02 TEMMUZ, CUMA, 2021

"Herkesin Atlaması Gereken Ateş Bambaşka Çünkü"

Fatma Nur Kaptanoğlu ile baş karakterleri zorlu sınavlar vermek zorunda olan; küçük yerlere sığmayan hayatlar, elden kaçan, denetlenemez duygular, sıkışmışlık hissi, insanın korkularına karşın engel olamadığı kendini aşma dürtüsü gibi ortak temalara sahip iki uzun öyküden oluşan yeni kitabı Ateşten Atlamak üzerine konuştuk. 

Fatma Nur Kaptanoğlu üçüncü öykü kitabı Ateşten Atlamak ile, kitap içerisindeki iki uzun öyküsü ile okurunu selamlıyor yeniden. “Ateşten Atlamak” ve “Daha Uygun Bir Kader” öykülerini okurken sadece bu iki uzun öykü odağında söyleşimizi gerçekleştirmeyeceğimizi, geniş zamanın içinde sahil boyu uzanan, umutlu bir yolculuğa çıkacağımızı, kaderimizin uygunluğu üzerine düşünüp, konuşacağımızı, sohbet edeceğimizi biliyordum. Bu yüzden Fatma Nur ile çok güzel bir söyleşi gerçekleştirdik yerine, ince detayları, insan olmamıza dair önemli ayrıntılarıyla çok güzel bir sohbet gerçekleştirdik, siz de bize eşlik edin lütfen desem, bizleri böylesine güzel bir sohbette yalnız bırakmayacağınıza eminim. Fatma Nur Kaptanoğlu ile yapmış olduğum sohbeti bu duygular ile paylaşıyorum sizlerle. Buyurun lütfen.   

Fatma Nur seninle 2019 Aralık’ında tanışıp 2020 Ocak’ında da ilk söyleşiyi gerçekleştirmişiz. Homologlar Evi için yaptığımız söyleşiyi okurken senin şu cümlelerini okudum; “Hayatımda kendimden en emin olduğum an varsa o da yazar olmaya karar verdiğim andı. Bu kararımdan sonra yazı hayatımdaki hiçbir şey tesadüfi bir şekilde ilerlemedi.” Ateşten Atlamak öykü kitabı ile, iki uzun öykü ile geldin ve evet bir kez daha görüyoruz ki yazmak, yazarlık, edebiyat dünyasının içinde bulunuyor olman tesadüf değil. Hakikaten de kitapta okuduğumuz iki uzun öyküde de anlatım, yapı, içerik olarak yazarlığın adına yeni kilometre taşları oluşturuyorsun. İlk etapta şunu sormak istiyorum, geride bıraktığımız bu bir buçuk yıl nasıl geçti? Hem yazmanın, hem yazarlığının, hem de “Üç yıldır bitmeyen kışa” ithafının tesadüf içermediği noktada senin için nasıl bir süreçti?

Tabii ki herkese olduğu gibi bana da oldukça tuhaf gelen, en baştan düşündüğüm, yeni kararlar aldığım, bazı kararlarımdan pişman olduğum, kimileri için de -uzun vadede- iyi ki dediğim ezber bozan bir, bir buçuk yıl geçirdim. Pandemiyle birlikte o durmayan ve sürekli değişen ve değiştiğini bile anlayamadığımız bir tempo içinde yaşadığımız anların ve evlerimizin anlamını yeniden oluşturduk. Durduk, nefes aldık, çok sıkıldık, kıymet bildik ve en önemlisi doğduğumuz/yaşadığımız coğrafya ile hiç olmadığı kadar yüzleştik. Ateşten Atlamak, doğduğum coğrafya ile yüzleşmemin ve iyisiyle kötüsüyle ona karşı hissettiğim her duygunun somut bir sonucu. Doğduğu ve büyüdüğü yer ile bir şekilde hesaplaşmalı insan. Birey olabilmek için aileye olan bağımlılığı koparmak kadar coğrafyaya olan o bağımlılığı da koparmak gerekiyor. Bu kitapta daha önceki kitaplarımda işlediğim kasabadan büyük şehirlere kaçışın ve bu kaçışın şaşkınlıkla birlikte getirdiği heyecandan ziyade, doğulan yer ve bu yerle hesaplaşma, yüzleşme, çarpışma hâli var.

​Diğer soruya gelecek olursak en sevdiğim mevsim kıştır. Yaz mevsiminin sadece tatille geçen üç haftasını severim, sonra hemen kış gelsin isterim  Ama tekrara düşen her şey gibi sevgi de sıkıcı olabiliyor. Ateşten Atlamak, sevsek de sıkıldığımız, daraldığımız, sıkışmış hissettiğimiz yerlere, kişilere, olaylara ya da durumlara “artık değiş” diye haykıran bir kitap. Çok sevdiğim ve sevmeme rağmen değişsin istediğim, bir türlü gelmeyen ve asılda o kadar da sevmediğim yaz nedeniyle çokça sıkıldığım kışa son üç yılımı ithaf etmek kaçınılmazdı. Nitekim mevsimler hep içimizde.

©Ömerhan Kaptanoğlu 

“Çizgimiz kadar”, “Ve sınırımızın hemen üstü.” dedikten bir süre sonra; “Her ateş şiddetine göre bir uzaklık gerektirir.”, “Yaklaşmadan anlamıyorsun.” diyerek döndün. Büyük veya küçük ateş, uzak veya yakın sınır… Sınır çizgisinin hemen üstüne geçebilmemiz için kendi sırlarımızın ne olduğunun ve nasıl ifade bulacağının eşiği, hikâyelerin start aldığı noktalar oluyor öykülerinde. Hayatla tam da bunlar üzerinden uğraşılan bir mücadeleye girişiyorsun sanki. Geniş zamanın içinde verilen bir mücadele bu, kendi yolunu aça aça ilerleyen. Ateşten Atlamak kitabı yaşayan ve hayatı mücadele ile geçen insan için geniş zamanı niteleyen bir eşik duygusu uyandırdı bende desem, ne dersin? Kitaptaki iki uzun öyküye tek tek odaklanacağız ama ilk etapta, Ateşten Atlamak kitabı bütününde bir sıkışmışlığı anlatıyor olsa da, ilk önce bu geniş zaman algısı üzerinden konuşmak isterim. Mesela ilk öykü “Ateşten Atlamak”ın anlatıcısı üzerinden, atlamak üzere olduğu ateşin üstünden atlamadan az önce, geçmiş zamanı hatırlarken geniş zamanın içine şöyle bir cümle bırakıyor: “Şimdiki dileğimi unutmam mümkün değil.” Daha Uygun Bir Kader”in başkarakteri ise şöyle diyorGerçekten mükemmel zamanlama.”

Kitaba adını veren öyküm “Ateşten Atlamak” kendi içinde zamanlara ve bölümlere ayrılmış bir öykü. Bir Hıdırellez anı var, kendi içinde devam ediyor ve bir Hıdırellez gecesinin 3-4 saatini anlatıyor, bir de bu anlatılana bağlı olarak anlatıcının zihninde canlanan Sonya ile hatıralarla bezeli bir akış var. Bu, iç içe geçmiş iki uzun öykü aslında. Biri olmadığında diğeri var olmayı sürdürüyor ancak ikisi aynı anda olunca bir bütün olabiliyor. Günlük hayatta da böyle değil miyizdir zaten? Yaşadığımız bir şu an vardır, ve o şu anının içinde debelenip durduğumuz bizi an ve an uzaklara götürüp getiren hatıralar. Sonya, geçmiş zamanlardan çıkagelen ve anlatıcının şu anına bir şekilde konuk olmayı başarabilen bir karakter. Sonya anlatıcının geçmişinde, şu anında, dilekleri için geleceğinde yani özetle anlatıcının “geniş zamanında” ama sürekli. Bu elbette yorucu, ancak birini en derin duygularla sevmek geniş zamanını ona vermek biraz da.

​“Daha Uygun Bir Kader” öyküsünde de aile ziyaretine giden ve orada altı gün geçiren Abaven’in öyküsü var. Abaven daha zorlu ve bir o kadar da basit hayatında kim olacağına henüz karar verememiş, karar vermemesi için de çevresindeki herkesin ve her şeyin elinden geleni yaptığı bir karakter. Onun geniş zamanları “Ateşten Atlamak”takinden biraz farklı. O, geniş zaman içinde uzun uzun sevmeyi değil boğulmayı tercih ediyor. Geniş zamanlarda böyle durumlar vardır işte. Ya sevgiyi genişletiriz ya acıyı. Kendisi, ailesi, büyüyemeyen küçük kız kardeşi, Abaven’in geniş zamanında, her anında varlığını sürdürüyor. Geniş zamanları biraz kendi kuyruğunu yiyen solucanlara benzetiyorum, mutlu bir ana da yayılsa mutsuz bir ana da kendini yutuyor kendi içinde ve sıfıra dönüyor. Mutluluk da bir acıya dönüşebiliyor pekala, mutsuzluk ve acı ilk günkü etkisini yitirebiliyor. Bu iki karaktere de bir şeyler söyleme şansım olsaydı eğer, ne mutluluğa ne de mutsuzluğa bu kadar odaklanmamaları gerektiğini söylerim ama benim karakterlerim de olsa onlar, bunu söylemek bana düşmüyor.

“Ateşe Atlamak” geleceğe dair dilenen dileklerin, gerçekleşme ihtimali olabilen umutlu günlerin öyküsü. Fakat öykünün anlatıcısı “Bu kadar şeffaf olmak beni geriyor.” diyor öykünün bir yerinde. Hayatın sürekli kendini tekrar ettiği kasabada, sonsuz süreceği algısı yaratan sıkışmışlığın bir dilekle yok olmayacağını bilerek yaşamanın huzursuzluk veren duygusu kısa süre sonra yakalıyor bizleri. Ve öykü boyunca her bir anıyla umuda, gelecek günlere kapılar aralansa da bir huzursuzluk duygusu dipten akmaya başlayarak ufak da olsa kendini belli etmeye başlıyor: “Kırk taş için tek dilek hakkının olması büyük bir haksızlık gibi duruyor.” Salt olarak her şeyden önce böyle bir kasabada yaşamanın olanaklarının sınırlılığını, sıkışmışlığını, bir de üstüne cinsel kimliğini yaşayamıyor olmanın sıkışmışlığı eklendiğinde umuda kapılar aralansa da zihnimize, düşüncelerimize, hareketlerimize yansıyan, dipten kendini belli etmeksizin akan, satır aralarında belli belirsiz ufacık yansımalarla kendini belli eden huzursuzluk duygusunu konuşmak isterim. Çünkü bu huzursuzluk duygusu anlatıcının kaderinin geleceğe doğru aralanan kapıları aslında.

Hayatımızın birçok alanında ve anında kendimizi huzursuz hissedebiliriz. Bu durum küçük bir sahil kasabasında, tek başına hissederken ve tabii ki içinden dolup taşan aşkı dilediğin gibi yaşayamamak hüznü ile kendini daha da perçinler. Bu huzursuzluk ve asla bitmeyeceğini düşündüğümüz bekleme hâlinde karakterimize uymayan, aslında içten içe de inanmadığımız ama yine de şansa bırakmak istemediğimiz için denediğimiz birçok şey olur. "Ateşten Atlamak"ta da "Daha Uygun Bir Kader" öyküsünde de bu ortak çıktıyla karşılaşırız. Sonya’ya ulaşmak için doğanın çağrısına ortak olan ve ondan isteklerde bulunan karakter ve inançlı biri olmamasına rağmen düzensiz çalan kilise çanlarından etkilenen ve belki de aradığı yanıtın tam orada olduğunu düşünen Abaven. İkisi de geçmişi -geleceği- şu anı birbirine karışmış ve kendi yöntemleriyle çıkış arayan kişiler. Yaptıklarından hem utanıyorlar hem de o sıkıştıkları yerde bundan daha iyi bir seçeneklerinin olmadığının farkındalar. Bu nedenle de huzursuz, her şeye rağmen umutlu ve büyük bir beklenti içinde yaşıyorlar hayatlarını. Kimisi Sonya’yı bekliyor kimisi de daha uygun kaderini.

Yukarıdaki sorudan el alarak “Ateşten Atlamak” öyküsünün önemli bir katmanı üzerinden de konuşmak isterim. Sadece sıkılır mıyız, sıkıştığımızı mı hissederiz böyle bir kasabada yaşıyorken, huzursuzlanır mıyız sadece? Tüm bunların yanında korku da, korkular da gelip yerleşmez mi içimize? Sadece satır aralarında görebileceğimiz ya da anlatıcının herhangi bir olayı anlatırken hissedeceğimiz şekli ile bir korku değil bu. Başlık ata ata ilerlediğimiz korkular silsilesi mevzu bahis. Üşümekten Korkmak, Bing Bang, Bir Küçük Dünya, Dilek Fenerine Güvenme, Ateşte ip Cambazı, Ateşten Atlamak. Üşümekten, kendisi gibi kadın olan birisi söz konusu olduğunda yanaklarının kızardığının fark edilmesinden, büyük ateşin (önünde uzanan hayatın) üstünden atlayamamaktan korkmaya varana kadar, korku güdüsü “Ateşten Atlamak” öyküsünün en önemli katmanı olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü hakikaten de kolay değil her bir adımı korkularla çevrilmiş ve korkularla nitelenen bir hayata, rutinleri belli bir kasabanın içinde yaşayarak cinsel kimliğini özgürce açıklayıp, yaşama arzusu içinde tutunmak. Ve bence bu öykünün en önemli anı, kırılma noktası “Atlayışımı tamamlamadan evvel bir ses duyuyorum çat diye.” yaşanıyor. Bu ses anlatıcı ateşin tam üstünde olduğu anda gerçekleşiyor. Yüzünde gezdirdiği, desenine aşık olarak sol cebine değil de sağ cebine koyduğu taş, daha güvenli bularak üstünden atladığı küçük ateşin tam ortasına “çat” diye düşüveriyor. Korkularımız, içimizdeki derin boşlukta yankılanan sesler olarak kendini sürekli bize hatırlatıyor, öyle değil mi?  

Elbette sıkışırız. Sıkılmak ile sıkışmak arasındaki farkı çok küçük yaşlarda fark ettim. Çocukluğunu bir sahil kasabasında hem sıkılarak hem de sıkışarak geçirmiş biriyseniz, kitaplar ve sanat en büyük kurtarıcınız oluyor. Size başka bir yolun mümkün olduğunu gösteriyor. Hayallerinizin burayla sınırlı kalmayacağını, kalbinizin bedeninizden öteye geçebileceğini gösteriyor. Ateşten Atlamak kitabı bu nedenle benim doğup büyüdüğüm yere hem bir teşekkür hem de bir diyet.

​Anlatıcı dileğinin gerçekleşmesi için -Sonya ile uzun bir hayat yolculuğunun dileği, bunu zaten ilerleyen sayfalarda dile getiriyor- Hıdırellez ritüellerinin harfiyen yerine getiriyor, hatta kitabın içinde bilinçli tekrarlar var, 40 taş toplanması, ateşten üç kere atlanması gibi. Bu tekrarlar karakterin içten içe bunlara çok inanmadığı ama o aşkın içten taşan hâlini daha fazla taşıyamadığından ve bir kasabada beklerken yapılabilecek ne varsa yapma arzusuyla kendini inandırma şekli. Bir sürü maddesi var. 40 taş toplanması lazım, taşların güneş görmeden 1 yıl saklanması lazım, dilek kabul olursa denize tekrar bırakılması lazım. Sıralama önemli, maddeler şaşmamalı, bir şey yapılıyorsa düzgün yapılmalı, içten inanmalı; ya kabul olursa? Aslında ilk öykü içinde korkular her an kendini belli ediyor. Dileğim kabul olur mu, olmaz mı, doğru yaptım mı yapmadım mı, bunlar gerçek mi yoksa hurafe mi, gibi gibi… Anlatıcı yumuşaklığını Sonya’ya benzettiği taşını dilek için topladığı 40 taşından ayırıp cebinin farklı bir yerine koyuyor ama ortada bir anlaşma var: 40 taş. O diğer taşla 41 oluyor. Doğadan çaktırmadan kafa tutabileceğini düşünüyor karakter başta. Ama ateşten atlarken, son atlayışında, taş cebinden çıkıp ateşin ortasına düşüveriyor. Doğanın gerçekten bir sözü olduğunu ve bu söze sadık kalması gerektiğini o an anlıyor aslında: “Sonya’yı istiyorsan o diğer cebindeki taşa veda etmelisin. Çünkü anlaşmamız böyle.”

©Ömerhan Kaptanoğlu 

Hikâye içerisinde belli belirsiz varlık gösteren ama önemli de bulduğum bir anne-kız ilişkisi var. "..., annem kendi taşlarıyla ilgileniyor..." Anlatıcının, kendini bulma, keşfetme, kabuğundan çıkma meselesi ekseninde, anne-kız ilişkisi geri plana düşse de, önemli bir yer kaplıyor aslında. Hele de o son bölümde, son sahnelerde yaşananlar, "Daha kolay olabilirmiş demek ki her şey." diyerek anlatıcının içini dökmeye başladığı cümleler anne-kız ilişkisinin önemi adına atlayamayacağımız şekilde kendini belli ediyor. 

Bireyin ilk çatışması ebeveynle başlar. Ebeveyn olmasa bile bu çatışma gerçekleşir. Varlığıyla da yokluğuyla da ebeveynler, ilk çatışmamızın temelini oluştururlar ve ilk o zaman birey olabilmek için onların varlıklarını ya da yokluklarını geçmek, atlamak zorunda olduğumuzu fark ederiz. Bu da onları çok sevme/onlardan nefret etme/onlarsız bir hayat düşünememe/onlarsız hayat inşa etme dürtülerimizi harekete geçirir. İki öykünün de genelinde anne-çocuk/baba-çocuk ilişkisizliği üzerine kurulu bir gerçek var. İlk öyküdeki karakter anneye yönelik beklentilerini daha minimumda tutarken ve kendi hayatının özeline anneyi dahil etmezken ikinci öyküdeki karakter nefret duygusu etrafında şekillenen ve ne kadar nefret etse de ebeveyninden bir türlü kurtulamayan biri. İlk öykü her açıdan daha umut yüklü bir öykü çünkü anne ile çocuğun ilişkisinde olumluya evrilebilecek bir küçük kıvılcım, bir kırılma anı var. Ancak Abaven’de bu hiçbir şekilde gerçekleşmiyor. Daha uzak, daha kötücül ve zor çıkmaz var orada. Genel bir çerçeveden baktığımızda da ilk öyküdeki anne-çocuk küçük de olsa ateşten atlamaya cesaret edebilirken, ikinci öyküdeki baba-çocuk ilişkisinde bu cesareti ve heyecanı göremediğimizi söyleyebilirim. 

“Ateşten Atlamak” öyküsünde cinsellik üzerinden anlatım çok baskın değil fakat doğanın cinsel çağrışımları güçlü bir rüzgar etkisi yaratırcasına cinselliğe nokta atışı yapıp, “dolaşık” kelimesini bir sevişme sahnesi gibi gözümüzün önüne koyuyor. Dolaşık tabiri, evet bir şeyin dolanması anlamında var dilimizde ama nereden çıktı tam olarak? Bozkırda rüzgar eserken birbirine değer değmez, bağımsız, top şeklinde çalılar vardır. Rüzgarda hem kendi etraflarında hem de birbirleriyle temas hâlinde devam ederler hareketlerine. Anlatıcı öykünün bir yerinde; “Doğa, karmaşıklığa izin vermiyor.” diyor ama insanların düşünceleri, duyguları, arzuları aynen tanımlandığı üzere bir “dolaşık” aslında.İnsanın özellikle sıkışıp kaldığını hissettiği yerde, yaşam alanında, doğa ile ilişkisi, doğayı tanımlama şekli hem çok karmaşık hem de cinsel dürtüsü, cinsel çağrışımları çok  kuvvetli  bir noktadan seyrediyor ve bunu tek kelime “dolaşık” ile yakalayıveriyorsun. 

Aşk tam olarak böyle başlar. Karşındaki kişiyle nereden ve nasıl bu kadar dolanabildiğini fark etmeden. Eğri mi, doğru mu demeden, dikenli mi yoksa çiçekli mi bilmeden, hesapsız bir şekilde oluşuverir. Dikenli dolaşıkları hepimiz görmüşüzdür. Ürkütücüdür, yanına yaklaştırmaz, yanlışlıkla değmek ihtimali bile gerer. Hangimiz elimize alıp bakmışızdır? Bir baksak farklıdır belki. O kadar da dikenli değildir. Biraz çaba gerektiriyordur. Bakmadan bilebilir miyiz? “Ateşten Atlamak”, dikenli dolaşığı tereddütsüz avuçları içine alan ve ona bakmayı cesaret edebilen birinin öyküsü.

Doğanın karmaşık olduğunu asla düşünmüyorum. Büyüleyici bir düzen var doğada. Alma-verme dengesi muntazam. Görüntülerin dolaşıklığı, dağınıklığından ziyade sisteme odaklanmak gerekiyor. Ki dolaşıklığının, dikeninin bile bir nedeni var elbette. Doğanın çıplaklığı cinsel gerilimi yükseltiyor. Zaten ortada bir aşk var, yüksek bir tutku var. Öykü içindeki ritüellerinin sıcaklığı ile anıların sıcaklığı eş zamanlı yükseliyor. Çok açık etmeden, sakince yapıyorum bunu ama tüm o aktarım bittiğinde doğanın çıplaklığının ve enerjisinin tam olarak yansıdığını fark ediyorum. Burada büyük laflar etmeyeceğim, doğayı olduğu gibi anlattığımızda bu yüksek gerilimin olması kaçınılmaz zaten.

​Küçük kasabalar, tanıdık yüzler, yıllardır düzeltilmeyen çukurlar, tekrarlanan sözler, her olayda verilen aynı tepkiler ister istemez tek tip bir dolaşık hâline getiriyor sizi. Aynı yerden eğiliyorsunuz, aynı dikenler oluyor her yerde. Ama bir dolaşığın hayır bu sefer böyle olmayacak demesiyle başlıyor farklılık. Bir dikenli dolaşığı, farklı bir şekilde büyümek isteyen bir dikenli dolaşıktan daha iyi kim anlatabilir?

Kitabın ikinci uzun öyküsü Daha Uygun Bir Kader"Abaven. Adının anlamı; güvenilir, sağlam bir yer, sığınak. Ama Abaven ile ilgili olan, ne olduğu belirsiz tedirgin edici bir şüphe, bir hissiyat var. Çünkü Abaven’in ona daha uygun bir kaderi, babası, annesi, yaşayan bir kız kardeşi, gerçek cepleri olan bir ceketi olması gerekmez miydi? “Boynuna atkısını almadığı için kendine kızarak, kahverengi botlarıyla yolun çamur olmayan yerlerine basmaya özen göstererek yürüyor Abaven.” Biz de onunla birlikte yürüyoruz. Abaven’inki sürprizsiz bir hayat. Bu kadar sürprizsiz bir hayat niye bu derece tedirgin edici ve nasıl oluyor da önüne geçilmez derecede okuma isteği uyandırıyor içimizde? Abaven’de ne var? Salt sürprizsiz hayatı; onu okumaya devam ediyor olmamızın sebebi bu olabilir mi? Ya da kendi hayatımızı okuyor gibiyiz sanki, öykünün içine içine doğru çekilme sebebimiz bu olabilir mi? Abaven’de isminin anlamının ters köşesine yatırır derecede, ruhumuzun dehlizlerine, karanlık, alacakaranlık noktalarına bizi götüren bir şeyler var. Uygun bir kader ile yaratılmayan, kusurları, içten içe yaşadığı pişmanlıkları olan Abaven’in ruhumuzda yarattığı, Abaven’in adının anlamının ve yaradılışının (kaderinin) tam karşısında durarak, kusursuz bir şekilde bizi tedirgin eden bir atmosferi, bir aurası var.

Abaven bugüne kadar yazdığım en zor karakterlerden biriydi. Çünkü gri biri. Hayatındaki hiçbir konuda olumlu/olumsuz bir sivriliği yok. Her ifade aşırıya kaçabilir bu nedenle. Dikkatli bir şekilde ve aslında hayatımızın kimi zamanlarında bu griliğe düştüğümüzü kabul ederek ilerlemek gerek. “Şurada şöyle biri var ve onu yazdım” karakteri değil Abaven, Abaven tam olarak bizim kara deliğimiz, ara ara düştüğümüz bir çukur. Kendi adımlarından bile bir türlü emin olamayan, kendini tanıyamayan, hiçbir şeyin derdine düşemeyen ve dışarıya her şeyin derdini taşıyormuş gibi hissettiren ve kendi de öyle hisseden biri.

​Abaven’in tedirginliği daha çok “bu sefer bu işe bir dur diyecek”, “eminim bu sefer hayatını değiştirmek isteyecek”, “Linda ona başka bir kapı açacak”, “babasına bu sefer ciddi bir şekilde kafa tutacak”, “annesini kolundan tutup oradan götürecek” gibi birçok beklenti ve bu beklentilerin hiçbirini yapmamasından kaynaklı. Daha önce de dediğim gibi, Abaven’in geniş zamanı acı ve keşkeler üzerine kurulu ve bunun değişmesi için de tek çareyi “daha uygun bir kaderin” onun için yazılmasında buluyor. Kaderini de kendi yazmak istemiyor. Geçmişte ailesi ve kendisinin peşine takılan bir acının gölgesine sığınıyor. Abaven’i sevmemizin temel nedeni de bu. Bize, içten içe kaçtığımız o çukuru çok açık bir şekilde gösterdiği için. Abaven’den korka da biliriz pekala. Bu duygu karmaşasının yine temeli de Abaven’in griliğinden kaynaklanıyor. İki öyküdeki iki karakter “bir taşra yaşamı içinde nasıl farklı filizlenilebilir?” sorusunun en çıplak yanıtları.

Abaven’in aurası, kaderine karşılık yarattığı hissiyat ve en az bunun kadar önemli  öykünün temelini oluşturan çevre-mekân-nesne atmosferi. Abaven’in bunlarla kurduğu ilişkiyi ve bu ilişkinin, öykünün anlatımına yansımasını konuşmak isterim.“Pencerenin hemen önündeki koltuk, Abaven’in bu evde tahammül edebildiği tek şey.” Bu cümle karakterin çevre-mekân-nesne ilişkisine istinaden verebileceğim küçük bir örnek sadece; çünkü Abaven’in yürüyüş yaptığı güzergâhlar, çok da kullanılmadığı belli olan patikayı keşfedip terk edilmiş bir kilise görmesi, kilisenin içinde gezmesi omuz üstü bir kameradan sekans sekans gösteriliyor bizlere, son derece sinematografik bir anlatımla. Aslında bu “Ateşten Atlamak” öyküsünde de vardı ama sahilin tamamını, kasabanın tamamını, anlatıcının ruhunun içinde yanan ateşin tamamını geniş açıyla bizlere gösteren balık gözü lensler mevzu bahisti orada. “Daha Uygun Bir Kader” öyküsünde ise daha kompakt, daha odaklanılmış bir şekilde var bu durum. Linda’nın evinin anlatıldığı bölüm mesela; kameranın optiğindeki lensler sürekli değiştirilerek Linda’nın her ebattaki kahve takımları tasvir edilerek insana dair o kadar minimalize bir odaklanma yaşanıyor ki, eşyalar küçülürken, insanlar büyüyüveriyor sanki. Çünkü biraz sonra Abaven ile Linda arasında geçecek olan diyalogda hepimizin hikâyesinde parmak izlerimiz kadar bize özgü olan pişmanlıklardan bahsedilecek. Bir öyküde, öyküyü genişleten, anlamı lezzetlendiren karakterlerin ruhlarının yansımasına da yardımcı çevre-mekân-nesne ilişkilerinin ne derece önemli olduğunu konuşmak isterim seninle. 

Detay anlatmayı her zaman seviyorum. Daha önceki öykülerimde de bu durum oldukça belirgin. Hatta çoğunlukla olaydan uzaklaşıp detayları en ince ayrıntısına kadar vermeye çalışırım. Fakat bu kitapta hepsini aynı anda yapmak istedim. Deneyselliği, olayların kurgusunu, detaylı anlatımı ve karakter derinliğini. Ortaya uzun iki öykü çıktı bu nedenle de. Her kitapta bir öncekinden farklı bir arayışın peşindeyim. Beni ve yazarlığımı diri tutan en önemli unsur bu.

Daha önceki kitaplarımdan biri için şöyle bir yorum almıştım “güzel anlatmış iyi hoş, ama karakterle yarı yolda kaldık, tam olarak tanışamadık.” Bu yorumu okuduktan sonra üzerine düşünmeye, okumaya ve izlemeye başladım ve karakter derinliğinde ve o karakterle tanışma anında çevre-mekân-nesne ilişkisinin ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Sinematik düşünmeyi öğrendim. Bu yeni deneyimlerimi de edebiyatımın içinde harmanlamaya çalıştım. Başarılı olabildiysem de ne mutlu.

©Ömerhan Kaptanoğlu 

“Daha uygun bir kader mümkün olsa, Abaven bunu hiç düşünmeden kardeşi için isterdi, çünkü biliyor ki onun daha uygun kaderi herkesin hayatını değiştirecek.” Daha uygun bir kaderi gerçekten kim için isteriz? Mükemmel bir pişmanlık mıdır bizi çıkışa götürecek olan yoksa kusurlu bir pişmanlık mı? Kız kardeşini kaybetmiş, baba karşısında son derece edilgen, annesini değiştiremeyen, her anını babasına öfkelenerek geçiren, zamanlı zamansız (genelde zamansız) çalan kilise çanı vicdanının ve pişmanlıklarının sesini sembolize eden Abaven…Terk edilmiş, metruk kilise terk edilmek istenen, öldürülmek istenen ailemizi ve ailemizle ilgili yaşadığımız tüm pişmanlıkları ve inançlarımızın yıkımını sembolize eder derecede orada işte. Daha uygun bir kaderi gerçekten kimin için isteriz? Anne-oğul, baba-oğul ilişkisizliği, bu ilişkisizliğin bir şekilde kaybedilen kız kardeş üzerinden uygun bir kadere bağlanmak istenmesi ama;“Ama bunların ancak bambaşka bir kaderde mümkün olacağını biliyor” olması Abaven’in. Linda hakikaten de yine zamana dikkat etmeksiniz (13:42) çaldığı çanla Abaven’e “iyi yolculuklar” diliyor olabilir mi? Yarattığımız zaman da aynı bizim gibi kusurluyken “Mükemmel zamanlama” diyebilir miyiz bu durum için; daha uygun bir kaderi gerçekten kimin için isteriz?

Daha uygun bir kaderi aslında herkes kendi için ister ama burada Abaven ağabeylik içgüdüsü ile kız kardeşi için istiyor. Bunu ağabeylik içgüdüsü gölgesinde yapsa da kendi hayatının değişiminden korkması ve erken yaşta ölen kız kardeşinin kaderiyle ancak kendi kaderinin değişebileceğine inanmasının etkisi çok büyük. “Ben” diyemeyen biri Abaven. Sürekli çevresindekilerin değişmesini ve onun hayatını etkilemesini bekliyor. Dediğim gibi gri. Öyküyü büyük bir sis perdesi ardından okuyorsunuz. Belki fark etmişsinizdir, Abaven adının sık bir tekrarı var. Bu aslında bilinçli bir tercih. Hem Abaven’i yabancılaştırmak hem de adını asla yaşayamadığını göstermek amacı taşıyor. Güvenli yer, sığınak demek Abaven ama güvenli tek bir sığınağı, başını oh diye yastığına koyabildiği tek bir yeri yok.

​Günah çıkarma temelli bir öykü olarak başladı Abaven’in öyküsü. Günah çıkarmanın rahatlatıcılığı, affedilme, insan olmanın çekirdeğindeki o karmaşıklıkla girilen günahlar… Babasının ölmesini isteyen biri ama bunu sadece içinden geçiriyor, kendince haklı sebepleri de var, bu nedenle ne tam pişman ne de umarsız. Kusurlu pişmanlık ve mükemmel pişmanlık Hıristiyanlığın öğretilerinde oldukça sık kullanılan terimler. -Bu öykü için 5 kilise gezdim, 3 papaz ile konuştum ve 4 tane de kitap okudum.- Abaven gibi gri bir karakterin pişmanlığının mükemmel olması zaten beklemezdi onun da babasının ölümünü istemesi nedeniyle duyduğu pişmanlık kusurlu pişmanlık. Ama Linda’nın yanlış zamanda çaldığı çan ne kadar kusurlu olsa da mükemmel hissettiriyor. Çünkü Abaven böyle hissetmek istiyor. Aslında öykünün temelindeki o pişmanlık terimlerinin tamamen ana ve hisse göre değişebileceğini görüyoruz. Bir şeyin mükemmel hissettirmesi için uygun zamana ihtiyaç yok ya da kusurlu bir pişmanlık ancak biz izin verdikçe ve karşımızdakine bunu hissettirdikçe kusurlu kalabiliyor.

Kitabın içindeki iki uzun öykünün yapısından, kurgusundan, anlatım detaylarından bahsetmek isterim. “Ateşten Atlamak”birinci tekil şahıs, “ben” anlatıcı tarafından aktarılan tek bir uzun öykü okuyoruz fakat 16 bölüm başlığı altında.Daha Uygun Bir Kader”;üçüncü tekil şahıs üzerinden “o” kişisinin hayatını anlatan fakat burada da altı güne bölünmüş tek bir uzun hikâye çıkıyor karşımıza. Her iki öyküde de tek bir hikâye anlatılıyor ama tek tek bölümler de birer farklı öykü gibiler aynı zamanda. Homologlar Evi’nde teknoloji üzerinden, günlük yaşamımızın içinde kaçamayacağımız şekilde kontrolü ele geçiren ve algımızı parçalayan, bölen teknoloji, dijital dünya ve şehir hayatı söz konusuydu. Şimdiki hayatımızdı Homologlar Evi’ndeki dünya. Ateşten Atlamak kitabı ise insanı daha minimalize, daha içerden anlatmasına rağmen daha geniş bir zamanı getirip önümüze koymakta. Üzerinde çok düşünüldüğü, çok çalışıldığı belli iki uzun öykü, öykücülüğün adına iki önemli kilometre taşı. Ne dersin?  

Pandemiyle birlikte bu eve ve içe dönüş felsefesi ister istemez hepimizi etkiledi. Bunu hayata geçirmek için de özel bir çabam olmamasına rağmen teknolojiden hem uzaklaşıp hem de çok farklı açılardan daha da yakınlaşmak, doğup büyüdüğüm yeri sorgulamama, öğretilerini, avantajlarını ve dezavantajlarını hatırlamama yardımcı oldu. Küçük bir kasabadan kaçarak kendimi büyük ve çılgın bir şehre atmıştım, koşmuş koşmuş, çok yorulmuş, ama kimse dinlenmediği için uzun bir süre dinlenememiş, şaşkınlığımı da savaşımı da kendi kendime vermiştim. Pandemiyle birlikte durup nefes alabilme şansım oldu. Kaçarak geldiğim bu şehirden yine kaçarak özüme, o ilk adımlarımın yerine dönmek arzusu doldu içimde. Bu arzu, pandemiyle birlikte ulaşılamaz bir hâl aldı, çünkü evlerimizden dahi dışarı çıkamadık. Gitmediğin değil de bir daha gidemeyeceğini düşündüğün yerler daha bir özlemli, daha ulaşılmaz ve pek tabii daha cezbedici göründü. Oraya dönsem de mutlu olamayacağımı fark etmem ve bunu kendime ikna etme sürecimle de Ateşten Atlamak kitabının tohumları atıldı.

​Zihnimdeki aynı canlılıkla bulmak istediğim ve benim için çok önemli anlamları olan Hıdırellez ritüeli daha doğrusu değeri, bu kitabın geneline yayılmış bir dilek dileme, temenni içinde bulunma hâlini gösteriyor. Ateşten Atlamak, doğduğum coğrafyanın, sınırların, sınırları kimi zaman ustalıkla kimi zaman düşe kalka geçenlerin, cesaretin ve en önemlisi de kendini bulabilmenin öyküsü. Herkesin atlaması gereken ateş bambaşka çünkü.

Fatma Nur Kaptanoğlu neler okur, başucu kitapları nelerdir, pandemi döneminin ağır atmosferini dağıtmak adına mesela, neler okumuştur? Bizimle paylaşmak isterse şayet, kendisinden duymak isteriz ve Fatma Nur önümüzdeki yıllarda kısa bir roman yazabilir mi, böyle bir ihtimal var mıdır? 

Sürekli kendi sınırlarımda dolaşıyorum. Her ortaya koyduğum eserde kendimi zorda bırakıyorum, riskli alanlar seçiyorum. Dördüncü kitabı düşünmeye başladım bile, birkaç konu etrafında dolaşıyorum, düşünüyorum, o ilk cümleyi arıyorum. Kısa roman, uzun öykü, çok kısa roman ya da çok uzun öykü, artık anlatmak istediğim konu nereye gitmek isterse.

​Başucu kitaplarım sürekli değişir. Çünkü tatmin olma seviyelerim değişir. Çok sevdiğim metinlerin bende bıraktığı etkisinin değiştiğini görmek mutlu eder beni. Eskisinden daha çok da etkilenebilirim, eskisinden daha az da. Bu nedenle direkt başucu kitaplarım şunlar diyemem ama Erlend Loe, Edouard Louis, Jean Louis Fournier, Jeanette Winterson, Samanta Schweblin okumaktan çok keyif aldığım yazarlar arasında.

0
6293
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage