçek bazen de oldukça fantastik. Macera, polisiye, fantastik, realistik, dram pek çok türe yerleşiyor öykülerin. Özellikle üstüne de basarak belirttiğin bu “erkek” hikâyelerini yazmak neden önemliydi senin için? 

Edebiyatımızdaki uyumsuz erkek ya da şiddet gösteren erkek profilinden ayrışmak için nereden baktın erkekliğe?

Büyürken etrafımda rol modeli olarak alabileceğim bir erkek yoktu. Dolayısıyla yolumu karanlıkta kendim bulmak zorunda kaldım. Yazmak da bu karanlığa ışık tutabilmenin bir yolu oldu benim için. Kendi mücadele ve açmazlarımın arasında pusulamın şaşmaması için bu hikâyeleri yazmak benim için önemliydi.

​Uyumsuz erkek profili gerçekten edebiyatımızda bir stereotip. Ancak bu profilin yalnızca ilk gençlik yıllarında bir cazibesi olduğunu düşünüyorum. Gerçek dünyaya atılacak yaşa geldiğinizde görüyorsunuz ki uyum sağlayamayıp, hayatın rutinine karşı olmak hiçbir şey değiştirmiyor. Herkes gibi faturalarını ödemek zorundasın. Hayatın gerçekleriyle mücadele edip de kazanmak mümkün değil. Ben bu noktadan bakmaya çalışıyorum ve yazdığım öykülerdeki erkeklerin durumları ne kadar kötü olursa olsun, oturup şikayet etmelerini değil, bir şeyler yapmalarını istiyorum.

Yarattığın erkeklerin dünyasında geçmişle hesaplaşma, kişisel çıkmazlar, yetersizlik hissi, geri dönüşler, dönülemeyen yerler, erkeğin erkle/atayla/babayla hesabı gibi meseleler yer tutuyor. Okurken aslında bozguna uğramış hayatlara sahip erkekler bunlar dedim. Kim bu insanlar? Nasıl bir dünyayı temsil ediyorlar?

Bozgun çok doğru bir kelime seçimi. Evet, kitapta bozguna uğramış veya uğrayan karakterler var ama bu duruma bir kaybeden olarak yaklaşmıyorlar. Hayatta hepimiz bozguna uğrayabiliriz. Bunu engellemek bizim elimizde olmayabilir, hatta bazen bu bizim hiç suçumuz olmayan bir durumdan da kaynaklanabilir. Ancak bu duruma nasıl tepki vereceğimizi belirlemek bizim elimizde. Öykülerdeki insanlar da yaşadıkları karşısında kendi benliklerini, inandıklarını korumaya ve onlara tutunmaya çalışan insanlar. Bunu bazen bir karakterin biten ilişkisinin yas sürecinde saçmalamasında bazen de aldığı hediyeyi sahibine ulaştırabilmek için her şeyi göze almasında görüyoruz. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun insan doğasında pes etmenin olmadığı bir dünyayı temsil ediyorlar.

Bu öykülerle erkeklerin dünyasıyla ilgili ne gibi önyargıları yıkmayı istedin? Bu dünyanın içinden biri olarak kendinizi gerçekten çözebildiğini düşünüyor musun?

Açıkçası herhangi bir önyargıyı yıkmak gibi bir hedefim yoktu. Bir insanın herhangi bir konuyla ilgili önyargısı varsa, onu yıkma çabasını da bir başkasının üstlenmesini alçaltıcı bulurum. Önyargılarıyla mutsuz olan, onları yıkmak isteyen insanlar zaten aradıkları balyozu er ya da geç bulur.

​Kendimi veya erkekleri tam olarak çözebildim mi, bu konuda kesin konuşacak cüretkarlığı gösteremem ama disiplinli ve ölçülü olduktan sonra çözülemeyecek çok az şey var. Benim hayata karşı kullandığım formül bu.

Çizer: Mert Baran

Kopukluk ismini son ve en uzun öykünden alıyor. Genel çerçevede de öykülerinin gidişatını kopukluklar, kopuşlar etkiliyor. Kopuş/lar senin için ne ifade ediyor? Hayatta kopan bağlar nasıl yeniden bağlanır?

Doğrusunu söylemek gerekirse ben genelde, bir şey bozulduysa tamir etmek yerine onu paramparça edelim, sonra daha iyisini yaparız türünde biri oldum. Dolayısıyla kopuş anları benim için sıfırdan başlamayı ve gelişme fırsatlarını ifade ediyor. Kopan bağları onarmaktansa, eskiden çıkardığımız dersleri cebimize koyarak sıfırdan yeni ve daha sağlam bağlar kurmayı denemek gerekiyor bazen.

Bir de sıkça karşımıza “büyümek” ve “bilmek” çıkıyor. Bu eylemler kendi zıtlıklarıyla ne kadar önemli senin için? Senin hikâyende nasıl bir yansıması var?  

Biraz önce dediğim gibi büyürken etrafımda örnek alabileceğim veya bana bir şeyler öğretebilecek biri yoktu. Biraz hayata karışmaya başlayınca bunun beni dezavantajlı bir konuma getirdiğini anladım. Herkesin erken yaşta öğrenip bildiği bazı temel şeyleri ben bilmiyordum çünkü büyürken hiç karşılaşmamıştım. Bu cehaletim başıma çok da iş açtı. Çünkü bilmiyorsanız, kimse size bir şeyler öğretmek ile uğraşmıyor. Bunda yanlış bir şey yok bu arada. Ortada bir sürü bilen varken ve herkes kendi derdiyle uğraşırken size vakit harcamak zorunda değiller. Dolayısıyla diğer insanlara yetişmek için ekstra çaba harcamam gerekiyor gibi hissediyordum. Büyümek ve gelişmek, bilmek ve öğrenmek benim için kaçınılmaz bir hâle geldi. Bir nevi saplantı oldu diyebilirim. Bu durum hâliyle yazdıklarıma da yansıyor.

O hâlde öykülerinin yaratı sürecine dönelim. Çizgi romanın resimle/görsellikle ilişkisinin öykülerine de yansımasını görebiliyoruz. Betimleme yönü ağır basan bir kalemin var. Yazarken nasıl bir yol izliyorsun?

İlham aldığım şeyler fazlasıyla değişebiliyor ama öykü başlıkları özellikle hassas olduğum bir konu. Bundan güzel öykü başlığı olur dediğim bir şey bulduğum zaman onun üzerinde düşünmeye başlıyorum. Mesela kitaptaki “Aç Köpekler” öyküsü tamamen böyle çıkan bir iş. Böyle bir başlık bulduğumda adımın bu başlığın yanında yer alması lazım dediğim çok oluyor. Sonrası gözlerimi kapatıp, kanepeye uzanarak ve hikâyeyi kafamda görsel olarak canlandırmakla başlıyor. Bir film gibi izliyorum adeta. Kurgu yapıyorum, kesip, biçiyorum. Filmin giriş bölümünü izlemeyi bitirdiğimde yazmaya geçiyorum. Yazarken bazen karakter kafamda canlandırdığımdan daha farklı davranmak istiyor. Ona bu esnekliği sağlıyorum. Hayal ettiğim yere kadar yazdığımda, sonra bilgisayarın karşısından kalkıp, yine belli bir kısma kadar kafamda canlandırmaya devam ediyorum. Her şeyi en baştan çok net şekilde planlamayı sevmiyorum. Çünkü o zaman sanki beynimin o işi çoktan bitirmiş gibi hissettiğini ve üretim sürecinin zevkini baltaladığını hissediyorum.

Görsel yönünden bahsederken hareket tasarımından da bahsetmek istiyorum. İnsanları hareket hâlinde anlatırken o hâli bazen özelleştiriyorsun. Mesela “Kıyıdaki Köy”de şöyle bir yer var. “Şoför koltuğundaki Eflatun sarsıntının etkisini azaltmak için kamburunu çıkarıp iki eliyle yapıştığı direksiyona doğru yaslandı.” Altını çizdiğim, bunun gibi daha pek çok örnek var. Karakterlerin hareket akışını nasıl kuruyorsun? O anı kurgularken karakterinin o hareketi tercih etmesini kim istiyor, sen mi yoksa karakter mi?

Verdiğin örnekteki gibi cümlelerde aslında ben kelimelerle bir resim çiziyorum. Çizgi roman senaryosu yazarken, sayfa sayısını ve o sayfadaki kaçıncı paneli tarif ettiğini yazarsın. Sonra da o panelde neler yer alacağını anlatırsın. Alıntıladığın tam olarak öyle bir cümle. Çizer senaryoyu okur ve sayfadaki o panele tarif edileni çizer. Yapmaya çalıştığım bu dinamiği öykücülükte uygulamayı denemek. Yazdığım şeyin okurun hayalinde bir çizgi roman gibi kare kare oynamasını sağlamaya çalışmak. Bunun için bahsettiğin hareket aksı dinamik ve detaylı olmalı ki zihinde kolayca canlanabilsin. Bu detayları çoğu zaman karakterlerin huyları ve davranış biçimleri belirliyor.

Kopukluk, senin bir öykü koleksiyonun. Bu noktada öykü yazarlığınla ilgili sorularım başlıyor. Bir öykünün başına oturup onu tamamlaman ve o tamamlanmış işten gönül rahatlığıyla ayrılman, bu süreç nasıl işliyor? Seni yazmaya hazırlayan ve yazdığın şeyden ayıran ne oluyor?

Bir süredir bir şeyler üretmiyorsam bir kaşıntı başlıyor. Sanki hayatımı boşa geçiriyormuş gibi hissetmeye başlıyorum. Sonra bir fikir bulup yazmaya başlıyorum. Bitirdiğimde, yazdığım şey iyi veya kötü olsun fark etmeksizin, o kaşıntı diniyor. Bir şeyler yaratmış olmanın hazzı hayatıma anlam katıyor. Ta ki o haz azalana ve tekrar kaşıntı başlayana kadar.

​Yazdığım şeyi bitirdiğimde, yakınımda görüşlerine önem verdiğim ve bana zamanını ayırabilecek birkaç dostuma gönderiyorum. Onlardan gelen geri bildirimle yazdığım şeyi düzenliyorum ya da bazen tamamen baştan yazıyorum. Örneğin “Kopukluk” hikâyesi en başta kötü bir bilimkurgu öyküsüydü. Ancak öykünün özünde özel bir şeyler yakaladığımı bildiğim için üç defa baştan yazdım. Nihayetinde bugün kitapta okuduğunuz polisiye-gerilim hâline döndü.

Peki o zaman karakterlerinden birinin yoluna devam etmesini istesen, daha yapacak birkaç işi var daha desen bu kim olurdu? 

Bunu daha önceden düşündüğüm için cevabım hazır. “Kopukluk” öyküsündeki kötü karakter Yakup kesinlikle tekrar yazmak istediğim bir karakter oldu. Dünyanın kötülüğüne tamamen adapte olmuş ve bunu sonuna kadar kullanan hâlini yazarken inanılmaz keyif aldım. Ne zaman nasıl bilmiyorum ama kesinlikle birgün yazdığım başka bir şeyde karşımıza çıkacak.

İyi bir gözlemcisin, izliyorsun, gözlemliyorsun, çözümlüyorsun. Bunun yazarlığına taşındığını da görüyorum. Kendine gerçek hayattan kurguya geçerken nasıl sınırlar koyuyorsun? 

Sanırım en büyük sınırım anlattığım hikâye ne kadar büyük olursa olsun, bu büyüklükte boğulmaktan ziyade o dünyadaki yalnızca bir grup karaktere odaklanmaya çalışmak. Aksi takdirde odağın çok dağıldığını ve gereksiz detaylarda kaybolduğumu hissediyorum. “İstikrar” öyküsü buna çok güzel bir örnek. Gelecekte geçen ve faşist bir diktatörlüğe karşı olan bir grubu anlatıyorum orada. Öyküde yaşananlar o kadar büyük ki sayısız insanı etkiliyor ancak ben daha çok bir ailenin ve diktatörlüğe karşı olan grubun başındaki kadının başından geçenlere ve hissettiklerine odaklanıyorum.

Öykülerinde Amerikan edebiyatı etkisi hissedilir ölçüde yoğun. Olay örgüsü, olayı ele alışın, anlatış tarzın… Neler okursun, neler şekillendirir yazın dünyanı merak ediyorum?

Kesinlikle! Amerikan çizgi romanlarını çok sevdiğim gibi Amerikan edebiyatını da çok seviyorum. John Cheever, Ernest Hemingway, Jack London ve Philip K. Dick en sevdiğim ve etkilendiğim yazarların başında gelir. Bunun dışında çizgi roman dünyasından Frank Miller, Alan Moore ve Grant Morrison gibi isimlerin de hayranıyım. Yazdıkları her şeyi okumaya çalışıyorum.

Kopukluk peşinden neleri getirecek, yakın ya da uzun vadede çalışma masanda neler bekliyor? 

Şu an masamda henüz projelendirme aşamasında olduğu için fazla detaylandıramayacağım iki iş var. Birincisi fantastik bir dünyada geçen kısa roman (novella) projesi. Diğeri de Mert ile planladığımız bir çizgi roman projesi. Umarım ikisi de birgün gerçek olur ve yine böyle güzel bir söyleşi yaparız!

0
3332
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage