İlk kitabı Küçük Dertler ile öyküseverlerin dikkatini çeken ve ikinci kitabı Bir Kalbin Boyutları'yla dilinde ve öykülerinde kazandığı yeni boyutları gösteren Kadire Bozkurt ile öykü ve öykücülüğe dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Her şey bir anda olup biter. Yalnız gerçek hayatta değil, öykülerde de. Hatta özellikle onlarda. Tam da bu yüzden öykücülüğe taze soluk getiren yazar Kadire Bozkurt, ikinci kitabı Bir Kalbin Boyutları’nda, bir kez daha hayatın akışını değiştiren noktalarda gezdiriyor kalemini. Hem de bu kez kaleminin fantastik dünyalara kaçmasına da izin veriyor.
Yaptığımız şeyler için “İlki tesadüf olsa da, ikincisi olmaz” derler. Bir Kalbin Boyutları ikinci öykü kitabınız. Yani yazarlığınız artık tam anlamıyla tescilli. Nasıl bir duygu veriyor bu size?
Çok keyifliyim. İçime sinen bir kitap oldu Bir Kalbin Boyutları. Yayımlamak için acele etmedim, öykülerimin olgunlaşması, demlenmesi için yeterli zamanı ayırdım. Şimdi heyecanla tepkileri bekliyorum.
Kendi öykücülüğünüzü tanımlayacak olsanız nasıl anlatırdınız? Malum öykücülük Türkiye’de hep biraz riskli, zorlu bulunmuş bir alandır.
Okura güvenen bir öykücüyüm. Her şeyi söylemek yerine boşluklar bırakmayı, sezdirmeyi, doğru ayrıntılarla net bir görüntü vermeyi seviyorum. Anlatıcıyı seçmek, mekânlar ve kahramanlar yaratmak, gökyüzüne bulutlar yerleştirmek ya da bir fırtına. Oyun oynamak gibi biraz. Yazmaya değer bulduğum konular seçmeye uğraşıyorum. Bin kere çiğnenmiş yollardan geçmek yerine yeni yollar bulmak, ilk akla gelenin değil de daha az rastlananın peşine düşmek. Kendimi bildim bileli çok okurum. Bildiğim hemen her şeyi de okuduklarımdan öğrendim. Liseyi bitirdiğimde batı klasiklerini hemen hemen bitirmiştim. Rusya’da ya da Fransa’da dolaştığım rüyalar görüyordum. O kadar iyi biliyordum artık, oradaki atmosferi. Kitapları içer gibi okudum, henüz nitelikli okuma sözünü duymamıştım, hikâyelerin peşine düşüp gidiyordum. Yazmayı kitaplardan ve yazarlardan öğrendim. Dilim yetkinleştiyse ve sözcük dağarcığım zenginleştiyse bu sayededir. Duyuları kullanarak nesnelerde olabildiğince çok anlam bulmak, yaratılmış dünyaya derin bir bakış, sınırlara inanmamak, iflah olmaz bir iyimserlik, kafanızda sürekli olarak öyküye rezerve edilmiş bir bölüm... Ki bu sonuncusu, bu bölüme sızıp durmaya çalışan günlük işler, çocuklar hakkında duyulan kaygılar, yapılması gereken ıvır zıvır varken hayli zordu. Bir öykü bir kez aklıma dolandı mı sürekli onu düşünürüm, kahramanlarımı merak edip dururum, onları kafamın içinde her yere taşırım. Yazarken en büyük dileğim sıkıcı olmamak ya da şöyle söyleyeyim, okurun, “Neden okudum ki ben şimdi bunu?” sorusunu aklının ucundan bile geçirmemesi. Türkiye’de en iyimser tahminle birkaç bin sadık öykü okuru var ve kıymetli vakitlerini aldığıma değecek öyküler yazmaya uğraşıyorum.
Kitabınız iki bölümden oluşuyor. Kitaba adını da veren “Bir Kalbin Boyutları” aslında ilk bölüm. Hayattan anları anlatıyorsunuz. Sıradan anlar değil bunlar ama. Hayatımızın kalanını belirleyecek anlar ya da hayatımızı belirlemiş anların ardından gelenler… Anlar sizin için ne anlama geliyor? Belirleyici bir faktör mü? Yoksa hikâye kurgusu için kullandığınız bir araç mı?
Hayatın gidişatını anlar belirliyor bence. Öyle değil de böyle yapmaya karar veriyorsunuz örneğin bir yol ayrımında, hayatınızın yönü değişiyor. Fargo’da bir sahne vardı. Kadın arabasıyla bir adama çarpıyordu ıssız bir yolda, bir iki saniye duraksamanın ardından, hastane yerine evindeki garaja sürüyordu arabayı. Arabanın camından içeri girmiş yaralı adamla birlikte. Kadın sonradan şöyle diyecekti: Yapılacak iki şey vardı ve ben ikincisini yaptım. O anlık seçimlerle şekilleniyor yaşamımız. Öykü anlarla ilgilenir. Bir öykücü o ânı açar, genişletir. Yaprakların üstüne resimler yapan şu sanatkârlar gibi belki. Bir çınar yaprağına bütün bir orman sığabilir o resimlerde.
Bir Kalbin Boyutları’ndaki öykülerinizin hepsinde müthiş bir karakter, mekân ve yaşam biçimi çeşitliliği görüyoruz. Öykülerinizi nasıl yakalıyorsunuz? Nerelerden besleniyorsunuz?
Dediğim gibi çok okurum. İyi bir edebi eser zihin açıcıdır. Bütün kitapların diyecek bir şeyi vardır. Hepsi öğretir. Kötü kitaplar da nasıl yazmamanız gerektiğini gösterir mesela. Yalnızca kurgu değil, deneme ve günlükler okumayı da seviyorum. En çok da öykü. İyi bir öykünün lezzeti başka hiçbir şeyde yok bana göre. Okurken aklınızda kendi öyküleriniz şekillenebilir, bir cümle size bir şey hatırlatır, tanıdık bir duygu ortaya çıkarır. Tabii sokağa çıktığımda da insanları gözlemlerim, onları dinlerim, iyi bir öykünün nereden geleceği belli olmaz. Çıkarcı, açgözlü bir bakış değil bu, genel bir tutum. Algı düğmesini açık bırakmak gerek.
Bu ilk bölümde ortak duygu hüzün, hem de epey derin bir hüzün. Bu duygu hayatınızın, yazı çabanızın merkezini mi oluşturuyor?
Ben yazarken mümkün olduğunca kendimi dışarıda bırakmaya çabalıyorum. Hep konuyla, olanla ilgileniyorum ve doğrusu uyandıracağı duyguları hiç umursamıyorum. Okuru belli bir duyguya sevk etmeyi de aslında hiç istemem. Yalnızca olanı anlatmaya çabalıyorum. Belki seçtiğim konular, ilgimi çeken konular hüzünlü olanlar. Ama bunu da kastederek yapmıyorum. Biraz kendiliğinden yürüyor işler. Nasıl işlediğini hâlâ bilmiyorum. Bazen çok kolay yazıyorum, ilk kitaptaki Esma’nın “Dediği” öyküsünü İstanbul’dan Bursa’ya dönüş yolculuğunda, feribotta yazdım. Etrafımda gürültücü bir grup adam vardı, Hinttiler sanırım ve hiç susmuyorlardı. Öyküyü yazmam toplam bir saat sürdü ve neredeyse hiç düzeltiye gereksinimi yoktu. Keşke her zaman böyle olsa ama olmuyor. Bunları şunun için anlatıyorum, hüznü ya da başka bir duyguyu merkeze alarak yazmıyorum, çabamın merkezinde yalnızca yazmak var.
Kitabın ikinci kısmı ‘Bir Zamanlar, Uzak Bir Yerde’ bana özellikle ilginç geldi. Türkiye’de çok az gördüğümüz bir türde, fantastik öyküler bunlar. Bu türde yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öteden beri severim fantastik hikâyeleri. Bildiğimiz gerçekliği eğip bükerek yeni bir dünya yaratmak bana hep büyüleyici gelmiştir. Marquez’e bayılırım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okuduğumda âşık olmuştum. Uzak gelmemişti anlattıkları, çocukluğumda dinlediğim pek çok hikâyeye benziyordu. Müthiş olan bunları anlatma biçimiydi. Çocukluğumda dinlediğim masallar, edebiyat okurken merak saldığım Türk Mitolojisi, hep ilgimi çeken Şamanlık… Yani öyle büyülü hikâyeler hep vardı aklımda. Yazmaya başlayınca da olanaklarını çok sevdim.
Fantastik hikâyeler yazarlara daha geniş bir özgürlük alanı mı sunuyor sizce?
Evet, bu doğru. Sınırların olmadığı, kendi mantık silsilesini yaratabileceğiniz bir okyanus. Demek istediklerinizi didaktik olmadan anlatmanıza olanak sağlıyor, katmanlı bir anlatıya da. İnsanlar hayvanlara dönüşebilir, koyunlar uçabilir, peri kızları atların yelesini örer, ormanlar büyülüdür. Bu tarzda politikadan bahsedebilirsiniz, ekonomiden, tarihten, kapitalizmden, felsefeden ve daha pek çok konudan. Uzaklaşıp durursunuz, öyle uzaklaşırsınız ki dünyanın sonunu göreceğinizi sanırsınız ama bir sınırla falan karşılaşmazsınız. Bu şahanedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında bir biyografik romanınız var. Ama hiç tamamen kurgusu size ait, roman olarak yazmak istediğiniz bir öykü var mı aklınızda?
Yeniden roman yazar mıyım bilmiyorum. Biraz sabırsız biriyim. Roman uzun soluklu bir iş. “Aksak Ritim” ve “Onda 9/8’Lik” öyküleri romana olanak sağlayan bir konuda, kahramanları sıra dışı, işlenmeye müsait. Şimdi düşününce bu geliyor aklıma. Belki bir gün yazarım.
Görseller: Bibi Euse, Simon Heger