07 MAYIS, PAZARTESİ, 2018

Her Suç Politik Bir Atmosfere İhtiyaç Duyar

Cinayet Mevsimi ve Müruruzaman Cinayetleri ve Dünyanın Leşleri kitaplarıyla ismini duyuran, polisiye edebiyatı yeni bir bakışla ele alan Suat Duman bu kez bir suç romanıyla yeni bir maceraya imza atıyor. Duman’la yeni kitabı Rakun hakkında sohbet ettik. 

Her Suç Politik Bir Atmosfere İhtiyaç Duyar

Alakarga Yayınları tarafından yayımlanan Rakun’da sıradan bir taksi şoförünün başına gelen talihsizlikler anlatılıyor. Kadınları zorla seks işçisi yapan bir adam, Ukraynalı bir kadın, bir tablo hırsızı, mafyavari tipler, cinayetler hızlı ve eğlenceli bir dille işleniyor.

Öncelikle kitabınız hayırlı olsun. Okuruna ulaşmasını diliyorum. Türkiye’de “polisiye edebiyat” deyince akla ilk gelen birkaç isimden birisiniz. Bu türde benim aklıma gelen ilk isimler: F. M. İkinci (Kemal Tahir), Server Bedi (Peyami Safa), Ahmet Ümit, Sadık Yemni, Suphi Varım, Mehmet Murat Somer… Yakın döneme kadar ülkemizde pek de “edebi” bulunmayan bu tür giderek yükselişe geçti. Polisiye edebiyatın ülkemizdeki seyri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Teşekkür ederim, evet Rakun, her kitap gibi okuruna ulaşsın ve lütfen okuru da kitabına ulaşsın. Yayıncılar yayımladıkları kitapları okura ulaştırmak için çok çabalıyor. Okurun kitabevlerini dolaşması, rafları karıştırması, çok satanlar ve yeni çıkanlara şöyle bir göz attıktan sonra yalnızca sırtı görünen kitapların da yüzüne bakması gerekiyor artık. Bunu sadece satış için değil, dayatmalara, piyasaya meydan okumak adına da söylüyorum.

​Polisiyenin edebi bulunmaması tartışmaları bana kalırsa bir boş zaman uğraşıydı ve neyse ki geride kaldı. Edebiyatın dışına attıklarınızı değil, içerde tuttuklarınızı savunamıyordunuz çünkü. Çizginin bu tarafında kalanları edebi yapan neydi, polisiye olmamaları mı? Yükselişe geçti mi peki gerçekten? Yani emin değilim. Daha çok kişi polisiye yazmayı tercih ediyor, bu bir yükseliş. Fakat okumak isteyenler daha çok polisiye tercih etmiyor. Bunlar işin sayısal kısmı. Olumlu olansa daha çok polisiye yazılıyor olması ve her kitapla türün bir alt başlığının daha aşındırılması. Çeşitlilik açısından bakarsak hemen tüm alttürlerde eser veriliyor, prosedür polisiyeleri, kara polisiyeler, hardboiledler vb. Türün önünün açık, ufkunun geniş olduğunu düşünüyorum. 

©Bülent Babaoğlu

Suçun sınırlarının sürekli değiştiği bir ülkede, yasaların geçiciliğinin bir sabite dönüştüğü hukuk düzeninde, polisiye edebiyat bize adaletle ilgili, suçlu ve onun peşindeki düzenin aygıtlarıyla ilgili ne söyleyebiliyor? Ya da şöyle sorayım: Polisiye suçlunun mu yoksa düzenin aygıtının yanında olduğu zaman mı ilginç?

Benim için polisiyeyi ilginç yapan bunların ikisi de değil. Suçlu pekâlâ “düzenin aygıtının yanında” olabilir ve polis de düzenin aygıtını parçalayabilir zira. Bu olasılıktan dolayı, yani tüm matematiğine rağmen ele geçirilemez dokusundan ötürü severim polisiyeyi. Ortaya çıkışı, Poe’nun, Doyle’un hikâyeleri ve onların kahramanları da örneğin aklı temsil ediyorlardı. Hurafelerle boğuşuyorlardı onlar. Bana göre Holmes çözdüğü her muammayla, dinle büyüyle rivayetle hipnotize olmuş Batı toplumunu da çözer. Holmes’ün her analizi, her hamlesi, keskin bir kılıç gibi ikiye bölmüş, Batı toplumunun yirminci yüzyıldaki atılımını hızlandırmıştır. Bir hikâyesinde Holmes şöyle der: “hakikat ışığının her şeyi delip geçeceğine dair bir umudum var.” Edebi olarak neye tekabül ettiği tartışılsın tartışılabildiği kadar fakat ben polisiyeyi bunun için seviyorum galiba, hakikatin ışığına mecbur bir tür olmasından.

Dünyanın Leşleri’nde Türkiye’nin yakın geçmişinde yaşanan, izi hafızalarımızdan kazınmayacak bir harekete, Gezi’ye değiniyordunuz, Müruruzaman Cinayetleri’nde 70’lerin politik olaylarına. Rakun’da ise böyle belirgin bir politik atmosfer yok. Bunun sebepleri nelerdir?

Doğrudan politik bir olaya odaklanmak istemedim. Hikâyenin odağına kahramanları ve tüm detaylarıyla politik bir olayı yerleştirmek hikâyeyi bir noktadan sonra bir siyasi bildiriye çeviriyor mu acaba? Kendime bunu sorup duruyordum. Zamanı geldiğinde bir roman, bir öykü veya şiir evet en etkili bildiriden daha yüksek bir etki yaratabilir ama bunun uçlarına gerçekten hâkim olabiliyor muydum ben, kestiremiyordum doğrusu. Bu nedenle de biraz, odaklandığım olayın politik tonunu olabildiğince seyreltip karakterlere, atmosfere ve olaya dolaysız bakmaya çalıştım. Bir de tabii suç janrı ister istemez politiktir. Rakun’daki gibi her türden adi suçun havada uçuştuğu bir hikâye anlattığınızda da böyledir bu. Her suç rahatça nefes alabileceği uygun bir politik atmosfere ihtiyaç duyar. Rakun’un karakterleri oksijen bolluğundan hastanelik olacak kadar rahatlar ne yazık ki. Bizimle aynı havayı soluyorlar, çünkü bizim yıllardır uyandığımız aynı sabaha uyanıyorlar.

Rakun bir suç/macera romanı. Ama yarattığınız gizem atmosferi, ana kahraman Can’ın düğümleri çözmeye çalışması, romanı bir polisiye havasına sokuyor. Suçu kimin işlediğini bulma, suçluyu yargılama ya da cezalandırılmak üzere adalete teslim etme durumları yok. Neden salt bir polisiye roman değil Rakun?

Rakun yazmak istediğim hikâyeydi, hepsi bu. Diğer taraftan saydığınız tüm unsurları da taşıyor aslında. Adaletten kaçan ve adaleti tesis etmeye çalışanlar var hikâyede. Belki tek sorun adaletin resmi temsilcilerinin ortalarda hiç görünmemeleri. Okurda o duyguyu, masum olanın zaferi ve suçlu olanın sonuçlarına katlanması arzusunu uyandırıyor mu, bence evet. Diğer taraftan hem hikâyeden hem kurgudan kaynaklı bir muamma son cümleye dek korunuyor. Bu yönleriyle klasik polisiyenin başat unsurlarını taşıyor. Yine de haklısınız, Rakun klasik polisiye sayılmaz. En baştan beri, yalnızca ‘katil kim’ sorusuna odaklanmamaya çalışıyorum. Karakter ve atmosfer odaklı yazmayı daha çok seviyorum.

Diğer romanlarınızda da ana kahramanlarınız polis veya dedektif değil. Mehmet Cemil avukattı mesela. Hercule Poirot, Sherlock Holmes ya da Başkomiser Nevzat gibi bir dedektif yazmayı düşünüyor musunuz ileride?

Polis yazmayı sevmiyorum. Dedektif tipi ise bizde yok, burası için inandırıcılık sorunu yaşayacağını düşünüyorum. Bir polis yazarsam bozuk, bela bir tip olur sanıyorum. Kriminal bir tip. Değilse de bir kahraman polis kurgulamak istemiyorum.

©Bülent Babaoğlu

Tesadüfen belalara bulaşan, bu belalardan sıyrılmaya çalışırken âşık olan, âşık olduğu kadını kötülerinden kurtarmak isteyen bir adam Can. Bu mevzu özellikle sinemada, çok kullanılmadı mı sizce de? 

Evet, örneği çok. Dünyaya suç işlemek için gelmiş tipleri değil diğerini, durduk yere en ağır belaların ortasında kalıveren tipi daha çok seviyorum. Hitchcock’un 39 Basamak filmindeki gibi bir tip, Şarlo gibi bir tip. Kendi masumiyetini ispat etmek zorunda kalanı, kimseden, ne haydutlardan ne devletten fayda göremeyecek olanı. Fena halde yalnız olanı –onun muammasını daha çekici buluyorum.

Romanın eğlenceli, esprili bir dili var. Kimi zaman derinlerden gelen hüzünlü sesi ya anlatıcının kendisi ya da karakterlerin komik diyalogları bastırıyor. Romandaki şiddet sahneleri de bu dile paralel olarak abartılı ve karikatürize edilmiş. Bu dil nasıl çıktı ortaya? 

İlk iki romanımın naif bir karakteri var, Mehmet Cemil. Meraklı fakat kendini maceradan sakınan, nazik ve masum bir tip. O romanların dilini de bu karakter oluşturdu biraz. Üçüncü romanı, Dünyanın Leşleri’ni yazarken başka bir tipe ve başka bir dile ihtiyaç duydum. Sokakla hemhal olmuş, sokağın her hareketini, her köşesini, tüm kirini ve belasını sindirmiş bıçkın bir tipe. Rakun’daki dilin ön çalışması Dünyanın Leşleri’ydi bu açıdan. Her hikâyeyi aynı dille yazamazsınız, her karakter sizin gibi konuşmaz. Sanırım Rakun’daki hafif, mizahi dili seviyorum, umarım okur da inanır ve sever.

Bana kitabı imzalarken, “Peşinden koşanların peşinde koşan adamın hikâyesi” yazmışsınız, bu çok hoşuma gitti. Nedir bu kaçma kovalama meselesi sizce? Hayat da böyle bir macera mıdır?

Bilmiyorum, belki, bir bakıma. Hep hayatta kaldığımız zevkli bir macera mı, maalesef hayat bu değil.

Peşinden koşanların peşinde koşan adam, yalnızca Rakun’u anlatmıyor, aslında hep yazmak istediğim, yazmaya çalıştığım insan o. Kendisini kovalayanları kovalıyor, kendisinden kaçanlardan kaçıyor. Bu evet bir yerde eğlenceli, neredeyse grafik bir mizah barındırıyor. Bir yandan da trajik. Çaresiz, ne aradığını ve kendisinden ne istendiğini hiçbir zaman büsbütün idrak edemeden, bir kobay faresi gibi dönüp duran insanı anlatıyor. 

Romandaki karakter isimlerinin bir şakası var, Terzi Ferzi, M (muamma), Mühendis, Can Rakun, Feyaz, Okur... İsim seçerken neye dikkat ediyorsunuz? 

Edebiyatta ya da sinemada her neyse, kurmaca eserlerde karakter ve yer isimlerine özel anlamlar yüklenmesinden hiç hoşlanmam. Karakterlerin isimsiz olmasını, hikâyenin tüm anlamını, alt metnini, karakterin kişiliğini sırtlayacak şekilde çok anlamlı isimleri olmasına yeğlerim. Bu nedenle karakterlerime isim düşünürken özel anlamlar içermesiyle ilgilenmem, hem de hiç. Karakterleri hep bir hayvan gibi hayal ederim önce. Onların hırıltılarını, reflekslerini, yineledikleri hareketlerini duymaya görmeye çalışırım. Nasıl iletişim kuracaklarını, uzaklara nasıl bakacaklarını, birbirlerine nasıl sesleneceklerini. İsimler ancak o zaman çıkar. Tabii hikâyenin tonu da bu aşamada önemli. Rakun’da olduğu gibi eğlenceli bir tonu varsa şayet, isimlerin de çok alışıldık olmamasını isterim.

Rakun şöyle başlıyor: “Sevgili Okur, haydi arkadaşlarını yanına al ve Suzan Şarküteri’ye kadar bana eşlik et,” diye cızladı Keskin’in ses telleri, “Bakalım bizi içeride ne hikâyeler bekliyor.” Burada Okur’la mı konuşuyor Keskin, yoksa yazar aracılığıyla okurlara mı?

Klasiklerin okuyucuya doğrudan seslenen dilini hep sevmişimdir. Elbette bu Keskin’in sesi ve Okur’a hitap ediyor. Yine de romanın ilk cümlesi oldu çünkü klasiklerin bize harikalar vaat eden dünyasını selamlamak ve okurla aramızda son cümleye dek sürmesini umduğum merak ve mizah duygusunu canlı tutmak istedim.

Romandaki her karakterin hazin bir geçmişi var, onları bulundukları noktaya getiren acıları, açmazları. Ve hepsinin hikâyesini okura anlatmaya çalışıyorsunuz. Karakterleri yeterince iyi işlediğinizi düşünüyor musunuz? 

Roman artık orada duruyor. Her seferinde dersler ve tecrübelerle dolu olarak. Bittiğinde de devam ediyor, basıldığında da, günler, haftalar geçtiğinde de üzerinden, aylar ve yıllar geçtiğinde de. İşin bu kısmını seviyorum, işin en çok bu kısmını seviyorum hatta. Karakterleri yeterince iyi işleyip işlemediğimi kendime farklı zamanlarda ben de soruyorum, yanıtım da değişiyor haliyle. Her okurda ve her farklı okuma deneyiminde yanıtlar farklı olacaktır sanıyorum. Roman artık orada duruyor, ben düşünmeye devam ediyorum. 

Son olarak: Yıllardır devam eden bir tartışma var, değişimin dilde başladığı, bu yüzden edebi eserlerde cinsiyetçi cümlelere yer verilmemesi gerektiği gibi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu görüşü? Bu konuda tepki aldınız mı hiç?

Hayır almadım.

0
3852
0
Fotoğraf: Bülent Babaoğlu
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage