24 NİSAN, ÇARŞAMBA, 2024

“Hepimiz İçinde Yaşadığımız Gerçekliğin Farklı Bir Versiyonuna Sahibiz”

Nörolog Guy Leschziner ile Sözcükleri Tadan Adam / Duyularımızın Tuhaf ve Ürpertici Dünyası kitabı odağında her birimizin dünyaya dair algısının nasıl oluyor da gerçeklikten epeyce farklı olabileceğini tüm ayrıntılarıyla konuştuk.

“Hepimiz İçinde Yaşadığımız Gerçekliğin Farklı Bir Versiyonuna Sahibiz”

Guy Leschziner’ın nöroloji ve sinirbilim alanında yazdığı ikinci kitabı, Deniz Keskin’in çevirisiyle Türkçede Metis Yayınları’ndan çıkan Sözcükleri Tadan Adam / Duyularımızın Tuhaf ve Ürpertici Dünyası odağında beynin fonksiyonlarında, düşünce sistemimizde ve duyularımızda bir terslik yaşandığında sistemin normal işlevine dair kavrayışımızın nasıl arttığı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu görüş çerçevesinde, “Evet,” diyor Leschziner, “Bu benim kitaplarımın ve aynı zamanda klinik nöroloji dünyasının da ana fikridir.” Guy Leschziner ile sözcükleri yeniden tatma deneyimi yaşayarak duyularımızın tuhaf ve ürpertici dünyasına dair konuştuk.

Nörologsunuz, sinirbilim alanında uzmansınız, dolayısıyla insan psikolojisini de yakından takip eden bir bilim insanı olarak içinde bulunduğumuz yüzyılın tüm gelişmelerini göz önünde bulundurduğunuzda insan yapısı tam anlamıyla çözülebildi mi?

Sinirbilim alanındaki devasa teknolojik gelişmelere rağmen insan beynini tam olarak anlamaktan hâlâ çok uzaktayız. Yalnızca bizi tamamen tanımlayan bu gizemli organın yapısını değil, aynı zamanda onun işlevlerini, genetiğimizin ve çevremizin gelişimini şekillendirmedeki rollerini de derinlemesine araştırmamıza olanak tanıyan çeşitli araçlarımız var. Ancak bilincin doğası, özgür iradenin temeli ve kitabımda da değindiğim gibi gerçekliğin özü ve onu nasıl algıladığımızla ilgili temel sorular hâlâ varlığını sürdürüyor. Meslektaşlarımdan bazıları, insan beynindeki her bir atom altı parçacığın bilgisini elde edebilseydik bile, onun özümüzü nasıl kodladığını hâlâ tam olarak anlayamayacağımıza inanıyor. Ben biraz daha az kötümserim.

Sözcükleri Tadan Adam kitabınızı yazmak adına sizi masanıza oturtan sebepler nelerdi? Size “Artık bu kitabı yazmalıyım” dedirten sebepler?

Bu benim ilk kitabım değil. Uyku ve nörolojik bozuklukların garip ve büyüleyici dünyasını konu alan bir vaka kitabı olan Gece Beyni’ni yazarak başladım kitap yazma serüvenime. İlk kitap, anormal ve normal uykuyu anlamaya çalışan, uyku laboratuvarındaki kendi hastalarımın vakalarını detaylandırıyordu. Ancak uyku hekimliğimin yanı sıra nöroloğum da. Sözcükleri Tadan Adam’da uykudan nöroloji kliniklerine doğru ilerlemem doğal bir ilerlemeydi. Yani ilk kitap gece dünyamızla ilgiliyken, ikincisi uyanık dünyamızla, çevremizdeki dünyayı nasıl algıladığımızla, o dünyayı kavrayışımızın ne kadar hassas olduğuyla ve sinir sistemimizin yapısına ve işlevine ne kadar bağımlı olduğumuzla ilgili. . İnsan deneyimlerine bağlı olarak bazı hastalıkların (beyinde yanlış giden bir şeyler olduğunda özellikle) bize normal fizyolojik işlevler hakkında bilgi verme şekline her zaman hayran olmuşumdur. Şunu da belirtmeliyim; kariyerimin başlangıç noktasında sinirbilime olan ilgimin benzer kitapları (örneğin Oliver Sacks'ınkileri) okuyarak tetiklendiğini söyleyebilirim. Kitaplarım tek bir kişi üzerinde aynı etkiyi yaratıyorsa amacıma ulaşmış olacağım.

Kitabın henüz giriş kısmında şöyle bir cümle kuruyorsunuz: “Etrafımızdaki dünyaya dair mutlak hakikat olarak algıladığımız şey aslında karmaşık bir yeniden inşadır...,” İnsanın “algılama” mekanizmasının işleyişi çok önemli, öyle değil mi? Nöroloji ve sinirbilimin en önemli yapı taşı insan algısıdır diyebilir miyiz?

Bunun büyük ölçüde bakış açınıza bağlı olduğunu düşünüyorum. Tüm canlı organizmaların “algısı” vardır. En ilkel yaşam formları bile aydınlığı, karanlığı, çevrelerindeki kimyasalları algılayabildiğinden, etrafımızdaki dünyayı algılamak insanın saf bir işlevi değil, bizzat yaşamın bir işlevidir. Ayrıca bazı hayvanların bizim elimizde olmayan duyusal yöntemlerde algılama güçlerine sahip olduklarını veya sahip olduğumuz yöntemlerde farklı (veya daha iyi) algılama güçlerine sahip olduklarını da biliyoruz. Belki de insanlarla diğer organizmalar arasındaki fark, bilinç ve öz-farkındalık kapasitemizdedir ve en önemli yapı taşı olduğu ileri sürülen  yönüdür. Elbette kendimizin bu yönünü anlamak daha da büyük bir zorluktur. Ancak bilinç de dahil olmak üzere diğer tüm nörolojik işlevler, içinde yaşadığımız dünyayı anlama yeteneğimizle bağlantılıdır.

Devam ederek cümlenizi şöyle bitiriyorusunuz; “..., zihnimizin ve sinir sistemimizin işleyiş mekanizmaları tarafından üretilen bir sanal gerçekliktir.” İnsanın algısı, her gün karmaşık denebilecek düzeyde yeniden kurulan inşalar, zihin, sinir sistemi ve gelinen nokta sanal gerçeklik. Bizler her gün bu derece inanılmaz bir süreç yaşıyorsak eğer, nöroloji bilimi her gün yeni bulgular elde edip, yeni tespitlerde bulunabilir, öyle değil mi?

Bilim söz konusu olduğunda yalnızca kaynaklara ve zamana bağımlıyız. Bu çalışmaların bir kısmı nispeten hızlı ve ucuz bir şekilde yapılabiliyor. Ancak elimizdeki teknolojilerin maliyetleri hızla artıyor. Klinik çalışmalar için (laboratuvar yerine gerçek hayatta) bunlar genellikle çok sayıda bireye dayanır ve bu bireylerin aylar, yıllar, hatta on yıllar boyunca izlenmesini gerektirir. Dolayısıyla koşullar izin verirse araştırma alanının günlük olarak ilerlemesi tamamen mümkündür diyebilirim.

İnsan zihninde her gün gerçekleşen karmaşık bir inşa var ama aynı zamanda sizin de kitapta belirttiğiniz üzere nöroloji biliminde hep geçerli olan bir ilke; “Bir sistemde terslik yaşandığı zaman onu incelediğimizde, sistemin normal işleyişine dair kavrayışımızın artması” da var. Bu ilke çok dikkat çekici. Bir sorunla, hata ile karşı karşıya kaldığımız anda bir bütünlüğe doğru yol alış ve iyileşme süreci de başlıyor diyebilir miyiz?

Evet, bu benim kitaplarımın ve aynı zamanda klinik nöroloji dünyasının da ana fikridir. Sağlıklı olsak bile kendimiz hakkında bir şeyler öğrenmemiz, genellikle hastalık veya işlev bozukluğu bağlamında insan deneyiminin uç noktalarını anlayarak gerçekleşir. Ve bazen bu tür vakalar, normal bireyler üzerinde yapılan birçok çalışmadan daha fazla yararlı kanıt sağlıyor. Örneğin, belirli bir görev veya deneyim sırasında beynin belirli bir bölgesinin çok aktif olduğunu düşünelim. Bu, bu görevden beyin bölgesinin sorumlu olduğunu mu yoksa bunun beynin bu deneyime verdiği tepki olduğunu mu kanıtlıyor? Aksine, beynin o bölgesi hastalık nedeniyle hasar görürse ve artık bir şeyi deneyimleyemez veya bir eylemi gerçekleştiremezsek, bu durum beynin o bölgesinin sorumlu olduğuna dair doğrudan kanıt sağlar. Tabii ki, klinik nöroloji bize tüm cevapları vermeyecek ve gerçek şu ki, normal ve anormal beyinlerde bu tür çalışmaların her ikisi de anlayışımızı ileriye taşımak adına bir sinerji oluşturacak.

Kitabı çok önemli hâle getiren nörolojik vakalara gelmek istiyorum. Bu vakaları konuşurken kitabın alt başlığı çok önemli hâle geliyor: Duyularımızın Tuhaf ve Ürpertici Dünyası. Tuhaf olmaları ve ürpertici olmaları adına inanılmaz vakalar anlatıyorsunuz. Bu vakalar arasında nöroloji biliminin gidişatını birkaç farklı açıdan en etkileyen vaka /vakalar hangileriydi? 

Bu cevaplanması çok zor bir soru. Bu vakaların her biri duyularımızın nasıl çalıştığının çok önemli bir yönünü gösterdiği için seçildi. Genetik bir mutasyon nedeniyle ağrı hissi kaybolan Paul gibi bazı vakalar, tüm nörolojik fonksiyonların temelini oluşturan temel moleküler mekanizmaya dair önemli bilgiler sağladı bize mesela. Görsel halüsinasyonları görüşünü kaybetmeye tepki olarak ortaya çıkan Nina ve müzikal halüsinasyonları işitme kaybından kaynaklanan Bill gibi diğer vakalar, algılarımızın gerçekten de beynin yeniden inşası olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.

Görüntüler, sesler, kokular, tatlar ve dokular. Duyularımız devreye girdiği an her şey netleşiyor ve şüphe ortadan kalkıyor. Dokunma duyumuzu ayrıca çok önem vererek anlatıyorsunuz. Duyularımız arasında en bilinmez, en yabancısı olduğumuz duyumuz dokunma duyumuz sanırım, öyle değil mi?

Tamamen aynı fikirde olduğumdan emin değilim. Biz insanlar, gördüğümüz ve duyduğumuz şeyin çok daha çabuk farkına varırız. Dokunma söz konusu olduğunda, acı ve sıcaklık gibi son derece tanıdık bazı yönler varken, bedenlerin uzayda nerede olduğu veya sizin ima ettiğiniz gibi dokunmanın duygusal bileşenleri gibi diğerleri daha bilinçsizdir. Hem bilinçli hem de bilinçdışı bileşenlere sahip olan duyuların bu yönleri diğer duyulara da uzanır. Bu kitabı yazarken koku duyumuz, hafızamız ve duygularımız arasındaki ilişki beni çok etkiledi; daha önce bu konuların farkında olsam da kokunun bu niteliklerinin önemini tam olarak anladığımı sanmıyorum.

İnsansı robotlar ve yapay zeka ile ilgili yeni buluşlar hızını kesmeksizin devam ediyor. Bu konuda nöroloji ve sinirbilim alanından çok şey kopyalıyorlar. İnsanın tüm duyularından, hareketlerinden faydalanıyorlar. Yüzde yüz insana benzeyen bir yapı inşa edilebilecek mi sizce? İnsansı robotlar kapsamında yüzde yüz insan algısını ve duygusunu yakalayabilecekleri bir yapı ile karşımıza çıkabilecek mi teknoloji ve bilim dünyası?

Güzel bir soru. Daha önce de söylediğim gibi, beynin doğasını en temel düzeyde anlasak bile, beynin özünün kopyalanamayacağına inanan bazı meslektaşlarımız var. Ben daha mekanik bir bakış açısına sahibim; sonuçta beyin bir makinedir, karmaşıklığıyla baş döndürücüdür ama yine de bir makinedir. Bu nedenle, bilgisayar bilimcilerinin, yazılım mühendislerinin ve teorik fizikçilerin görev alanına girmesine rağmen, kopyalanması teoride mümkün olmalıdır!

Kitabınızda edebiyat metinlerinden alıntılar yapmanızı, örnekler vermenizi ve anlattığınız vaka hikâyelerinin felsefi ayrıntılarını da gündeme getirmenizi konuşmak isterim. Bahsettiğiniz algı ve bilinç yapılarımız zihin felsefesinin ve edebiyatın ortaya çıkmasını sağlıyorsa eğer, düşünce mekanizmasının da duyularımızı yönlendirmede birincil katkıları var diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Bu yazarlar insan deneyimini aktarma konusunda benden çok daha etkili oldukları için bu edebi alıntıları ekledim. Ancak bu deneyim bilincimizin, öz farkındalığımızın bir işlevidir. Bu nörolojik işlevler olmasaydı, diğer primatlarla veya daha ilkel yaşam formlarıyla aynı olurduk; çevreyi doğru bir şekilde algılayabilirdik. Ancak dünyamızın önemini tam olarak anlama veya onu ifade etme yeteneğinden yoksun olurduk.

Bilimin her safhası çok ilerledi, teknoloji çok ilerledi, insanların farkındalığı çok arttı, yaşam hep ileriye doğru yol aldı. Fakat böyle bir çağda pandemi ile tüm dünya kapandı, hâlâ sıcak savaşlar gündemin birinci sırasında, ekonomik kriz gittikçe büyüyor, iklim krizinin alametleri tek tek gerçekleşmesine rağmen hâlâ birçok önlem alınmış değil. Umudunuz var mı? Bunu hem bir bilim insanı olduğunuz için hem de bu dünyada yaşayan bir kişi olarak, bir karşılaştırma yapmanızı rica ederek soruyorum.

Maalesef bilim anlayışımızla dünya anlayışımız arasında bir kopukluk var. Kitapta yazdığım gibi, gerçekliği nasıl algıladığımız beynin bir fonksiyonu olsa da, zihnimizin nasıl çalıştığı ve gerçekliği nasıl yeniden yapılandırdığı yalnızca anatomimizden veya genetiğimizden değil, aynı zamanda yaşadığımız her deneyimden de güçlü bir şekilde etkileniyor. Her birimizin farklı yaşamları ve deneyimleri göz önüne alındığında, hepimiz içinde yaşadığımız gerçekliğin farklı bir versiyonuna sahibiz. Bunun anlaşılmasının önemli olduğunu düşünüyorum çünkü bu, hepimizin paylaştığı dünyaya yaklaşımımızdaki bütünlük eksikliğini açıklıyor. Bu sadece algı için değil, geniş bir insanlık yelpazesi için geçerlidir. Bir sonraki kitabım, Yedi Ölümcül Günah: İnsan Olmanın Biyolojisi, biyolojimizin ve çevremizin, bugün bizi rahatsız eden ve aslında bizi her zaman rahatsız eden çatışmalara katkıda bulunan daha olumsuz insan özelliklerimizi nasıl etkilediğini araştırıyor olacak.

0
2544
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage