Ülkemizde Sinestezya adlı romanıyla büyük ilgi gören Jeffrey Moore ile dilimizde yayımlanan ikinci romanı Tükeniş Kulübü üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Dünya aslında bu işte. Kocaman bir tükeniş mekânı, öldükten sonra üye olunan bir tükeniş kulübü.”
Ülkemizde Sinestezya adlı romanıyla büyük ilgi gören Jeffrey Moore’un ikinci romanı Tükeniş Kulübü, Eylül ayında raflardaki yerini aldı. Moore bu kez imkânsız bir aşkın izinde Quebec yakınlarındaki bir kasabada yaşanan macera ve gerilim yüklü olayları anlatıyor. Kanadalı yazar, Blacweek Polisiye Festivali için Kasım ayında ülkemize gelecek, söyleşi ve imza programları düzenleyecek. Moore ile yazarlığına, Kanada’dan Türkiye’ye uzanan edebiyat yolculuğuna dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yazarlık kariyeriniz nasıl başlamıştı?
Öğretmenlik ve çeviri yaptığım zamanlar hayatımdan çok sıkılıyordum. Bu yüzden Oxford’da eğitim alma ve özellikle de Shakespeare üzerine çalışma fikri üzerinde kafa yordum. Shakespeare’in Fransa’da nasıl algılandığına dair; nasıl çevrildiğine ve Fransız izleyicilerin yüzyıllar boyunca Shakespeare’e nasıl tepki verdikleri hakkında bazı profesörlerle görüştüğüm de olmuştu hatta. Ama birkaç görüşmeden sonra hayatın akademide tek düze ve sıkıcı işlerle harcanamayacak kadar kısa olduğuna karar verdim. Daha sonra da “Neden Shakespeare’in temel yapıtaşlarını birleştiren bir roman yazmıyorum?” dedim kendime. Bir roman yazmanın ne kadar uzun zaman alacağının farkındaydım ve böylece Shakespeare’e olan ilgimi, onu tekrar tekrar okumadan nasıl canlı tutabileceğimin yollarını aramaya başladım. Aslında yaptığım ilk şeylerden biri de Temel Britannica Ansiklopedisi’nin sayfalarını karıştırmak oldu. Merak ettiğim şey de Shakespeare’in bütün başarılarını özetleyip birkaç sayfaya sığdırabilmeyi nasıl başarmışlardı. Doğal olarak da ilk açtığım sayfa “S” harfinin sayfasıydı. Sadece Shakespeare hakkında değil, aynı zamanda Shaka (Zulu Kralı), sonrasında Ukrayna’daki Şahtyorsk şehri ve Shakuntala (meşhur Sanskrit tiyatro oyunu) gibi bir sürü şey hakkında bilgi sahibi oldum. “Ne sayfaymış be!” diye düşündüm… Eğer biri rastgele bu sayfaya açsa ve bir tılsımın ya da mesela Alaaddin’in Sihirli Lambası’nın etkisiyle yazılanlar bir bir hayatında gerçekleşse? İşte tam da böyle bir şeyin doğuracağı sonuçlar benim ilk romanımı oluşturdu, Prisoner in a Red-Rose Chain.
Sinestezya hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde büyük ilgi gördü. Sizce okurlar neden bir romanın sinestezya kavramından yola çıkması fikrini sevdiler? Ve siz romanın hikâyesini nasıl şekillendirdiniz?
İnsanların neden sevdiğini açıklamak zor. Belki gizemlilik, durumların garipliği ya da Nabokov, Liszt, Scriabin, Rimsky-Korsakov, Baudlaire, Rimbaud ve Proust gibi ünlü sanatçıların ve bilim insanlarının sinestezisinin olması (tabii sadece ünlü insanlara has değil) bu ilgiye yol açmıştır. Okumalarımda, zaman zaman seyircilerin arasında sayıları renkler kadar net gören birisinin olup olmadığını soruyorum. Çoğu zaman da en az bir kişi elini kaldırıyor. Sanırım çoğu okur, kitapta tarif edilen hali herhangi bir şekilde tecrübe etmiş oluyor.
Hikâyeye göre, bu büyük bir kazadan kaynaklanıyor. Amnezi üzerine araştırmalar yaparken bu kavramın tam tersi olan aşırıbellem ve adını 1930’lu yıllarda bunu yaşamış Solomon Shereshevski adında bir Rus’tan alan “S” dosyası ile karşılaşmıştım. Adamın, sinestezisinin tetiklediği, inanılamayacak derecede canlı ve kalıcı görsel hafızası varmış. Bir keresinde, yönetmen Sergie Eisenstein’ın sesini “etrafa uzanan parçalara sahip turuncu bir alev” olarak tanımlamış. Bu nokta da bana, sinir bozucu derecede net bir hafızaya sahip, sinestezili Noel karakterine bir kıyas olarak bocalayan bir hafızası olan, Noel’in annesi, Stella karakterini koyma fikrini verdi.
“Ya bir adam bir yolculuğa çıkar ya da bir yabancı şehre gelir.”
Tükeniş Kulübü bir aşk, cinayet ve korku romanı. Karakterlerinizi nasıl şekillendirdiniz?
Sanırım Tolstoy’dan şu alıntıyı vermekte fayda var: “Bütün büyük edebiyat dediğimiz şey aslında iki öyküden biridir: Ya bir adam bir yolculuğa çıkar ya da bir yabancı şehre gelir.” Benim ana karakterim de bu ikisini birleştiriyor: Quebec’in küçük bir köyünde yaşamaya karar veren bir Amerikalı, tamamen yabancısı olduğu Kanada’ya gidiyor. Ve ilk tanıştığı kişi, yani diğer ana karakter, yasak avlanan bir çete tarafından ölüme terk edilmiş bir genç kız oluyor.
Yasadışı avlanma, sizin de dediğiniz gibi, Tükeniş Kulübü’de var olan bir durum ve siz gayet hümanist bir bakış açısına sahipsiniz. Bu sizin ülkenizde gerçekten bir problem mi? Kanada’nın bizim gözümüzde hep bir “barışın ve huzurun ülkesi” imajı var. Böyle bir ülkede yaşarken bu derece karanlık hikâyeler nasıl aklınıza geliyor?
Evet, Norveç, İsveç ve İsviçre gibi ülkeler “barışçıl/huzurlu” ülkeler olarak biliniyor ama bazen son derece kötü şeyler vuku buluyor o ülkelerde. Ama haklısınız, Kanada (özellikle güney komşuları ile karşılaştırıldığında) öyle bir üne sahip ve hakkını vermek gerekirse de öyle zaten. Tükeniş Kulübü’ndeki karanlık olay örgüsü, bir avcının (yanılmıyorsam) Quebec’teki Laurentian Dağları’nda kedimi vurması ile ortaya çıktı. Sonrasında da yasak avlanma üzerine araştırmalar yapmayı başladım. Çoğu ülkede olduğu gibi Kanada’da vahşi ve barbar salaklar var…
Editörünüzden öğrendiğime göre Blackweek Festivali’ne katılacakmışsınız. Hiç Türkiye’den bir yazar okudunuz mu? Sizin ilginizi çeken özel bir polisiye roman/cinayet romanı var mı?
Evet, festivale katılımımı henüz onayladım. Türk yazarlara gelirsek de söylemekten utanıyorum ama sadece Yaşar Kemal’i okudum; o da bir şaheser olan İnce Memed. Yıllar önce, bir kütüphanede, Orhan Pamuk Nobel’i kazandıktan sonra, Benim Adım Kırmızı romanının giriş bölümünü okuduğumu hatırlıyorum. Ama İstanbul’u gördükten sonra yazarlarınızdan çok daha fazlasını okuyacağıma eminim.
Ama Arthur Conan Doyle, Agatha Christie, Raymond Chandler, Patricia Highsmith, James Lee Burke ve ismini sayamadığım daha birçok yazara her zaman hayranlık duymuşumdur. Tabi gerçekten yazabilen cinayet romancılarını seviyorum; zaten bu açıklama da birçok yazarı, özellikle de en popüler olanları, dışarıda bırakıyor.
Jeffrey Moore
Montreal doğumlu Jeffrey Moore, Toronto Sorbonne ve Ottawa üniversitelerinde eğitim aldı. Çevirmenliğin yanı sıra Montreal Üniversitesi’nde Çeviribilim bölümünde akademisyenlik yapıyor. Müzeler, tiyatrolar, dans toplulukları ve film festivallerinde görev alarak tüm dünyayı dolaştı. İlk romanı Prisoner in a Red-Rose Chain ile 2000 yılında Commonwealth Ödülü’nü aldı.
Sinestezya adıyla yayımlanan romanı The Memory Artists, Canadian Authors Association Award’da en iyi roman ödülüne layık görüldü. Roger’s Writers Trust Award, Sunburst Award, Hugh MacLennan Prize ve Wordsworthy Award’da ise listeye girerek büyük başarı gösterdi. Sinestezya, 20 farklı ülkede yayımlandı. Son romanı Tükeniş Kulübü (Extinction Club) 12 dilde okurlarıyla buluştu.
Görseller: JJ Hammond, Jack Lawson, Michael Berry